15 Haziran 2011 Çarşamba

‘Az ama öz’ diyemeyeceğim... TAHRAN – İRAN

15 Haziran 2011
Uçağım akşam üzeri 5’te kalkacaktı, sabah son bir tur ‘hediye’ peşinde koşturdum. Gelir gelmez bir duş alıp öğlen anahtarları kapının altından içeriye doğru ittirdim ve çıktım. Terminale gitmek için o gökyüzü trenine bindim. Kocaman çantam ve ben artık eve doğru yolculuğa geçmiştik...
Terminale doğru ilerlerken en sonunda saate bakma ihtiyacı hissetmiştim. Çantalarımın her köşesini aradıktan sonra sabah uyanma sahnem gözümün önüne geldi: Telefonun alarmı çalar, Aslı telefona uzanır, kapatır, telefonuna ve yorganına sarılarak biraz daha uyur. Evet, telefonun en son görüldüğü yer yorganın altıdır. Ne yapalım, artık yeni bir telefon alma zamanı gelmişti, üstüne biraz soğuk su içtim mi birşeyciğim kalmaz diyerek check in için sıraya girdim.
Uzun bir yolculuk olacaktı Tahran’a. 8 saat uçakta. O değil burada tuvalete kaçıp sigara içme şansım da yoktu.
Uçak, acayip kalabalıktı, sanırsam Malezya’nın yarısı o gün o saatte Tahran’a gidiyordu. Ucuz uçak yollarından Airasia’nın (Tanrı bu uçak firmasını korusun!) en batıda sadece Tahran’a seferi vardı. Dolayısıyla, İran ve Malezya arasında birçok insan devamlı gidip geliyordu.
Kendi dünyam ile meşgul olma derdimdeyken yanımda oturan bir kısım İranlı genç benimle muhabbet etmeye başladı. Türkiye’den geldiğimi söyleyince bir tanesi İbrahim Tatlıses'in son durumunu sordu. Ne olmuş ki diye sorabildim. Vurulduğunu söylerken bunu nasıl bilmiyor olduğuma dair bir kınama hissettim ses tonunda.
Uyudum, uyandım, film izledim. 8 saati birşekilde geçirdim. İnmeye yarım saat kalmıştı ki bir heyecan başlamıştı uçakta. Erkekler tuvalete gidip şortlarını pantolonlarla değiştirirken kadınlarsa üzerlerine uzun kollu ceketler giyip başlarını örtüyorlardı. Sıra bana da gelmişti. Çantamdan puşiyi çıkardım, başımı iyice örttüm. Hatta sanırım fazla örttüm ki yanımdaki bayanlar bana bakıp gülmeye başladı.
Hazır ve nazır olarak en sonunda uçaktan indim. Çok uzun bir pasaport kuyruğu beni karşıladı. Her yerde Farsça yazılı olduğundan doğru bir sırada bekleyip beklemediğimi anlayamadım bir türlü. En sonunda birilerine sormaya başladım. Ancak o kadar zordu ki İngilizce bilen birilerini bulmak. Tarzanca takılayım derken bir anda Türk olduğum keşfedildi sırada. Meğer burada Türkçe konuşan birilerini bulmak İngilizce konuşan birilerini bulmaktan daha kolaymış. Kuyruktakiler, tatil için Türkiye'ye gelegide bayağı pratik yapmışlar. Bir saate yakın sürdü pasaport kontrol memuruna varmam. Bakalım pasaportuma ne diyecek diye uzattım. Sert bir ifade ile bir bana baktı bir de pasaportuma. Tam "işte şimdi sıçtık" dedim ki memur 32 dişini göstererek Türkçe olarak "Hoşgelmişen" dedi. Heyecanla karışık bir rahatlama ile "Hoşbulmişem" dedim.
Tahran'da Fatima'nın evinde kalacaktım. Fatima'nın adresi vardı, ama bu sefer telefonum yoktu. Oldukça geç kalmıştım. Merak ettiğini düşündüm. Taksinin çok masraflı olduğunu görünce bindiğim taksici beni otobüs durağına bıraktı. Herkese elimdeki adresi gösterip duruyordum. Neyseki o yöne gidecek birileri varmış, onların peşinden otobüsten indim ve başka bir otobüse bindim. Durağıma gelince kaş göz el kol hareketleri ile beni indirdiler.
Tek yapmam gereken sokağın ismini ve numarayı bulmam gerekiyordu. Birkaç kişiye sorduktan sonra sokağı bulabilmiştim. İşimin burada bittiğini sanıyordum ki apartman numaralarının Farsça yazılmış olduğunu gördüm. Gece 11 olmuştu. Dışarıda benim dışımda pek hatun yoktu. Bir telefon bulmanın ve Fatima'nın beni gelip almasının mantıklı olacağına karar verdim. Allahtan sokağın başında bir bakkal vardı. İçeri geldim. Tarzanca telefonu kullanıp kullanamayacağımı sordum. Ama tam olarak nerde olduğumu anlamam ve kıza söylemem gerekiyordu. Bakkala İngilizce söylemeye çalıştım ama ne dediğimi anlamadı. Biran aydınlandım ve Türkçe konuşmaya başladım. Meğer bakkal da Azeri Türk'üymüş. Abla daha önce neden Türk olduğunu söylemedin ki dedi. Ben de ne biliyim aklıma gelmedi dedim. En sonunda Fatima'yı aradık, hatta bakkal doğrudan onunla konuştu. 5 dakikaya kadar gelmişti beni almaya.
En sonunda eve varmıştım ve çok mutluydum.   

 










 

13 Haziran 2011 Pazartesi

Bir büyükelçi ile salsa yaptım... KUALA LUMPUR – MALEZYA

13 Haziran 2011
Nelson, sadece 6 ay evvel gelip burada yaşamaya başlamıştı. Ülkesi Venezuela’da petrol mühendisliği okuduktan sonra yıllarca İngiltere’de yaşamış, ardından da buraya ‘tayin’ edilmiş. Süperdi. Tam filmlerden gördüğüm ve aklıma o şekilde yerleşen Güney Amerikalı tiplemesiydi. Yerinde duramayan, sıcak, cömert... Büyük bir lüks içinde yaşamasına rağmen gayet de mütevazi. Kesinlikle bundan sonraki destinasyonum Güney Amerika olacak.
Cumartesi sabah Nelson futbol antremanına gittiğinde ben hala daha uyuyordum. Uzun zamandır ilk defa saat 9’a kadar uyumamıştım. Uyandığımda ve saati gördüğümde bir garip geldi bu yüzden.
‘Kuala Lumpur gezilmez, Kuala Lumpur yaşanır’ mottosu ile kendimi attım sokaklara. Çok düzenli yollarından yürüdüm, kayboldum, ‘yanlış yerlerde gezindiğim’ uyarıları karşısında omuz silkip devam ettim, alışveriş yaptım, alışveriş yapmaya çalışırken aklıma giren o küçük ‘Prada’ şeytanları ile savaştım.
Malezya’nın bu kadar gelişmiş bir ülke olduğunu gerçekten beklemiyordum. Herşeyin bu kadar düzenli olması, yolların, altyapının gelişmiş olması beni cidden çok şaşırtmıştı. Hem gelişmemiş, geri bir ülke bekliyordum, hem de İslam dininin etkisinin çok daha yoğun olmasını... Bir İran veya Suudi Arabistan olmadığı kesindi. Özgürdü. Gerçi orada yaşamadığım ve azınlıklardan olmadığım için sadece dışarıdan değerlendirebiliyordum. Ama en nihayetinde insanlar yaptıklarında özgür davranabiliyorlar gibi geldi: isteyen içki içiyor, isteyen şurup; isteyen domuz yiyordu, isteyen helal, isteyen mini etek giyiyordu isteyen tesettür... Görünürde saygı var gibiydi..
Ama dediğim gibi bu sadece benim algımdı. Malezyalı Çinlilerden Kendra ile sohbet ettiğimde Kennett’te hissettiğim aynı rahatsızlığın olduğunu gördüm. Tam olarak bir ifadede bulunmasalar da ‘evet, birşeyler yanlıştı’ onlara göre. Nelson, burasının bir saatli bomba üzerinde oturduğunu söylerken çok haklı olduğunu düşündüm.
Gece 8 gibi çıktık dışarı. Nelson’un oynadığı yabancılar futbol liginin sezon sonu kupa töreni vardı. Beleş içki yani. Bir iki saate kalmadı ki herkes kardeşlik türküleri söylemeye başladı. Ben de Yunanlı bir amcamla kolkola girip şarkılara katıldık. Ligte oynayan tüm takımlardaki hemen hemen herkes yabancıydı. İran, Çin, İtalya, İngiltere, Avusturalya, hemen hemen her yerden... Benim Türk olduğumu duyunca bir Türk’ün de olduğunu ama birkaç ay evvel Malezya’dan ayrıldığını söylediler.
Herkesin keyfi çok yerindeydi. Çok komik bir şekilde çoğunlukla birbirleri hakkında ne yaptıklarına dair pek birşey bilmiyorlardı. Nelson’a ertesi gün Yunan amcam ile yaptığım ‘KL’yi hiçbir yere değişmem’ muhabbetinş anlattığımda kendilerinin sadece birlikteyken ya futbol oynadıklarını ya da futboldan bahsettiklerini söyledi. Erkekler!
Gecenin en karizmatik adamı ama kesinlikle 60 yaşlarına gelmiş Venezuela Büyükelçisiydi. Lig’te ‘büyüklerin’ oynadığı bir takım da vardı, amcam da burada oynuyordu. Keyifle etrafı izliyor, herkesle muhabbet ediyor, içkisini yudumluyordu. Ülkesinden gelen müzik esintilerini de duymamazlıktan gelmeyerek dans ettik. Bir büyükelçi ile salsa yaptım! İşte buna içilir diyerek geceye salsayla devam etmek üzere Nelson ile ayrıldık.
Kesinlikle Güney Amerika’ya gitmeye karar verdim. Kolombiya’dan tanıştığım o yerinde duramayan, kelimenin tam anlamı ile fıkır fıkır olan o güzel ve güleryüzlü insanları yerinde tanımak zorundaydım. Hayatımda daha önce salsa yapmamıştım, hatta dans bile çok zor ederdim. O gece öğrendim ki partnerin bir Güney Amerikalı olunca herkes salsa yapabilirmiş, fazla kasmaya gerek kalmadan, kontrolü karşındakine bırakarak...
Ama uzun zamandır o kadar içki içmediğimden gece 3’e gelirken ayrıldım ve eve doğru yürümeye başladım. Ayakkabılar ağır gelince çıkardım, yalınayak Kuala Lumpur sokaklarında yürüdüm. İşte o an ‘geri döneceğim’ fikri kafama dank etti. Tüm bu olanları, olacakları bırakıp eve dönüyor olacaktım. Perhentian’da dinlenmiştim ya, yorgunluk hissetmiyordum artık ve bu tatilden sonra yoluma devam edebilecek fiziksel ve zihinsel gücü kazanmıştım. O yüzden şimdi dönüş fikri batmaya başlamıştı. Keyfim çok yerindeydi ve hayatım boyunca söylemekten hep korktuğum ama yol boyunca bu korkunun üstesinden gelip dile getirmekten hiç sıkılmadığım gibi çok da mutluydum.
Sabah uyandığımda gecenin yoğunluğunu hissetmiyordum üstümde. Biliyordum, yolum buna karar vermişti, yolum şu an geri dönmemin uygun olduğunu düşünmüştü. Ona itaat edecektim.
Biliyordum artık ne yapmam gerektiğini hayatımda ve mutluluğumu nasıl devam ettireceğimi... Yolum bunu görmemi sağlamıştı.
Artık son durağıma gitmem gerekiyordu. Sadece 2 günlüğüne. Sadece şimdilik.
Sıra İran’daydı...

11 Haziran 2011 Cumartesi

Kuala Lumpur değil evladım Key El! KUALA LUMPUR – MALEZYA

11 Haziran 2011
Öyle hayat fazla kolay olmasın zaten, yoksa tadı çıkmaz... 10’unda okullar açıldığından dolayı Kuala Besut’tan Kuala Lumpur’a direkt otobüslerde yer bulamayınca Mr. Razak bana iskeleden yarım saat uzaklıkta kalan Pasir Puteh’den geçen bir otobüste yer ayarladı.
Anakaraya geldiğimde daha öğleden sonraydı. Gece 10’a kadar oyalanmam gerekiyordu, yine. Önce balıkçı kasabası olan bu Kuala Besut’ta biraz zaman geçirdim. Ama sırtımdaki çantayla çok zor olacağına karar verince otobüs durağına gidip beklemeye başladım.
Yarım saat beklememe kalmadan otobüs geldi. Şoför amcanın arkasına oturdum. Sohbet ede ede Pasir Puteh’e geldik.
Tüm kasabadaki tek beyaz bendim yine. Önce biletimi hallettim, ardından çantamı otobüs firmasının yazıhanesine bıraktıktan sonra kendimi kasabanın boş sokaklarına vurdum. Fazla büyük ve ilginç bir yer olmadığından terminale dönüp film seyrettim. Sabahın kaçında Kuala Lumpur’a varacaktım hiçbir fikrim yoktu. Ama sabah 7’de bu büyük şehirde beni misafir edecek Nelson’da olacaktım.
Otobüste ne kadar üstüste giyinsem de kapatılamayan klima yüzünden dondum ve soğuktan ilk defa gözüme uyku girmedi. Sabah 6’da Kuala Lumpur’a vardığımızda gözlerimin altı morarmış, ‘uyku, biraz uyku’ şeklinde yollarda hem yürüyüp hem de dileniyordum.
Terminalden en yakın LRT (Light rail transit) istasyonuna gittim. Birkaç durak sonra inip bu sefer MR (Monorail) istasyonundan gideceğim durağa vardım. MR, şehir merkezi güzergahı üzerinde yoğunlaşan, köprü üzerine yerleştirilen raylarda havada giden tek bir vagon ile yapılan toplu taşıma sistemiydi. Havada gitmek keyifliydi.
Venezuelalı Nelson, şehirmerkezinde bir Alışveriş Merkezi’nin rezidansında kalıyordu. Meğer o alışveriş merkezi şehrin en elit merkeziymiş, oraya vardığımda en kolay yolun AVM’nin içinden geçip gitmek olacağını düşündüğümden doğruca bekçinin yanına gittim. Daha AVM açılmadığından kapılar kapalıydı. Rezidansa geldiğimi söyleyince, üzerimdeki artık yıpranmış ve delikleri olan şalvar ve elbise kreasyonumu hiçe sayıp hazırol pozisyonuna geçtiler. Rezidans kapısına kadar bana eşlik ettiler. Kapının orada başka bir görevli gelip bu sefer beni içeri aldı. Kayıt yaptırdım, pasaport numaramı yazdım ve en sonunda imzamı da atarak asansörlere vardım.
Nelson’u tam işe gitmek için evden çıkarken yakaladım. Ayaküstü birkaç cümle kurduktan sonra bana evi bırakarak gitti ve ben de doğruca kendime kahve hazırladım.
Balkona çıktığımda ve manzarayı gördüğümde düşündüğüm tek şey yolumu Colombo’da bir rezidans ile açtığım, şimdi de Kuala Lumpur’dabir rezidans ile sonlandırdığımdı. Cidden yol tesadüflerle şaşırtmayı seviyordu.
Her ne kadar uykusuz olsam da kendimi dışarı attım. Önce kardeşime söz verdiğim telefon için biraz etrafa bakınacaktım. O işi yaptıktan sonra da artık etrafta boş boş dolaşıp, insanları ve herkesin kısaltarak Key EL dedikleri bu şehri yaşayacaktım.
Dev bir alışveriş merkezi idi burası. Her tarafında yemek restoranları, kafeleri, atıştırmalık tezgahları, pastaneleriyle, dünya markalarından yerel firmaların eşyalarını satan küçüklü büyüklü bir sürü mağazasıyla gördüğüm en büyük alışveriş merkeziydi. Gökyüzüne baktığımda camdan bir fanus görmeyi beklemeye dahi başladım bir noktada. Herkes sokaklardaydı, ellerinde poşetleriyle... Kültür, göz şekli, ten ve saç rengi gözetmeden Louis Vuitton’undan Zara’sına, Starbucks’ından bilmem ne Hint mutfağına kadar caddelerdeydi.
6 aydır hiç alışveriş yapmamış bir insan olarak ilk başta bu tüketim çılgınlığına siper ettiğim görünmez kalkanımımı kontrol etmekte bir hayli zorlandım. Vitrinlerdeki her ayakkabı, çanta, kıyafet benimle konuşmaya başladı. Bir de o kadar akıllıca ve yerinde laflar ediyorlardı ki şeytana uymamak imkansızdı. ‘Dönünce iş görüşmelerine gideceksin, benimle dolabındaki o eteği kombine edersen harikalar yaratırsın’, ‘Bak en son aldığın çantanın ne kadar kullanılabilir olduğunu bile hatırlamıyorsun, beni al, en azından için rahat etsin’... Bu tatlı tatlı kulağıma gelen cümleler, histeri krizine girip bağrışmalara dönünce eve gitmeye karar verdim.
Gece dışarı çıkacaktık, her yerde çok duyduğum bir gece hayatı vardı bu büyük şehrin. Deneyimlemek gerekiyordu tabi ki. Biraz uyuyup başağrısı ile uyandığımda Nelson hazırlanıyordu. Ben de hazırlandım.
Bizi gelip Kennett aldı. Çinli Malezyalılardan. Yanında bir de yeni buraya taşınmış İspanyol Natalia vardı. Hep beraber önce yerel bir Çin restoranına gittik. Yereller arasında bir hayli popülermiş. Erişte çeşitleri hemen masayı süsledi. Kennett, Malezya’da doğup büyümüş bir Çinli olarak yeni ‘göç eden’ Çinlilerden pek fazla hoşlanmıyordu. Burada da fahişelik çok yaygındı. Hatta erkekler yalnız yürüdüklerinde mutlaka ‘kadın satıcıları’ tarafından yollarından çevrilip ‘Abi hatun ister misin?’ misali durduruluyorlarmış. Genelde etraftaki masaj salonları da bu işler için paravan olarak kullanılıyormuş.
Yemekten sonra beni biraz da gezdirmek için önce şehrin sembolü olan ve geceleri kimbilir kaç milyonluk ampullerle aydınlatılan Petronas Kuleleri’ne götürdüler. Gündüz vakti şehrin her tarafından görülüyordu bu ikiz kuleler, geceleri de şehrin her tarafına ışık saçıyordu. Amerika’daki 11 Eylül olaylarından sonra İkiz kulelerin burada şehrin sembolü olması komikti, belki de trajik. Zaten Petronas’a Perhentian’dan dolayı kızgınlığım da had safhadaydı. Ama yine de uslu bir hatun olup tek kelime etmedim, Kennett gururla ikiz kulelerini izlerken.
Ardından da Mercado denilen yere götürdüler beni. Malayların daha ziyade takıldığı bir meydandı, özel olarak ışıklandırılmış. Bir polis gelip bir uyarı yaptı ve yaptığı anda tüm çevredeki insanlar meydanı boşalttı. Bizde olsa bu kadar kısa zamanda bir yerin boşaltılması hayatta mümkün olmazdı.
Şu KL gece hayatını yaşamak için de en sonunda barlar sokağına gittik. Nelson ile karşılıklı Şili şarabıyla dolu kadehlerimizi tokuşturduk. Acayip güzel geldi...
Cuma gecesi, Cumartesi gecesinin kısa bir jeneriği olduğunu söyledi Nelson. Sabah erken kalkacaktı, yabancıların kurduğu futbol liginde oynuyordu ve her Cumartesi sabahları idmanı oluyordu. Benim de geceyi erken bitirmek işime geldi, zira yorgundum, uykusuzdum, yatak özlemindeydim...
Yine de eve döndüğümüzde saat geceyarısı 2.30’du.

10 Haziran 2011 Cuma

Planladığımdan fazla dinlenince... PERHENTIAN – MALEZYA

10 Haziran 2011
Kaplumbağa Koyu denmesinin nedeni elbette devasa Green and Hawksbill kaplumbağalarının geceleri buraya gelip yumurtalarını bırakmalarıymış. O kadar güzel, sakin ve ıssızdı ki kaplumbağaları anlamamak mümkün değildi. Ben de olsam ben de yumurtalarımı buraya bırakırdım kesin. Her ne kadar adanın korunması için büyük çaba gösteriliyor olsa her sene daha da az yumurta bırakıyorlarmış; çevre kirliliği ve özellikle de petrol sızıntısı, Malezya’nın en büyük petrol üreticilerinden olan Petronas’ın lokasyonu pek de uzak değilmiş nitekim. Bunu duyduğumda Kuala Lumpur’a yaptıkları ve şehrin simgesi haline gelen ikiz kuleleri alıp ... dedim.  
Gittiğimde koyda tek başınaydım. Koskoca koyda beyaz kumların üzerinde palmiyelerin altında bir ben, denizde yüzen bebek köpekbalıkları, uzaklarda gece olmasını beklediklerine inandığım kaplumbağalar vardı. Tabi ki önce kumlarda yuvarlandım, iyice kumlara bulandıktan sonra kendimi denize atıp bebek köpekbalıklarının gittikleri yönde bacaklarımla yollarını kesip onlarla oyun oynadım. Evet, çocuklar gibi şendim.
Genelde dalma, şnorkelle gezinme, muza binme, hatta uzun süre denizde yüzme gibi aktivite adamı olmadığım halde kaldığım günler boyunca denizden çıkmadım. Hayatımda bu kadar uzun süre denizde kaldığımı hatırlamıyorum açıkçası. Ama bir türlü çıkamadım. O kadar güzeldi ki, hele denizden kaldığım yeri ve arkasındaki cangılı seyretmek...
Turtle Beach
Tabi böyle düşünen bir tek ben değildim. Hatta yerel turistler de bu şekilde düşünüyordular ki kısa tatillerinde bile buraya gelmişlerdi akın akın. Başları kapalı ablaları, sakallı ve takkeli abileri görünce önce çekindim bikini ile etrafta dolaşmaya. O yüzden de Malaylara sordum bir problem olur mu diye. Turist olduğumdan kimse yadırgamayacağını söyleyince pek mutlu oldum. Bir de Türk olduğumu bilseler, evlenmeyeceğim dediğimde aldıkları surat ifadesinden de garip bir ifade olurdu herhalde.
Ama yine de hoşuma gitti bu hoşgörüleri. Ne yadırgayıcı bir söz, ne küçümseme ile bir bakış, hiçbir şey... Kadınlar, her zamanki güleryüzlülükle selam vermeye devam ettiler. Adamlardan da hiçbir şekilde rahatsız edebilecek bir bakış görmedim. İç rahatlığı ile denizimden de güneşimden de yararlandım.
Adam & Eve Beach
Tabi burada karşılaştığım gezginler de farklıydılar, gerçekten de turist kafasında olmadan geziyorlardı. O yüzden çok rahat ettim. Bir tek esasen Fransız olup ama yıllardır Almanya’da yaşayan Roland tatildeydi. O da zaten artık 60 yaşını devirdiğinden sırt çantasıyla dünyayı gezme kafasından bir hayli uzaktı. Ama dünya tatlısıydı. Kız arkadaşının annesi ve babası Türkiye’de doğum büyümüşlerdi. Mübadele yıllarında İzmir yabancılardan arındırılınca onlar da Almanya’ya dönmüşlerdi. Ama hala evlerinde Türkçe konuşuluyormuş ve gerçekten de Türkiye aşıklarıymış. Dolayısıyla Roland da seneler boyunca birçok kez ziyaret ettiğinden çok iyi biliyordu ülkeyi. Gelmediği zamanlarda da Münih’teki Türk mahallesinden alışverişlerini yapıyormuş.
Adam & Eve Beach
Bir de Nikki vardı. 40 yaşlarında İngiliz bir hatundu. O da işinden ayrılıp vurmuş kendini yollara. Daha yeni başlamış sayılırdı yolculuğuna, 3 ay olmuştu, ama çok daha uzun süreli olacaktı, benden de. Eski bir polis olunca yine de tüylerim bir ürperdi, hele ki bir de iri yarı eski bir polis olunca...
Tekneye binip turkuvaz rengindeki denizden Kuala Lumpur’a doğru yola çıktığımda, gözlerim yolumda bir yeri bırakırken ilk kez buğulandı. Saatlerce Roland ve Nikki ile birbirimize el salladık. Dünyanın en garip 3’lüsünü oluşturmuş olmamıza rağmen...
Artık dönüşü iyice hissediyordum. Hatta çantam da hissediyordu. Gittiğim her yerde birşeylerimi elden çıkarıyordum; ya birilerine veriyor ya da çöpe atıyordum. Kuala Lumpur’a yola çıktığımda çantamın yarısını çoktan elden çıkarmıştım. Geri kalanların da sonu aynı olacaktı...
Perhentian sonunda 5 gün boyunca çok dinlenmiştim. Enerjimi geri kazanmıştım. Ama artık çok geçti. Dönüş yoluna girmiştim ve bu karardan dönüş yoktu.
 

Bebek köpekbalıkları ile yüzdüm... PERHENTIAN – MALEZYA

Kuala Besut
10 Haziran 2011
Otobüs, Perhentian Adaları’na teknenin kalktığı Kuala Besut’a kadar gitmeyecekti. Sabahın 4’ünde Jerteh’de bırakacak, ardından da 2-3 saat otobüs bekleyecektim yine.
Yol gözümde büyüyordu ama yapacak da fazla birşey yoktu. Bu adalar hakkında çok fazla tavsiye almıştım. Dönüş yoluma geçmeden evvel buraya gelmem ve sistemimden çıkarmam gerektiğini biliyordum.
Büyük ve küçük olmak üzere iki ada vardı. Malezya’nın kuzeydoğusunda olduğundan dolayı özellikle Taylandlılarla yapılan ticarette ‘durak noktası, bekleme yeri ’ olduğundan dolayı Perhentian ismini almış. Turizm cennetine dönüşünceye kadar da burada yüzyıllarca yıl balıkçılık yapılmış, ama ulusal deniz parkı ilan edilince balıkçılık da, sahillerindeki mercanların toplanması da yasaklanmış.
Nedense bir heyecan basmış, tam otobüsün yanında sigara üstüne sigara içmeye başlamıştım ki Türkçe sesler duydum ve duyduğuma da inanamadım... Malum yurtdışı hemşeri durumu cereyan edince hemen muhabbete daldım. Almanya’da yaşayan bir aileymiş, anne ve kız, bir de kuzen. Grupta iki kişi daha varmış ama onlar adadaymışlar. Kız, Elif, Penang’ta 6 ay boyunca staj yapmış. Stajını bitirince geri dönmeden evvel ailesini ağırlamak istemiş. Anneye bayıldım. O ne enerjiydi... Kadın 50 yaşlarındaydı ama içinde cidden bir genç kız vardı, yerinde duramıyordu, ışıl ışıldı.
Hemşerilerimle karşılaşmak çok iyi geldi. Otobüs şoförü yanımızda gelip kafa başı 10 ringit daha verirsek bizi adalar iskelesine kadar bırakacağını söyledi. Biz de üzerine atladık teklifin tabi ki.
Sabah 5 gibi en sonunda Kuala Besut’taydık. Otobüsten iner inmez tekne bileti satmak için acentelerden birileri başımıza üşüştü. 70 RM’ye sattıkları biletleri 60 RM’ye kapattım. Fazla uğraşmam gerekmedi gerçi, sadece Malay bir arkadaşımın bilet fiyatı için 60 RM dediğini söylediğimde iş bitti. Zaten pazarlık yapabilecek halde de değildim hani...
Çantaları acentaya bıraktıktan sonra açık bir restorana oturduk. Roti Canai yedim, dal ile birlikte, sabah kahvaltısı niyetine.
Coral Beach
7’de tekneye binmek üzere iskeleye geldik. Beklentim bizim şehirhatları vapurları misali bir gemi gelecek ve bizi alıp götürecek. Ancak ‘hızlı bot’ dedikleri şey, bizim bildiğimiz sürat teknelerinin bir iki boy büyüğü çıktı. Zaten 12 kişiden fazla müşteri almaları da yasakmış. Hatta birkaç batma olayı yaşandığından dolayı devlet ciddi şekilde teknelerin takibini yapıyormuş.
Koruma altında olduğu için adalara girişte ‘park ücreti’ ödedik, kafa başı 4 RM. Artık kimin cebine gidiyorsa bilemiyorum, zira bize karşılığında verilen makbuzların tarihinde 2010 ibaresi vardı. Neyse şimdi milletin günahını almadan yazıma devam edeyim.
Tekneye kendimizi atar atmaz hemen can yeleklerimiz verildi ve demir alındı. Ben daha nerde kalacağımı tam bilmiyordum. D’Lagoon diye bir yere rezervasyonumu yaptırmıştım ama önce diğer koyları görüp ona göre karar vermek istiyordum. O yüzden herkesle birlikte ben de Coral Beach’de indim.
Bu ne ya dememek elde değildi, zira çok güzeldi. Tabi sahil boyunca bir sürü otel vardı ama en azından ‘sahilin konseptine uygun mimaride’ olduklarından göze batmıyordu. Ancak buralarda kalmak da malesef pahalıydı. O yüzden fazla oyalanmadan ‘Long Beach’e gittim, 10 dakikalık cangılda bir yürüyüşün ardından vardığımda hayal kırıklığı oldu. Coral Beach’in o cennet atmosferinden eser yoktu. Yeşillik azdı, otellerin ve insanların sayısı fazlaydı, büyüktü ve her adım başı deniz taksilerinin ‘taksi madam’ naraları süslüyordu.
D’Lagoon’un en azından kendine özel bir koyu olduğunu biliyordum ve oraya gitmeye karar verdim. Önce yürürüm dedim ama 1 saatlik yokuşlu bir parkur olduğunu görünce denize doğru elimi uzatıp ‘Taksi’ diye bağırdım.
Long Beach koyundan çıkıp D’Lagoon’una döndüğümüzde yine doğru bir karar verdiğimi anladım. Evet, çok uzaktı partilere, eğlencelere... Ama allahaşkına artık kimin umrundaydı!
Mr. Razak ailesi ile birlikte D’Lagoon’u işletiyordu. 50 yaşlarında Malay bir amcaydı, tüm çalışanlar ona baba diyordu. Güler yüzü ile karşıladı beni. Sabahın 8’i olduğundan daha check out yapılmamıştı. O yüzden beklemeye koyuldum. Mr. Razak amca beni heme diğer misafirleri ile tanıştırdı. Kuala Lumpur’dan haftasonu kaçamağına gelen çok güleryüzlü, daha üniversite öğrencileri olan iki Malay’ın yanına oturdum. Bana Malezya’daki son durağım olacak Kuala Lumpur konusunda bir iki fikir verdiler, onun dışında gündelik hayatlarından ve benim yolculuklarımdan bahsettik.
Malezya ekonomisinde turizm çok önemli olduğu halde hala ‘gezgin’ kafasıyla dolaşanları anlayamıyorlardı. ‘Onu yaptım, burayı gördüm, bunu yedim’ gibi her cümle kurduğumda gözlerinden şaşkınlıklarını rahatlıkla anlayabiliyordum. Bunu tasvip etmediklerinden dolayı değil aslında, sadece bunun yapılabileceğini bilmediklerinden. Bir zamanlar ben de bilmiyordum zira...
Yatakhane hazır olunca, hemen çantamı alıp yatağa gittim. Üzerimi değiştirip denizle tanışmaya hazırdım. En sonunda, Tayland’da bile es geçtikten sonra, iç rahatlığı ile denize girecektim. Artık yaram tamamen kapanmıştı ve korkum yoktu. En güzeli ise, bacak ve ayaklarımdaki milyonlarca sivrisinek yaralarına da tuzlu su ilaç olacaktı.
Denize girdiğimde cidden gözlerime inanamadım, bir su bu kadar mı şeffaf olur, derinlere gittikçe bile denizin dibindeki o balıklar renklerine kadar rahatlıkla seçilebiliyordu... Tevekkeli değil dünyanın şnorfkerle yüzülen en güzel yerkerinden biri olarak nitelendiriliyor. Denizden çıkınca cangılın içinden 5 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde Kaplumbağa Koyu, 10 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde de Adem ve Havva Koyu olduğunu öğrendim. Bunları keşfetmek için ertesi günü bekleyecektim. Zira denizden çıkar çıkmaz beyaz kumların ve mercanların arasında uyuyakaldım.
 

4 Haziran 2011 Cumartesi

Gönül rahatlığıyla Hint mutfağını sokak tezgahlarında tatmak... PENANG – MALEZYA

4 Haziran 2011
Yemek yemek yemek yemek... Her daim yemek. Malacca’da yemek, Ipoh’ta yemek, Kuala Lumpur’da yemek ve elbette Penang’ta yemek...
Penang mutfağının en popüler yemekleri kızarmış pirinç eriştesinden yapılan Char Koay Teow, erişte çorbası ve balık ikilisinin dans ettiği Laksa ve özel bir pilav olan Nasi Kandar’dı. Yemeğin üstüne ya da yamacına mutlaka bir parça da et konuluyordu; balık, tavuk, domuz, sığır vb.
Sadece Malay mutfağı sokak modasını oluşturmuyordu tabi ki, Hint tezgahlarından sokağa yayılan baharat kokularını da es geçemedim nitekim. Hindistan’da cesaret edemeyip pek fazla kendimi yemeğe verememiştim, malum gıda zehirlenmesi korkusundan, ama burası öyle değildi, Penang’ın Hint mahallesinde gezerken kendimi Hindistan’da geziyormuş gibi hissettim, müzikler, sariler, mağazalar, insanlar... Ama tabi ki çok daha temizi ve o yüzden de gönül rahatlığı ile kendimi yemekle ödüllendirdim.
Gündüzleri Joolz işte olduğundan çoğunlukla tek başıma gezdim tüm adayı. Buraya gelmeden evvel içkinin yasak olduğunu duymuştum, ama yalanmış. Sadece diğer ülkelere göre içki çok daha pahalı, hatta Avrupa’dan bile pahalı. Ama bu insanları içmekten alıkoymuyordu tabi ki. Georgetown’un ünlü Ciulia Caddesi geceleri ışıl ışıl oluyor, sadece gece kurulan yemek tezgahlarından yayılan binbir çeşit yemek kokusu barlardan yükselen insan sesleri ile ahenkle dans ediyordu. Tabi bir de özellikle Georgetown’da Penang belediyesinin ücretsiz kablosuz internet hizmetinden de bol bol istifade ettim. Ben de bu belediyelerden istiyorum mümkünse!
3 gece kaldım burada. Ama bu çok fazlaydı. 2 gün yetip de artardı. Dinlenmiş oldum diyelim, ama daha da dinleneceğim ve dönüş yoluma geçmeden tatil yapacağım, methini çok duydum Perhentian adalarına gitmek için en sonunda ayrıldım. Önümde 7 saatlik bir gece yolculuğu vardı. Şehrin merkezindeki terminale giderken otobüste Malay bir çocukla tanıştım. Burada 3. cümleden sonra ilk sordukları facebook adresim oluyordu. Neyseki ‘yoksay’ diye bir tuş vardı, çok da arkadaş canlısı olduğum söylenemez...
Perhentian çok pahalı olduğundan otobüs terminaline çantamı bırakıp bırakmaz bir süpermarkete gittim. 5 gün beni idare edebileceğini düşündüğüm ekmek ve muz aldım. Kuala Lumpur’a kadar Malay mutfağı olmadan da yaşayabilirim dedim. Devir tasarruf devri.
Her zamanki gibi otobüse çok erken bir saatte gittiğimden etrafta oyalanmaya çalışırken ortak bir arkadaşımızın vasıtasıyla Mun ile buluşmaya karar verdim. Öğle yemeği için buluştuk. Malay olmasına rağmen ‘parti adamı’ olan Mun da Perhentian’a gelecekti. Resmi makamlara tur rehberliği yapıyormuş. Uzun uzun kültür ve Malezya hakkında muhabbet ettik. Malezya’da toplamda 13 eyalet ve 3 de federal bölgesi bulunuyormuş.
Tayland’a toprak sınırı olan Anakara’ya Malezya yarımadası deniyordu, anakaranın güneydoğusunda da Brunei ve Endonezya ile paylaştığı Borneo adası vardı. Yarımadanın güneyindeki Singapur’la 2 köprüyle birbirine bağlanıyordu. Diğer komşuları ise deniz yoluyla bağlandığı Filipinler ve Vietnam’dı.
İngilizler gittiklerinde 1946’da önce Malay Birliği olmuşlar. Ardından da Sabah, Sarawak ve Singapur’la birleşerek 1963’te Malezya’yı kurmuşlar. Singapur, 2 sene sonra ayrılıp özgür bir eyalet olmuş. Belki de bu mazilerinden dolayı Singapurluların Malay denince tüyleri diken diken oluyordu...
Mun en sonunda beni otobüs terminaline bıraktığında, otobüse bineceğim ve en önemlisi de gözlerimi kapatıp direkt uykuya dalacağım saati iple çekmeye başladım...

 

 

 


 

1 Haziran 2011 Çarşamba

Pulau Pinang, yani Penang... PENANG - MALEZYA

1 Haziran 2011    
Kalma parası vermemek için gece otobüslerine biniyordum. Ama yolculuklar Hindistan’daki gibi saatlerce sürmediğinden 7 saatte gideceğim yere varıyordum.
Malacca’dan saat 10.00 otobüsü ile ayrıldım, Penang’a vardığımda sabah 4’tü. Yerel otobüsler çalışmıyordu daha ve şehrin ‘kalbi’ olan Georgetown’a gitmek için terminalde beklemeye başladım.
Ama tek başıma değildim. Benimle aynı otobüste gelen birkaç yabancı daha vardı. Hepimizin yönü belliydi. Hep beraber oturup beklemeye başladık. İlk otobüsün 6’da kalkacağını söylediler ya da 7. İlk bir iki saat muhabbet ettik yanımdaki iki Japon kızla. Onlar bu tarafa sadece bir aylığına kaçabilmişler. Hızlandırılmış turdaydılar. Yorgunluk üzerimize iyice çökünce sesimiz soluğumuz da iyice kesildi.
Önümüzden bir sürü otobüs geçiyordu, ama hiçbiri Georgetown’a gitmiyordu. En sonunda otobüse bindiğimizde saat 7.30’du.
Burada ise Joolz’da kalacaktım. Joolz , yarı İranlı yarı İngiliz, İngiltere’de doğu büyümüş 8 sene Ko Phangan’da yaşadıktan sonra da buraya yerleşmişti. Geldiğimde mesaj atacaktım ona. Ama ne zaman denesem mesajlarım ulaşmıyordu, en sonunda email atıp beklemeye başladım.
Kablosuz internet vardı. Tüm şehirde ve otobüslerde bile. Ama bilgisayarımın şarjı bitiyordu. Bilgisayarımı şarj edebilmek için bir kafeye girdim. Tam şarjı taktım ki benden saatine 2 RM istediler. Hade leyn dedim. Bu küçük hesaplar beni cidden benden alıyordu...
Penang, Malezya’nın Kuzeybatısın’da yer alan bir adaydı. Büyükçe. Ana kara ile bağlantısı Butterworth’tendi. 8,4 km’lik bir köprüyle birbirine bağlanıyordu. Adada güzel plajlar vardı ama Malay, Çin, Hint ve Avrupa etkisindeki kültürel tarihinden dolayı Unesco’nun Dünya Mirasları listesindeydi. İkinci dünya savaşı öncesi everi ve dükkanları, 19. Yüzyıl kiliseleri, tapınakları, camileri ve sömürü binaları ile özellikle başkent Georgetown’un ‘turist’ yeriydi. Bir de ‘yemek’ ve mutfak çeşitliliği...
1786 yılına kadar Malay Sultanlığı olan Kedah’ın toprağıymış. İngiliz Francis Light gelip British East India Şirketi’ne adanın devredilmesini sağlamış. Böylece Malacca ve Singapur ile birlikte üçüncü İngiliz boğazı olmuş.
Zaten Georgetown da Büyük Britanya Kralı 3. George’dan ismini almış. Şu anda Penang Malezya’da ekonomik bakımdan 3. büyük ve Çinlilerin çoğunluğu oluşturduğu eyalet.  
Herkesin kolaylıkla İngilizce konuşuyor olabilmelerinin nedeninin bu ‘çoğunluk’ azınlık olduğunu en sonunda Penang’a gelince anladım.
Joolz, Ache isimli bir Malay’ın yanında kalıyordu. Yolculuğumun başından bu yana en ilginç ‘ev’ deneyimini yaşayacağım kesindi. Zira kaldığım yer, bir harabeydi. Restore edilmesi gereken tarihi bir bina. Bahçe kapısından içeri girildiğinde once Ache’nin odası karşıladı bizi. 2 tarafı açık, üstü kapalı, aşağı yukarı 16 metrekarelik bir oda. Bahçeden arka tarafa geçtiğinde Joolz’un odası vardı, 3 tarafı kapalı ve önü açık. Yanındaki oda da benim oldu.
‘Ev’de sadece duş vardı. Ne elektrik, ne tuvalet, ne de mutfak. Zorlu bir 3 gün olacaktı, ama bir yandan da hoşuma gitmişti. Beni zorluyordu ve nedense bundan zevk alıyordum.
Ache, senelerce askerlik yapmış, dünyayı gezmiş, şimdiyse sokak sanatçılığı yapıyordu. Tezgahı vardı ana caddede. Turistlere resim, kartpostal satıyordu. 60 yaşını devirmişti ama en fazla 40 gösteriyordu. Pek fazla mutlu olduğu söylenemez, gezmek istiyordu ama bunu yapabilecek hiç parası yoktu. Joolz, Ache ile Tayland’da yaşadığı dönemde vize yenilemek için Malezya’ya giriş çıkış yaptığı zamanda tanışmıştı. Ülkeden ayrılmaya karar verdiğinde de Ache gelip onun yanında kalabileceğini söyleyince buraya yerleşmişti. Ama bir süreliğine. Sonsuza kadar kalmayı düşünmüyordu, biraz para biriktirip önce İngiltere’ye dönecek, oradan da artık başka yerlere gidecekti.
Georgetown’da gezmeye başladık. İngiliz tipi mimarisi ile Londra’yı karşımda bulmuştum sanki. Penang tarihçesinin anlatıldığı müzeyi ziyaret ettikten sonra kültür biraz daha anlam kazandı. Önce bu ada Malay Sultanlığı’ndan İngiliz firması tarafından kiralanmış. Sonrasında da sultan kira parasına zam yapılmasını beklerken bir de bakmış ada İngilizlerin olmuş. İlk jenerasyon Çinliler, ticaret için gelmişler, ardından İngilizler Hintlileri çalıştırmak için getirmiş, sonrasında Çinlilerin ikinci jenerasyonu ‘işçi’ konumunda gelmiş, belli bir süreliğine, hep geri döneceklerini düşünmüşler, ama ne mümkün! Malaylar da zaten yerel halkı oluşturduğundan hep beraber yaşamaya başlamışlar. En hoşuma giden kısım ise hepsinin ayrı bir dini olması ve beraberce yaşayabilmeleri. Aynı sokakta Çinlilerin Budist tapınağı, İngilizlerin kilisesi, Hintlileri Hindu tapınağı ve Malayların da camisi... Aynı sokakta Çinli kısacık şortlu kızlar, gündelik kıyafetli beyazlar, sarili Hintliler ve kafası örtülü müslüman kadınlar... Oluyormuş demek ki!
Şehrin tam ortasında 70’lerin ortasında yapılmış ve şehrin simgesi olmuş Komtar denilen gökdelen yükseliyordu. Binanın üst katlarında iş yerleri, alt katlarında da mağazalar vardı. Hatta otobüs durağı bile buradaydı.Tabi şimdi milyonlarca olan alışveriş merkezlerinden sadece bir tanesiydi. Popülerliğini rekabetle yitirmişti.