31 Mayıs 2011 Salı

Malacca’da malak gibi yatmak... MALACCA – MALEZYA

31 Mayıs 2011
Fazla büyük bir yer değildi. Çok şirindi. Portekiz’lerden miras St. Paul Kilisesi, Hollandalılar tarafından tekrar inşa edilen St John Kalesi, Portekizlilerin ilk ayak bastığı limanın oradaki Portekiz Meydanı, Malezya’nın en eski Katolik kilisesi olan ve 1700’lerde Hollandalılar tarafından yaptırılmış olan St. Peter’s kilisesi ile, tapınakları ve camileri ile kendine özgü, karışık mimari çizgileri olan sevimli bir yerdi.
Jonker Sokağı’na gidip yol boyunca uzanan tezgahları gezdim. Yemekler, hediyelik eşyalar, antikalar, Malezya’nın en ünlü meyvası olan Durian’dan yapılan binbir çeşit atıştırmalıkları ile turistik bir caddeydi. Durian Güney Asya’nın her tarafında bulunuyordu. Ama burada meyvaların kraliçesiydi. Çok keskin bir kokusu olduğunda Tayland’da otellere götürmek yasaktı. Tadını tarif etmek zor, ilk yediğimde beğenip beğenmediğimi anlayamadım, ikincisinde de... Üçüncüsüne de hiç zamanım kalmadı, zira halen daha tadına bakmadığım bir sürü meyva vardı.
Turistik yerlerden uzaklaşıp banliyölere gittikçe yerel insanlarla konuşmaya başladım.
Hepsi güleryüzlüydü ve konuşmaya çok hevesli. Beklentisizdiler. Bana gerçekten de birşey satmaya çalışmıyor, sadece yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Tabi bir de benim de müslüman bir ülkeden geldiğimi duyunca daha da bir ilgileniyorlardı. Türkiye onlar için cidden garip bir ülkeydi. Müslümandı ama karşısındaki hatunun mini eteği vardı, başörtüsü de yoktu.
Konuştuğum herkesin üçüncü sorusu mutlaka evli olup olmadığımdı ve akabinde ne zaman evleneceğim. Evlenmeyi düşünmüyorum dediğimde suratlarının aldığı ifadenin fotoğrafını çekmek çok isterdim. Ama kabalık olacağını düşündüğümden yapmadım. Gerçi artık kültürel farklılık ve kabalık arasında çok ince, hatta üzerinde çalışılabilecek bir fark olduğunun çok iyi farkındaydım ama yine de...
Evlenmek herşeydi. Belli bir yaşa gelince mutlaka evlenilmesi gerekiyordu. Penang’a gitmek üzere otobüs terminaline gittiğimde tanıştığım 18 yaşındaki güzeller güzeli Malay kız da aynı şeyi söyledi. Hatta ancak evlendiğinde başını kapatıp kapatmayacağına karar vereceğini de ekledi.
3 gün kaldığım Malacca, Malezya’yı sloganlarında da dediği gibi anlattı. Ama yine de tam değil. Çevre gezileri, müze ziyaretleri, havuz etkinlikleri ve tek başıma zaman geçirme lüksünü de yaşadıktan sonra başka bir ‘Kültür ‘ şehrine gitmek üzere oradan ayrıldım... Cebimde Malacca sokaklarında, otobüslerinde tanıştığım bir sürü insanın cep telefonlarının bulunduğu ve nerdeyse zorla verdikleri kartvizitleri de malesef çöpe attım.


 
 
 

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Malacca’da Portekiz hatırası... MALACCA – MALEZYA

28 Mayıs 2011
Sabah sınıra vardığımda bitkindim. Biran önce ne olacaksa olsun şeklinde sınırdan sınıra hızlı hızlı yürüyordum. Cumartesi sabahı olduğundan, herkes haftasonunu Malezya’da geçirmek için geldiğinden çok fazla pasaport kontrol kuyruğu vardı. Beklemek pek de sağlıklı değildi, en azından o gün benim için...
En sonunda sıra bana geldiğinde mektupla birlikte pasaportumu uzattım ve çılgınca aklıma gelen herşeyi sıraladım: ‘Dün burada pasaportum koptu, büyükelçiliğe gittim, pasaportumu yenileyemediler ama bu mektubu verdiler. 13’ünde Kuala Lumpur’dan İran’a uçağım var ve Malezya’yı cidden çok görmek istiyorum’
Memur bana baktı, dediklerimi tekrarlattı, amirine gitti ve 90 günlük giriş iznimi bastı.
Memuru neredeyse kucaklayacaktım... Neyseki sadece 97 kere de olsa teşekkür etmekle yetindim.
Bu sefer de sevinçten ağladım.
Tüy gibi hafif hissediyordum kendimi. Johor Bahru’ya götürecek otobüsü bekledim, terminalden başka bir otobüse binip Malacca’ya gidecektim.
Malezya da eyaletlerden oluşuyordu. Buraya gelinceye kadar halkın sadece koyu Müslüman Malaylardan oluştuğunu düşünüyordum. Yanılıyormuşum. Nerdeyse Malay kadar Çinli, Hintli vardı. Bir de bunlara ek olarak Çin ve Malay melez ırkı Nyonyalar bulunuyordu. Nyonyalar özellikle çok ilgimi çekti. Çinliler buraya iş için geldiklerinde Malay’larla evleniyorlar ve ortaya da kendine özgü yemekleri, gelenekleri ve görenekleri olan bir topluluğu oluşturuyorlar.
Malacca’da da bu 4 halkın yanısıra Portekiz ve Hollanda kökenliler de vardı. Aslında bir Osmanlı tarafından sömürülmemiş, İngilizler 1820’li yıllarda himayesi altına almış, Japonlar da 2. Dünya Savaşı sırasında istila etmiş burayı. En sonunda ancak 1963’te Malezya’nın toprağı olmuş.
2008 yılında da istila edenlerin bıraktıkları mimari yapılar dolayısıyla Unesco tarafından Dünya Mirasları listesine alınmış. Dolayısıyla turizm ekonomik gelirleri arasında bir numaraya oturuyordu, sloganları ise ‘Malacca’ya gelin, Malezya’yı görün’ şeklinde tüm Malezya kültürünü bu küçücük yerde yansıttıklarını iddia ediyorlardı.  Turizm dışında da yiyecekten diğer tüketim malzemelerine kadar, yüksek teknoloji silahlardan, otomotiv sanayi ürünlerine ve elektronik parçalarına kadar herşeyin üretimi de vardı.
Aslında gerçekten çok ilginçti. Gezdiğim ve gördüğüm yerler arasında ilk defa bir turistik aktivite olarak sömürüldükleri ülkelerin kendilerine bıraktıkları mirasları geziyor olacaktım. Buna en yakın Laos Luang Phabang olabilirdi, ama onda da sadece Fransa izleri vardı, gururlandıkları ise kendi tapınakları ve saraylarıydı. Fransızların onlara bıraktığı kruvasanlar değildi.
Burada şehrin biraz dışında yaşayan ABD’li Adam’da kalacaktım. Benim gelip otobüs terminalinden aldı.
Adam, yıllarca Japonya’da yaşayıp İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra Malezya’ya gelmiş ve burada da İngilizce öğretmenlere danışmanlık yapıyordu. Devletin yürüttüğü bir projeydi. Zaten nerdeyse herkes İngilizce konuşuyordu. Yolların, yapıların düzenliliği karşısında şaşırmıştım. Karşımda 3. Dünya ülkesi bekliyordum ama hayır, zengindiler. Devlet de zengindi. Zira doğal gazı ve petrolü vardı.  
Buraya geldiğinden beri 8 kilo almış ve aklını yemekle bozmuştu. Bu kadar kültür mozaiği olmasından dolayı mutfağa da yansımıştı tabi. Tevekkeli değil tanıdığım herkes Malezya diyince ‘yemek’ diyordu. Çin mutfağı, Hint mutfağı dışında da kendi yemekleri de vardı. Karides püresinden elde edilen ve sonrasında çeşitli baharatlarla top yapılıp servis edilen belacan ve çiğ balık ve etin bir çubuğa geçirilip fıstık ezmesi ile pişirildiği satay celup başı çekiyordu. Tabi bir de Nyonyalıların kendine özgü, burada yaşamış olan tüm kültürlerden etkilenerek yarattıkları bir mutfak vardı. Hint mutfağı bile kendi içinde ayrılıyordu, müslüman Hintliler, Sikhler, hindu mutfağı şeklindeydi.
Dolayısıyla bunca mutfak ve yemeklerin gerçekten de ucuz oluşu özellikle yabancıları baştan çıkarıyordu. Allahtan yemeğe harcayacak param kalmamıştı...
Adam ile birlikte önce evine gittik, eşyalarımı bıraktım, havuza girip bir kendime geldim. Hemen ardından da ayağımın tozuyla malay düğününü gittim.
Düğünler gerçekten de çok önemliydi bu kültürde. İmam ve resmi nikah kıyılıyordu. Ardından da bir çadırda ziyafet veriliyordu.
Gittiğimiz düğün Adam’ın çalıştığı Malay öğretmenlerinden birinin kızının düğünüydü. Güleryüzle karşıladılar bizleri ve hemen elimize bir tabak tutuşturdular. Tabakta tabi ki pilav vardı. Büyük kazanlarda da diğer yiyecekler, körili tabuk, balık, sebze, çeşit çeşit... Sabah 11’de başlayan seremoninin saat 4’te son yarım saatini yakalamıştık. Yarım saat sonra gelin ve damada verilmek üzere içinde para olan bir zarf bırakarak oradan ayrıldık.
Ardından da şehir içinde dolandık ve en sonunda merkeze gittik.
6 ay yolda olduktan sonra sakin, mutlu ve dünyevi hırslardan arınmış bir insan olarak Adam’ın kişiliği bana çok garip gelmişti. İyi niyetliydi, kibardı, cömertti. Ama tanıştığımız saniyeden itibaren tek bahsettiği iş alanındaki hırslarıydı; yok kariyeri, yok ne kadar para kazanabileceği, yok sosyal çevresinin ne kadar güçlü olacağı... O kadar yabancı ve anlamsızdı ki benim için. Altındaki kompleksi o kadar net görebiliyordum ki...
Ne yalan söyliyim muhabbeti ağır gelmişti, hem çok yorgundum, uykusuzdum ve üstüne üstlük bu tarz bir muhabbete maruz kalıyordum. 3 gün daha aynı konuşmaları çekeceğimi düşündükçe içime daha da sıkıntılar basıyordu. Bir de yemek yememem de problemdi onun için. Gittiğimiz her yerde o yiyor ve ben bakıyordum.
Derken bir mucize oldu ve bana ertesi gün şehir dışına tatile gideceğini, evi de bana bırakacağını söyledi...
2 gün tek başıma evde kalacaktım ve çok mutlu oldum. Yol gene ihtiyacımı gidermişti. Yalnız kalma ihtiyacım, hem de güzel ve havuzlu bir evde.
Geceyi turist dolu Malacca sokaklarında bardan bara gezerek geçerdik. Güya Müslüman ülkesi. Tek fark diğer Güney Asya ülkelerine nazaran içkinin daha pahalı olmasıydı...
Gece 12’de artık gözlerimi açamıyordum. Eve gittik, Adam’ın hayalkırıklığı eşliğinde. Allahtan sonra birilerini buldu da o dışarı çıktı, bense yatağa kavuştum.
Sabah kalktığımda evde başka birilerinin daha olduğunu gördüm, Kuala Lumpur’dan bir geceliğine eğlenmeye gelen 4 hatun... Akşam Adam gideceği için onunla uçağından evvel şehir merkezinde buluşıp öğle yemeği yiyecektik. Ben malum turistik aktiviteler yapmak için evden erkenden ayrıldım. Birkaç saat daha kariyer hırsı muhabbetini çekebileceğimden şüphelerim vardı, ama yapacak birşey yoktu. Daha beteri de olabilirdi.
Evden otobüse binip önce terminale gittim. Kaldığım yerden şehir merkezine doğrudan otobüs olmadığından burada değiştirmem gerekiyordu. Diğer otobüse bindiğimde cebime bir mesaj geldi, Adam’ın erken gitmesi lazımmış... Gülümsememe engel olamadım. Önümde kendime başbaşa kalıp romantik dakikalar yaşabileceğim koskocaman 2 günüm vardı...




 



 


 

Yurtdışında yalnız olmak... SİNGAPUR

28 Mayıs 2011
Dünyada çok keşfedilecek yer ve öğrenilecek çok kültür var deyip 6 ay evvel işimden istifa ettim ve yollara düştüm. İstikametim Güney ve Güneydoğu Asya idi. Ardımda bıraktığım birçok kişi deli olduğumu düşündü. Ama yolumdan vazgeçmedim. Diğer kültürleri öğrenme hevesim galip geldi.
Bir Türk olarak gezmek o kadar da kolay değil tabi, dayanıklı sinir sistemi istiyor, özellikle de vize için istenen ve kendinizi üçüncü dünya ülkesi gibi hissettiren ülkelerin o binlerce evrakını sunarken. Bu yüzden de sefaletimi en aza indirgemek için Asya’yı seçtim. Nitekim gezdiğim ülkelere sorgusuz sualsiz, onca senedir Avrupa’yla yaşadığım sıkıntıları çekmeden giriş yaptım. Yaşadığım tek problem yüksek fiyatından dolayı değiştirmeyip süresini uzatmış olduğum eski tip pasaportumda resimle kimlik bilgilerinin aynı sayfada olmadığından kontrollerde memurların kafasının karışması ve giriş mührünü 2 dakikada değil de 5 dakikada vurmaları oldu.
Tüm yolum boyunca gözüm gibi baktığım, boynuma astığım çantamdan çıkarmadığım ve kılıfının içinde sakladığım lacivert pasaportumun iç sayfaları tam Malezya sınır girişinde kabından koptu. Durum böyle olunca Malezya yetkilileri ‘Tahribat’ gerekçesiyle sınırı geçtiğim ülke olan Singapur’a geri gönderdi. Yapmam gereken sadece büyükelçiliğe gidip pasaportumu yenilemekti. İki saat içerisinde geri dönüp giriş yapabilecektim Malezya’ya.
Elimde red mektubumla Singapur’a geri döndüm. Beni biraz beklettikten sonra ülkeye giriş mührümü aldım. Doğruca büyükelçiliğe...
Evime geri gelmiş gibi hissettim önce.  Durumu anlatıp yeni pasaport istediğimi söyledim.
‘Bu eski tip pasaportları Ankara bizden aldı, dolayısıyla yenileyemiyoruz’ dediler. Hala sakindim. ‘Tamam, o zaman bu yeni pasaporta başvurmak istiyorum’ dediğimde aldığım cevap ise ‘Sadece oturma izninizin olduğu yerden bu pasaporta başvurabilirsiniz. Singapur’da oturma izniniz olmadığından buradan başvurmanız imkansız’.
Hala soğukkanlılığımı koruyordum şaşırtıcı şekilde. ‘Peki o zaman ne yapabiliriz? Nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?’ diye sorduğumda ‘İsterseniz biz yapıştıralım, yarın hiçbir şey olmamış gibi şansınızı denersiniz’ şeklinde bir cevap aldığımda feleğimi şaşırdım. ‘Pasaportum da işaret var, bu pasaporttaki işareti gördüklerinde başım çok daha büyük bir derde girmez mi? Bana başka bir çözüm sunun!’ dedim. Sunamadılar.
İnsanların pasaportlarını kaybettiklerinde ne yaptıklarını sordum. Seyahat belgesi verip Türkiye’ye gönderdiklerini söylediler.
‘Nasıl yani?’ oldum. Bu kadar kolay mıydı herşey? Biz Türklere yurtdışında pasaportumuzun başına birşey geldiğinde sunulan ‘geri dönüş’ bileti miydi? Bu kadar mı gezme, dünyayı görme kültüründen uzaktık biz? Olayın bir de ekonomik kısmı vardı. Sordum, ‘O zaman herhalde uçağı da siz ayarlıyorsunuz!’. Türk sisteminin ‘Pasaportuna sahip çıksaydın kardeşim, gerisi bizi ilgilendirmez’ tavrının kelimelere dökülmeden ifadesiydi.
O kadar çaresiz ve o kadar yalnız hissettim ki daha fazla dayanamadım, ağlamaya başladım. Malezya’yı ve İran’ı gezme hevesimin kursağımda kalmasının yanı sıra 6 aydan sonra açıkçası buradan Türkiye’ye dönecek uçak bileti param da kalmamıştı. Bir de zaten benim bir dönüş biletim vardı...
Sundukları son çözüm ise, pasaportumu yapıştırıp, bana pasaportun kendileri tarafından yapıştırıldığına dair yetkililere göstermek üzere bir mektup vermeleriydi. Tek şansım da zaten buydu. Artık Malezya’nın inisiyatifindeydim.
Ülkem, beni yalnız bırakmıştı. Her ne kadar büyükelçilikte çalışan memurlar bana karşı son derece kibar ve ilgili davranmış olsalar da ülkem gezdiğim için en son anda beni cezalandırıyordu.
Merak ediyorum acaba  böyle bir durum hangi ülke vatandaşının başına gelebilirdi...
Ülkemden uzaktaydım, ülkemde çok insan vardı ve beni koruyamıyordu ama burada yalnız kalmak çok daha başkaydı. Bunu Malezya sınırında memura açıklarken zorlanacaktım...
Büyükelçilikten çıktığımda akşam olmuştu. Dhugal ve Maria’nın evine geri döndüm. Bir içkiye ihtiyacım vardı...
Hep beraber çıkıp önce bir Türk restoranına gittik. Onlara yemeklerini ben ısmarladım. Ardından da nehir kıyısındaki barlara... Singapur’un gece hayatını da tattım ve tekrar tatmamak için dua ettim.
Gece yatağa girdiğimde ertesi gün memura ne diyeceğimin provasını sabaha kadar yaptım.


 

27 Mayıs 2011 Cuma

Alemlerden aleme koşasım, ülkeden ülkeye uçasım var... SİNGAPUR

27.05.2011
Bir tuktuk yolculuğu sonrası Phnom Pehn havaalanındaydım. Önce gidip check in yaptırayım dedim. Havayolu firmasının memurunu Türk pasaportu için vize gerekmediğini anlata anlata bir hal oldum. Zorluk çıkarabilirler diyince Malezya’dan dönüş biletimi gösterebileceğimi söylediğimde ancak ikna edebildim. Gel gör ki biletimin çıkışı yoktu, mailimde duruyordu. Tabi memurun bu tepkisi benim de panik olmama neden oldu.
Allahtan havaalanında kablosuz internet varmış, hemen indirip bilgisayarımın masaüstüne attım. Bazen eşeği sağlam kazığa bağlamak lazım... Tekrar Kamboçya’ya dönmek istemedim, en azından belli bir süre.
1,5 saat sonra Singapur’daydım. Pasaport kontrolüne doğru ilerliyordum ki gözüme önce Türk Havayolları uçağı ilişti. Aylardan sonra Türkiye’ye ait birşey görmüştüm. Phnom Pehn’deki Duty Free’de İstanbul’da bıraktığım parfümümden sıkmıştım, evimin kokusu gelmişti burnuma. Bir özlem kıvılcımı çakmıştı. Sonrasında THY uçağını görmemle de hafif bir iç cızırtısı duymuştum. Artık eve dönme vakti gelmişti... Özlemiştim.
Kontrolden sorgusuz sualsiz ‘Hoşgeldin’ pankartlarıyla geçip kalacağım eve doğru yola düştüm.
MRT, Singapur ulaşımının can damarıydı, ülkenin (daha halen bir ülke olduğunu düşünüyordum zira) her köşesine trenle gitmek mümkündü. 1 saate varmadan Avusturalya’dan gelip buraya yerleşmiş beni ağırlayacak olan Dhugal ile buluştum.
Seviyorum Avusturalyalı’ları...
Birası ile karşıladı beni. Bu zamana kadar evinde kaldığım insanlar arasında en pozitifiydi. Tabi eve girer girmez beni karşılayan ve içimi hemen ısıtan binlerce küçüklü büyüklü penguen oyuncaklarından bahsetmiyorum bile. Türkiye’yi de daha önceden ziyaret etmiş olduğundan anılarla muhabbete giriş yaptık.
Singapur’da yaşamaktan pek mutlu değildi. Ama eşi Endonezya’lıydı ve vize probleminden ötürü ancak burada birlikte yaşayabilecekleri için hayatlarını buraya taşımışlardı. Gerçi artık evliydiler, zaten bu yüzden de gelecek sene Avusturalya’ya dönmeyi düşünüyordu.
Dhugal’ın eşi Maria saat 8 gibi geldi eve. Gördüğüm en güleryüzlü insanlardan biriydi. Sıcakkanlı, sempatik, mutlu. Gördüğüm ve karşılaştığım birbirine en aşık çiftlerden biriydi. Özenmediğimi söylesem yalan olur...
Her ne kadar Endonezya Müslüman bir ülke olsa da Maria Hıristiyan azınlıklardandı. Uzun uzun Endonezya’dan bahsettik. Yol rotamdan en son anda Endonezya’yı çıkarmak zorunda kalmıştım. Ancak 5 gün kalabilecektim ve bu binlerce adadan oluşan ülke için bu kadar kısa bir süre yetmeyecekti. Ama içimde kalmıştı Endonezya’ya gidememek, o yüzden Maria ile tanıştığım ve kültür hakkında biraz bilgilendiğim için çok mutlu olmuştum.
Resmi nikahlarını geçen ocak ayında yapmışlardı, eylül ayında da Endonezya’da geleneksel bir düğünle kutlayacaklardı. Giyecekleri kıyafetleri, töreni konuştuk. Tabi ki davet de edildim, eylülde buralara dönmem çok zor olsa da...
Ertesi gün şehri keşfetmek için evden çıktığımda saat 9’a geliyordu. Fazla turistik bir destinasyon değildi. Singapur, finansal bir merkez olarak Güneydoğu Asya’nın en güçlü ekonomisine sahipti. Yolda gördüğüm herkes ‘meşguldü’. Ya telefonla konuşuyorlar, ya hızlı hızlı bir yerlere yetişmek için koşturuyorlardı, ya da ellerinde Blackberry ya da Iphone’larıyla facebook’tan birileri ile yazışıyorlardı. Birkaç tane cebinden film izleyene de rastladım.
Kocaman binalar, gökdelenler vardı. Ama Dubai’den daha estetik görünüyorlardı. Şehrin olduğundan daha yeşil gözükmesi için binaların üzerinden ağaçlar, sarmaşıklar sarkıyordu.
Yemek yediğimiz yer
Saat 11 gibi Dguhal ve Maria ile yemek yemek üzere şehrin ortasındaki birçok yemek tezgahının olduğu kapalı Pazar alanı Lau Pa Sat’ta buluştuk. Dhugal biraz işinden dert yandı. Zira ülkenin %75’ini oluşturan Çinliler, %13’ünü Malaylar, geri kalanını da Hintliler oluşturduğundan kültürel anlaşmazlıklar olduğunu söyledi. En çok da Çinliler’den çekiyormuş. Eleştiri kabul etmediklerinden ve sorumluluk almaktan çekindiklerinden dolayı işlerin yürüyemediğini, bunu dile getirdiğinde de, malum bir Avusturalyalı’yı susturmak pek mümkün değil, ‘kötü adam’ ilan edildiğinden yakındı.
Onlardan ayrılıp ülke turuma devam ettim. Çok büyük bir yer olduğu söylenemez, eve kadar yürümeye karar verdim.
Dönüş yolunda akşama Türk yemeği yapacağımdan binlerce alışveriş merkezinden bir tanesine girdim. Mustafa. Singapur’da bir ekol. İnsanın aklında gelebilecek herşey vardı burada. Özellikle market kısmında bisküvi ve çikolata bölümü dolaşmakla bitmiyordu, envai çeşit vardı. Çin, Hint ve Malay yiyecekleri yoğunluktaydı, ama dünyanın herbir tarafından gelen ürünlere de rastladım. Türk markalarını raflarda görmek yine büyük bir özlem uyandırdı.
Eve gelip zeytinyağlı pırasa yanına da makarna yaptım. Artık dünyanın bu kısmında o kadar fazla balık görmüştüm ki midem ve gözlerim kaldırmıyordu. Dolayısıyla, yanında kaldığım insanlara ne zaman yemek yapsam et hiç kullanmıyordum.
Akşam eve geldiklerinde yemek yedik, film izledik. Ertesi gün bu Güneyasya’nın en pahalı adasından ayrılıp kuzeye yani Malezya’ya geçiyordum. Otobüsle tabi ki. Para birimim yine değişecekti, Malezya Ringiti kullanmaya başlayacaktım.
 

 



 






 

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Yerel otobüslerde tek beyaz olmaya bayılıyorum... PHNOM PEHN – KAMBOÇYA

 

Saray
25.05.2011
Tanrı kralların mirası olan, Fransız emperyalizminden halen daha izler taşıyan, pirinç tarlaları, küçük köyleri, tropik sahilleri, egzotik ve vahşi doğası ile Kamboçya bugünlere kolay gelmemişti. İnsanlar daha yeni gülümsemeye başlamıştı. Günümüzün en yoksul ülkelerinden biri olan Kamboçya’nın ve Khmer’in yaşadığı vahşetin üzerinden çok zaman geçmemişti; Khmer Rouge soykırımı.
Khmerlerin nereden geldikleri tam olarak belli olmasa da bazıları kökenlerinin Çin ve Hindistan’a dayandığını söylese de, bazıları ise Güney Asya’dan geçen yolcu oldukları savını savunuyordu. Ancak yine de yapılan kazılarda M.Ö. 1500’lerden kalma, vücut ve yüz yapısı Khmer’e benziyon kemiklere rastlanmış olması tüm yukarıdaki teorileri de bir yandan çökertiyordu.
Önceleri, Hintlilerle yürütülen ticaretin sonucunda Hinduizm’i kabul etmişler, ancak daha sonrasında da Budizm’i benimsemişler. Her zaman komşuları ile büyük problemler yaşamışlar, Siyamlar, Vietnam kökenli Chamların tehditi altında yaşamışlar. 1858’lerde de Siyam tehditine karşı, o sırada Vietnam’da olan Fransızların desteğini isteyen kral, kendini bir anda Fransa kolonisine katılmış olarak bulmuş. En kötüsü de Fransa, Siyamları Siem Reap ve Battambang ile onurlandırmış. En sonunda 1953’te Fransız sömürüsü Kral Sihounouk tarafından sonlandırılmış. Fransa gidince de tacından vazgeçip babasına devretmiş ve akabinde politik parti kurmuş.
Uluslararası arenada tarafsız bir politika izlendiği söylense de o dönemde, Komünist Çin’le olan yakınlaşmalar doğal olarak ABD’nin öfkesini çekmiş. Bu sırada işler tamamen karışıp ABD taraftarı olan Lon Nol kralı bertaraf edip ABD’nin Vietcong’u yok etmesi için Kamboçya kırsalına girmesine izin vermiş. Asker içerisinde bu durumdan dolayı çıkan uyuşmazlık sonucunda da Khmer Rouge ordusu ortaya çıkmış ve yıllarca sürecek soykırım başlamış.
Nisan 1975’lerde ordu, Phnom Pehn’deki hususi ve umumi binalara girip herkesi kırsala sürmüş. Maocu bir tutum içerisinde herkesi köleleştirmiş. Eğitim almalarını, sanatı ve dini de yasaklamış. 1.7 milyon insan katledilmiş. Ancak 1978’de Vietnamlıların burayı işgal etmeleri üzerine 1979 yılında hükümet düşürülmüş. Sonrasında da açlık başlamış, bir yıl boyunca 625.000 kişi de açlıktan ölmüş. 1989 Vietnamlıların gitmesi üzerine ülke yine karışıklığa gömülmüş. 1992’de hem yapılacak olan seçimleri izlemek hem de ülkede istikrar sağlanması için UN-TAC gelmiş. Ancak seçimler yine karmaşa ile sonuçlanmış. Kazanan parti, Hun Sen adlı eski gerillanin başkanlığını yaptığı diğer parti ile tehdit yoluyla koalisyon yapmaya zorlanmış ve en nihayetinde parti düşürülüp Hun Sen diktatörlük dönemi başlamış.
Böyle bir yakın tarihte soykırım, açlık ve onca olay yaşamış olan bu halkın acısından etkilenmemek elde değildi. Ama yine de gülümsemeye başlamışlardı. Hayatta en önemli verdikleri şeyler ise aile bağları ve yemekti. Politika ise pek umurlarında değildi. Phnom Pehn’de beni ağırlayan Ramon’un ev sahibinin dediği gibi: ‘Seçmene en fazla para veren seçimi kazanır.’ Bu deyiş pek de yabancı gelmedi aslında bana.

Ramon'un sineması
Ramon ise 6 ay evvel buraya yerleşmiş bir Hollandalıydı. 10 parmağı 10 marifet olanlardan. Seyahat yazarı, online tur pazarlamacısı, model, aktörü, fotoğrafçı ve en son olarak da Phnom Pehn’de küçük bir sinemayı devralmış. Çok güzel, müstakil bir evde kedisi ile birlikte yaşıyordu. Buralarda yaşayan birçok yabancı gibi hiç geçim derdi çekmeden.
Kuşbakışı market
Tuktukların dışında sakin bir şehirdi. Diğer ülkelerden farkı  ise tuktuk şoförlerinin sadece yabancılara değil herkese saldırmasıydı. Herhalde burada yaşayanlar alışmışlardı. 6 aydan bu yana bir tek ben alışamamıştım. Tek isteğim katil olmadan, hapislere düşmeden eve dönebilmekti.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Ders 125: Heyecan yaptığımda ağzımı açık unutmamam gerekiyor, acaba yolun başından bu yana kaç sinek ve böcek yutmuşumdur? Proteindir, protein... SIEM REAP - KAMBOÇYA

21 Mayıs 2011
Yol gözümde büyüyordu ama yapacak birşey yoktu. Akşam 7 suları servisin kalkacağı, biletimi satın aldığım seyahat acentasının yazıhanesine geldim ve beklemeye koyuldum. Benimle birlikte 3 Kanadalı kız daha vardı, gerçi onlar Pakse’ye gideceklerdi. Ama sanırım herkes aynı otobüsle yolculuk edecekti bir noktaya kadar.
Pakse
Öğrendiğim kadarıyla önce Pakse’ye ‘yataklı otobüsle’ gidecektim. Ardından sabah oraya vardığımda otobüs değiştirip Kamboçya sınırını geçecektim. Sınırdan sonra tekrar başka bir otobüsle Kamboçya’nın güneyine inecektim, tam Phnom Pehn ve Siem Reap ayrımında tekrar otobüs değiştirecektim. Aslında Siem Reap Laos sınırında kalıyordu, yani kuzeyde. Yol olmadığından tüm ülkeyi dolaşıp oraya geçmem gerekiyordu...
Servis minibüsüne bindik, seyahat edecek diğer insanları otellerinin önünden toplayıp terminale gideceğimizi sanırken tekrar yazıhaneye dönüp bu sefer tuktuka bindik.
Pakse
Terminale ulaştığımızda bu yataklı otobüs terminolojisinin ne demek olduğunu anladım. Cidden otobüste koltuk yerine yataklar vardı. Otobüsün sağ ve sol tarafında iki kişilik yatakları otobüse dik olarak koymuşlardı, iki katlı olarak. Yanımda kim yatacak acep diye düşünürken boş olması içimi rahatlattı.
Yatağıma uzanıp geceyi izlemeye başladım. Pencereme dolunay ışığı yansıyordu.
Yataklar çok rahat olduğundan acayip bir şekilde uyuyamadım. Sabah 4’e geldiğinde ancak uykuya daldım. Uyandığımda otobüste servis yapan kızcağız yanımda yatıyordu.
Sabah 7 gibi Pakse’ye vardık. Oradan yine bizi bir minibüse bindirdiler. Minibüsteki herkes Mekong Nehri’ndeki 4000 ada diye anılan adalara gidiyorlardı. Minibüs şoförüne dakikada bir kendimi hatırlatıyordum, beni unutmasın kendimi Siem Reap yerine adalarda bulmayayım diye...
Minibüsle yine Pakse civarından birkaç kişi daha topladık. Adalara giden feribot yolunda beni indirip başka otobüse bindirdiler. Yarım saat sonrasında sınırdaydım.
Yağmur yağmıştı ve her yer çamur içerisindeydi. Yürüyerek önce Laos sınırından çıktım. Çıkış parası olarak 2 dolar verdim. Ardından Kamboçya sınırına gelip sağlık kontrolüne girdim. Sağlık kontrolü derken sadece bir kağıt dolduruyorsun, bir de ateşini ölçüyorlar. ‘Sağlık kontrolü’ için yine 2 dolar bayılıp pasaport kontrolüne gittim. Sorunsuz bir şekilde en sonunda Kamboçya’daydım.
Burada Phnom Pehn ve Siem Reap’e giden bir diğer otobüs bekliyordu bizi. Sınırı geçtiğim insanlarla muhabbete başladık. Allahtan birçoğu benim gibi Siem Reap’e gittiğinden içim rahatladı. Otobüs değişikliklerini kaçırmama imkan yoktu...
Dura dura, mola vere vere akşam 8 gibi Phnom Pehn sapağına geldik. Güya saat 7 gibi Siem Reap’te olacaktım. Geceyarısı anca varacağımızı İrem’e mesaj attım. Merak etmesin diye. Allahtan o orada, çoktan bir pansiyon ayarlamıştı. Yeni bir yere tek başıma gidiyor olsaydım muhtemelen geceyarısı varmaktan ve otel aramaktan pek hoşlanmayacaktım. Gerçi otobüste aynı yolun yolcusu olduğumuz birçok insan vardı. Onlarla gidip yer ayarlayabilirdim ama sosyalleşesim yoktu fazla kimseyle. Güya yalnız yolculuk yapıyordum. Ama yalnız yolculuk diye birşey söz konusu değildi. İrem ile ayrıldığımızdan bu yana hiç yalnız kalmamıştım. Ancak bir yerden bir yere ulaşmak için araç kullandığımda bu değerli zamanı insanlardan uzak yaşamaya çalışıyordum. Yine de imkansızdı. Herkes sosyalleşmeye pek meraklıydı.
Tekrar otobüse bindiğimizde yanımda Kamboçyalı bir rehber vardı, otobüsün rehberiymiş. Çok yardımcı oluyordu devamlı bizi bilgilendirerek. Tabi ki şüphe duyuyordum acaba bizden para mı isteyecek en sonunda diye. Yarım saatlik bir muhabbetten sonra şüphelerim yok olmuştu. Belki Kamboçya ve Khmer’ler farklıydı.
Geceyarısı en sonunda  16. yüzyılda siyamların püskürtüldüğü ve adını bu zaferden aldığı Siem Reap’e vardık. Tuktuk’a bindim, 3 dolar verip İrem’in beni beklediği pansiyona gittim. Kamboçya parası Riel’di ama kimse kullanmıyordu, herşey dolar üzerindendi, hatta banka ATM’lerinden bile dolar çekiliyordu.
Arkadaşımla tekrar buluştuğum için çok mutlu oldum. Konuşacak ve anlatılacak o kadar çok şey vardı ki... Bir saat beraber oturduk. Artık yorgunluktan iyice bittiğim anda gidip yattık.
Sabah uyandığımızda günümüzü şehir merkezinde geçirmeye karar verdik. Hem yol yorgunluğumu atacaktım üzerimden hem de ertesi gün, dünyanın 8. Harikası denilen ve herkesin buraya görmeye geldiği Angkor planını yapacaktık.
Siem Reap şehir olarak çok güzeldi. Yeşilliği, mimarisi, nehrinin yanısıra restoranları, 0,5 dolara bira satılan barları, cafeleri ile gönlümü hemen fethetti. Evet, Kamboçya cidden çok ucuzdu. Hatta Hindistan’dan bile. Bu da beni bayağı keyiflendirmişti.
Aylardan sonra, ucuzluğunu da fırsat bilerek turistlik yaptık. Sabah Vietnam kahvesi, öğlen birası, akşam birası şeklinde her gittiğimiz yerde birşeyler tükettik. Zengin gibi hissetmek pek güzelmiş.
Angkor (http://whc.unesco.org/en/list/668) , şehrin 7 kilometre ilerisinde yer alıyordu ve gerçekten de büyük bir alan kaplıyordu. İçinde birçok tapınak kalıntısı vardı. Eski şehirdi ne de olsa. Ya tuktuk kiralayıp tüm gün bir yerden bir yere tuktukla gidecektik ya da bisiklete binecektik. Yollar düz olduğundan bisiklette karar kıldık.
Sabah 5’te kalkıp yollara düştük. Yeşil yolların arasında, geniş caddelerde bisikletlerimizi ve gün doğuşunun keyfini sürerek Angkor girişine ulaştık. Günlük gezi kartı 20 dolardı. Başından bu yana ilk defa bu kadar para bayılıp bir turistik aktivite yapıyordum. Ama değeceğini biliyordum.
Angkor Wat
İlk durak Angkor Wat’tı. 12. yüzyılda inşa edilmiş bu çok etkileyici tapınak önce Hindu dinindeki Tanrı Vişnu’ya adanmıştı. Ama buralara Budizm gelince tabi ki Buda’ya ithaf edilmiş. Dünyanın en büyük tapınağıydı. Kamboçya’nın en büyük turistik geliri buradan olduğundan bayrağında bile Angkor Wat simgesi vardı. Muhteşemdi.  (http://en.wikipedia.org/wiki/Angkor_Wat)  Ağzım açık saatlerce dolandım içerisinde.  
Bir diğer muhteşem tapınak Bayon’a geçmeden evvel Angkor Wat önünde İrem’i beklemeye koyuldum. Bir mimar olarak hayranlığını tahmin edebiliyordum ve bu da onun daha fazla zaman geçirmesi anlamındaydı. Bir ağacın gölgesinde beklerken binlerce tuktuk şoförünün tacizinden sıkılmış, suratımı asmış oturuyordum ki bir tane şoför gelip yanıma oturdu. Sigara ikram ettim ve muhabbete başladık. Yakınlarda oturuyormuş. Neden bu kadar agresifsiniz diye sordum tabi ki, o da güldü. Tuktukla mı geldiğimi sorunca o kadar paramın olmadığını, o yüzden bisikletle geldiğimi söyledim. İnanmadı. Onun ve eminimki diğer Güney Asyalıların gözünde bir beyazın parasının olmaması mümkün değildi. Hemen sorularına geçti, kiminle geldim, neredenim, ne zaman geldim, beğendim mi, evli miyim, sevgilim mi beraber geldiğim vb. Ben de ona soru sormaya başladım. Oyunu kurallarına göre oynamak lazım tabi ki. Ayıp mayıp denen şey kültürel bir farklılık sadece. Her çekik gözlü turist kafilesinin nerden geldiğini söyleyince onca zamandır buralarda olduğum halde ayıredemediğimi söyledim. Çinliler, Taylandlılar, Laolar, Kamboçyalılar, Vietnamlılar, Burmalılar... Hepsi malesef birdi benim için. Merak ettiğim, onların bizi ayırtedip etmediğiydi. Hani efsanedir ya, onlar da bizi birbirimizden ayıramıyor diye... Yalanmış!
İrem geldiğinde amca ile vedalaşıp bisikletlerimize bindik ve tekrar yola düştük. Bu sefer İrem ile ayrıldık. Onun benden daha fazla zaman geçireceği kesindi. Artık ondan önce dönüp bir restoranda beklerim diye düşünmüştüm.
Parkurdaki tapınakları teker teker ziyaret edip binlerce fotoğraf çektim. Bazılarının görkemi karşısında küçük dilimi yuttum. Tabi bol bol da sinek ve bilumum böcek ile birlikte. Gördüğüm en muhteşem arkeolojik parktı. Ama elbette bu anlatılamaz, ancak yaşanır...
Akşam üzeri, artık bisikletle de etrafta 30 kilometre gibi bir yolu da teptikten sonra, takatimin kalmadığına karar verdim ve dönüş yoluna geçtim.
Tabelada şehre 12,5 km olduğunu görünce ‘eyvah’ dedim ama sürmeye devam ettim.
Yağmur başladı. Ama öyle böyle değil. Günde 1 ya da 2 saat yağıyor, sonrasında da acayip sıcak oluyordu hava. Zaten Kamboçya, bulunduğum en sıcak yerdi. Gökyüzü kapkaranlık olup şimşekler çakıp yağmur da bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayınca yol kenarındaki ağaçların altına sığındım. Tabi yine de ıslanmamak mümkün değildi. Benimle birlikte bir sürü yerel de beklemeye koyuldu. Sırılsıklam oldum. 20 dakika sonra şiddetini yitirdiğinde yine bisikletime atladım.
Odaya ulaştığımda çoktan kurumuştum, kendimi duşa attım ki yine başladı. Ama daha da büyük bir şiddet ve hiddetle. Sanki aylardır, yıllardır yağmamış, şimdi hıncını alır şekilde. İrem’imi düşündüm. Muhtemelen o da bir yol kenarında ağaç altındaydı. Ama yağmurdan korunması imkansızdı.
Nitekim geldiğinde sucuk şeklindeydi. Aç bilaç, yorgun, ıslak. Üstüne üstlük dönüş yolunda bir de kaybolmuş. Üzerini değiştirdiği gibi onu yedirmeye gittik. Papaya salatası.
Ertesi gün yine ayrılacaktık. O Siem Reap yakınlarındaki bir köyde yine gönüllü çalışacaktı 2 hafta, bense Phnom Pehn’e geçip Hollandalı Ramon’da kalacaktım birkaç gün. Sonrasında da Singapur’a uçacaktım. Artık param iyice tükenmişti. Fazla zamanım kalmamıştı. Dolayısıyla da burayı daha fazla gezemeyecektim. Görmem gereken diğer yerler de vardı.


 

 




 
 

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Dünyanın en sakin başkentine hoşgeldiniz! VIENTIANE - LAOS

14 Mayıs 2011
Vientiane, 1500’lü yıllarda Burma’nın işgal tehditine önlem olarak başkent ilan edilmiş. Fransızlar döneminde de tüm yönetim işleri buradan idare edilmiş.
Buraya sabahtan varıp otel  aramaya koyulduk. Gia bir gece kalıp Tayland’a dönecekti, bense ertesi gece Yeni Zelandalı Patrick ile buluşup onda kalacaktım. Otel odaları, malum başkent olduğundan, çok pahalı olduğundan bir hostelde kalmaya karar verdik. En ucuzu elbette en kötüsü idi... Yine duş alamayacaktım.
Bir başkent olmasına rağmen sakin, oldukça düzenli, insanlar da rahatlardı. Bu rahatlıkları bana Akdenizlileri anımsattı. Gerçi Laolar rahatlıkları ile ünlüydüler. Hatta ulusal sloganı bile ‘Problem yok’ şeklindeydi. Ancak yine de tüm ekonomik gelirleri turizm üzerine olduğunu düşünüyordum, tabi bu da özellikle satıcıların tutumlarına agresif olarak yansıyordu. ‘Beyaz’ gördüklerinde gözlerinde dolar işaretini görebiliyordum. Bir de burası güya Mekong deltasındaki diğer ülkeler arasındaki en sakin ve rahat yerdi, en azından herkes böyle söylüyordu... Gözüm korktu.
Üretim olarak pirinç dışında hiçbir şey göremedim. Ama gelecek 10 yılda Güney Asya’nın en büyük gelir kaynağına sahip olması bekleniyordu. Zira Mekong üzerine kurduğu barajlardan elde ettiği elektriği çevredeki tüm ülkelere satmaya başlamıştı. Dolayısıyla da ekonomik olarak bir güç olma adayıydı.
Erkek dominant olsa da yine de kadınlar her işi yapıyordu; tuktuk şoförlüğünden, pazarda satıcılığa kadar. Ama belli ki ev işlerini de aksatmıyorlardı. Tai toplumuna benzese de birçok yönden daha muhafazakarlardı. Muhtemelen en büyük nedeni Tailere nazaran daha az ‘Batı’ etkisindelerdi. Ama yine de aynı batıl inançlara sahiptiler. Burada da erkekler erkekliklerini kanıtlamak için belli bir süre askerlik yapıyorlardı, pardon keşiş oluyorlardı.
1953 senesinde Fransa’nın gitmesi üzerine bir hayli karışıklık olmuş. Bir de üzerine 1960 – 1973 arasında Vietnam ve savaş yüzünden de ülke içi kaos bitmemiş. Ama yine de komşularındaki olan karmaşanın etkisinde de olsa iyi toparlayabilmişler.
Burası hakkında çok güzel hikayeler duymuştum, doğası, insanları, kültürü, ucuzluğu... Ama benim için gerçek bir şok oldu, daha doğrusu hayalkırıklığı. Herkes gülümsüyordu ama altındaki nedeni anlamam çok kısa sürdü, beyazım ve param var beklentisi. Yanlış bir rota çizdiğimi biliyordum. Fazla turistik yerlere gitmiştim. Daha kırsal kesimde durumun böyle olmayacağına emindim ama artık o taraflara başka bir zamanda gitmek zorundaydım.
Gia gittiği günün sabahında Kamboçya Büyükelçiliği’ne gidip vize için başvurdum. Sınırda alınıyordu ama yine de bir sorun çıkmaması için önceden almak istedim. Zaten bir yandan Kamboçya ve Tayland savaş halindeydi, bir Türk’ün sınırdaki cinnetinden kimse nasiplenmesin dedim.
Patrick ile öğleden sonra buluştuk. Orada özel bir okulda matematik öğretmeniydi. Buluşma noktamıza geldiğimde aylardır bir sonraki durağımın neresi olacağının ve oraya en ucuz nasıl gideceğimin, nerede kalacağımın, gündüz varmak için kaç gibi vasıtaya binmem gerektiğinin, en ucuza nasıl karnımı doyurabileceğimin, içeceklerimin ve bilumum harcamamın hesabının, bir de günlerce kilometrelerce yol yürümüş olmamın üzerimde yarattığı stresin ve yorgunluğun acısı çıktı. Gözyaşlarına gömüldüm... ‘Neden ağlıyorum ki, aslında çok mutluyum, çok saçma ya’ derken Patrick geldi.
Yeni bir insanla tanışmak için pek uygun bir zaman değildi tabi ki... Ama Allahtan Patrick de senelerce çantasıyla nerdeyse tüm dünyayı dolaşmış olduğundan bir açıklama yapmama bile gerek kalmadan beni ve derdimi anladı, eve vardığımızda aylardır sayıkladığım, gittiğim her yerde çok pahalı olduğundan sakındığım ve çok özlediğim ‘kırmızı şarap’tan bir kadeh doldurdu. Şişeyi de yanına bırakarak... İlk yudumla kendime geldim.
Vientiane’i (aslında Vieng Chan diye telaffuz ediliyor, Fransızlar sağolsunlar, opium ticaretini körüklemelerinin dışında bir de bu şekilde Lao dilini zenginleştirerek ülkeye büyük katkıda bulunmuşlar) orada yaşayan birisi ile keşfetmek tabi ki daha farklı bir deneyim oldu. Kendi dünyası vardı, görüştüğü insanlar genelde buradaki yabancılardı. Aynı okulda çalıştıkları Fransızca öğretmeni olan Julia’ya ‘Barbekü partisine’ gittiğimizde Patrick’in hem meslektaşları hem de arkadaşlarıyla tanışmış oldum. Hepsi çok güzel evlerde yaşıyorlardı; bahçeli, müstakil... Haftasonlarında da böyle toplanıyorlardı birilerinin evinde. Julia bekar bir anneydi. Yaşıtım olmama rağmen 15 yaşında bir kızı ve 8 yaşında da oğlu vardı. Gördüğüm en güzel çocuklardı. Baba, Filipinli bir müzisyenmiş, ama pek de sağlam pabuç olduğu söylenemez, zira 2 sene evvel buraya ondan kaçıp gelmişler. Barbekü günü öğlenden geceyarısına kadar muhabbet ettik, devamlı yedik, yine muhabbet ettik. Not: Şaraba doydum.
Ertesi gün ise ‘Basi’ye gittik. Patrick’in Avusturalya’lı, Lao bir hatunla evli bir arkadaşının yeni doğan çocuğu için kutsama adına yaptıkları bu dini törende yine Güneydoğu Asya kültürünün en büyük özelliği olan ‘yemek’ ziyafeti vardı. Basi’ye ne giyeceğim ise büyük sorun oldu. Lao’da Tayland’ın tam tersi bacakların görünmesi ayıp, üst kısım ise meydanda olabiliyordu. Dini bir tören de olduğu için üst kısmın da ortada olması ne kadar doğru olurdu bilemiyordum. En iyisi şalvarıma bağlı kalmak deyip üniformamı üzerime geçirdiğim gibi sabah uyanır uyanmaz kahvaltı için törene gittik. 
Çoğu yabancı erkek burada Lao ile evliydi. Lao kadınları çok minyondu, yanlarında kocaman dev adamlarla görmek cidden komik bir manzara oluşturuyordu. Tayland’daki fahişeliğin Lao’da olmasını engellemek için yabancı erkeklerin evlerine Lao kadınlarının girmesini yasaklamışlar. Komşular ispiyonladığı takdirde adamın başı cidden ağrıyabiliyormuş. Üstelik bu tarzda ispiyonları da devlet ödüllendiriyormuş.
Laos’un daha güneyine inip birkaç gün daha kalmayı planlıyordum, ama gideceğim yerlerin de turistik yerler olacağını bildiğim ve burası için ayırdığım bütçeyi çoktan aştığım için Vientiane’den Kamboçya’ya otobüsle gitmeye karar verdim. Önümde bana 25 saat denilen ama muhtemelen 28 saati aşacak bir yol vardı. Ama yolumun sonunda beni heyecanlandıran Siem Reap’teki Angkor Wat vardı, üstelik aylardan sonra İrem ile de buluşacaktım...
 

 

 







 

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Gençler eğleniyor, bırak eğlensinler canım... VANG VIENG – LAOS

Yol manzaramız
11 Mayıs 2011
Luang Phabang’ı sabah 9 gibi terk ettik. Halk otobüsü yerine küçük turistik minibüslere bindik. İşin komiği ilk defa bu tarz turistik 
minibüsler nispeten daha ucuzdu. 6 saat boyunca dağlardan gidecektik. Yol boyunca küçük köylerin arasından geçtik,
Yol manzaramız
ormanların içine girdik, nehirleri gördük, ama dağlardaki keskin virajlardan dolayı midem kalktı ve nerdeyse 6 saat boyunca kusmamak için kendimi zorladım.  Minibüsteki herkes bembeyaz suratları ile ya uyumaya ya da etrafı izleyip ‘midenin altüst olma’ düşüncesinden kendilerini uzak tutmaya çalışıyordu.

6 saat sonrasından Vang Vieng’e vardığımızda ayağımın değdiği toprağı öpme noktasına gelmiştim artık. Fazla merkezden uzaklaşmadan, hemencecik kalacak bir yer bulup kentin merkezinde dolaşmaya başladık...


Vang Vien
Vang Vieng hakkında aslında söylenecek fazla birşey yoktu. Birkaç caddeden ibaretti ve bu caddeler de turistlere hitap eden restoranlar ve barlarla doluydu. Burası Laos’un turistik eğlence merkeziydi. Gündüz dünyanın her tarafından gelen gençler kentin tam ortasından geçen nehirde ‘tubing’ denen bizim traktör lastiğine benziyen can simitleri üzerinde rafting yapıyorlardı. Yaparken de eğlencelerini süslesin diye de bol bol içiyorlardı. Tabi can simitlerini teslim ettikten sonra da buradaki barlarda eğlencelerine devam ediyorlardı. O yüzden de her yerde sarhoş naraları geliyordu. Naraların gelmediği diğer bar ve restoranların hemen hemen hepsinde ya Family Guy ya da Friends gösteriliyordu. Masalarda oturanlar da pür dikkat televizyon izliyorlardı. Kendimi başka bir boyutta hissettim. Gelmeden evvel, burası ile ilgili duyduğum yerel halkın sitemlerini daha iyi anladım. Turizmin malesef olumsuz olarak etkilediği, kirlettiği ve doğal kaynakları tehdit ettiği bir kasabadaydım, yine. 
Bunun dışında da şehrin biraz dışında kalan mağaralar vardı ziyaret edilebilecek. Ertesi gün bu mağaralara gittik bisikletle.
Eğlence peşinde olmadığımızdan 1 gün bile burada kalmak yeterli idi. 1 günlük turun sonunda orayı terkedip Laos’un başşehri Vientiane’e gitmeye karar verdik.