28 Mayıs 2011
Sabah sınıra vardığımda bitkindim. Biran önce ne olacaksa olsun şeklinde sınırdan sınıra hızlı hızlı yürüyordum. Cumartesi sabahı olduğundan, herkes haftasonunu Malezya’da geçirmek için geldiğinden çok fazla pasaport kontrol kuyruğu vardı. Beklemek pek de sağlıklı değildi, en azından o gün benim için...
En sonunda sıra bana geldiğinde mektupla birlikte pasaportumu uzattım ve çılgınca aklıma gelen herşeyi sıraladım: ‘Dün burada pasaportum koptu, büyükelçiliğe gittim, pasaportumu yenileyemediler ama bu mektubu verdiler. 13’ünde Kuala Lumpur’dan İran’a uçağım var ve Malezya’yı cidden çok görmek istiyorum’
Memur bana baktı, dediklerimi tekrarlattı, amirine gitti ve 90 günlük giriş iznimi bastı.
Memuru neredeyse kucaklayacaktım... Neyseki sadece 97 kere de olsa teşekkür etmekle yetindim.
Bu sefer de sevinçten ağladım.
Tüy gibi hafif hissediyordum kendimi. Johor Bahru’ya götürecek otobüsü bekledim, terminalden başka bir otobüse binip Malacca’ya gidecektim.
Malezya da eyaletlerden oluşuyordu.
Buraya gelinceye kadar halkın sadece koyu Müslüman Malaylardan oluştuğunu
düşünüyordum. Yanılıyormuşum. Nerdeyse Malay kadar Çinli, Hintli vardı. Bir de
bunlara ek olarak Çin ve Malay melez ırkı Nyonyalar bulunuyordu. Nyonyalar
özellikle çok ilgimi çekti. Çinliler buraya iş için geldiklerinde Malay’larla
evleniyorlar ve ortaya da kendine özgü yemekleri, gelenekleri ve görenekleri
olan bir topluluğu oluşturuyorlar.
Malacca’da da bu 4 halkın yanısıra Portekiz ve Hollanda kökenliler de vardı. Aslında bir Osmanlı tarafından sömürülmemiş, İngilizler 1820’li yıllarda himayesi altına almış, Japonlar da 2. Dünya Savaşı sırasında istila etmiş burayı. En sonunda ancak 1963’te Malezya’nın toprağı olmuş.
2008 yılında da istila edenlerin bıraktıkları mimari yapılar dolayısıyla Unesco tarafından Dünya Mirasları listesine alınmış. Dolayısıyla turizm ekonomik gelirleri arasında bir numaraya oturuyordu, sloganları ise ‘Malacca’ya gelin, Malezya’yı görün’ şeklinde tüm Malezya kültürünü bu küçücük yerde yansıttıklarını iddia ediyorlardı. Turizm dışında da yiyecekten diğer tüketim malzemelerine kadar, yüksek teknoloji silahlardan, otomotiv sanayi ürünlerine ve elektronik parçalarına kadar herşeyin üretimi de vardı.
Aslında gerçekten çok ilginçti.
Gezdiğim ve gördüğüm yerler arasında ilk defa bir turistik aktivite olarak
sömürüldükleri ülkelerin kendilerine bıraktıkları mirasları geziyor olacaktım.
Buna en yakın Laos Luang Phabang olabilirdi, ama onda da sadece Fransa izleri
vardı, gururlandıkları ise kendi tapınakları ve saraylarıydı. Fransızların
onlara bıraktığı kruvasanlar değildi.
Burada şehrin biraz dışında yaşayan ABD’li Adam’da kalacaktım. Benim gelip otobüs terminalinden aldı.
Adam, yıllarca Japonya’da yaşayıp İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra Malezya’ya gelmiş ve burada da İngilizce öğretmenlere danışmanlık yapıyordu. Devletin yürüttüğü bir projeydi. Zaten nerdeyse herkes İngilizce konuşuyordu. Yolların, yapıların düzenliliği karşısında şaşırmıştım. Karşımda 3. Dünya ülkesi bekliyordum ama hayır, zengindiler. Devlet de zengindi. Zira doğal gazı ve petrolü vardı.
Buraya geldiğinden beri 8 kilo almış ve
aklını yemekle bozmuştu. Bu kadar kültür mozaiği olmasından dolayı mutfağa da
yansımıştı tabi. Tevekkeli değil tanıdığım herkes Malezya diyince ‘yemek’
diyordu. Çin mutfağı, Hint mutfağı dışında da kendi yemekleri de vardı. Karides
püresinden elde edilen ve sonrasında çeşitli baharatlarla top yapılıp servis
edilen belacan ve çiğ balık ve etin bir çubuğa geçirilip fıstık ezmesi ile
pişirildiği satay celup başı çekiyordu. Tabi bir de Nyonyalıların kendine özgü,
burada yaşamış olan tüm kültürlerden etkilenerek yarattıkları bir mutfak vardı.
Hint mutfağı bile kendi içinde ayrılıyordu, müslüman Hintliler, Sikhler, hindu
mutfağı şeklindeydi.
Dolayısıyla bunca mutfak ve yemeklerin gerçekten de ucuz oluşu özellikle yabancıları baştan çıkarıyordu. Allahtan yemeğe harcayacak param kalmamıştı...
Adam ile birlikte önce evine gittik, eşyalarımı bıraktım, havuza girip bir kendime geldim. Hemen ardından da ayağımın tozuyla malay düğününü gittim.
Düğünler gerçekten de çok önemliydi bu kültürde. İmam ve resmi nikah kıyılıyordu. Ardından da bir çadırda ziyafet veriliyordu.
Gittiğimiz düğün Adam’ın çalıştığı
Malay öğretmenlerinden birinin kızının düğünüydü. Güleryüzle karşıladılar
bizleri ve hemen elimize bir tabak tutuşturdular. Tabakta tabi ki pilav vardı.
Büyük kazanlarda da diğer yiyecekler, körili tabuk, balık, sebze, çeşit
çeşit... Sabah 11’de başlayan seremoninin saat 4’te son yarım saatini
yakalamıştık. Yarım saat sonra gelin ve damada verilmek üzere içinde para olan
bir zarf bırakarak oradan ayrıldık.
Ardından da şehir içinde dolandık ve en sonunda merkeze gittik.
6 ay yolda olduktan sonra sakin, mutlu ve dünyevi hırslardan arınmış bir insan olarak Adam’ın kişiliği bana çok garip gelmişti. İyi niyetliydi, kibardı, cömertti. Ama tanıştığımız saniyeden itibaren tek bahsettiği iş alanındaki hırslarıydı; yok kariyeri, yok ne kadar para kazanabileceği, yok sosyal çevresinin ne kadar güçlü olacağı... O kadar yabancı ve anlamsızdı ki benim için. Altındaki kompleksi o kadar net görebiliyordum ki...
Ne yalan söyliyim muhabbeti ağır gelmişti, hem çok yorgundum, uykusuzdum ve üstüne üstlük bu tarz bir muhabbete maruz kalıyordum. 3 gün daha aynı konuşmaları çekeceğimi düşündükçe içime daha da sıkıntılar basıyordu. Bir de yemek yememem de problemdi onun için. Gittiğimiz her yerde o yiyor ve ben bakıyordum.
Derken bir mucize oldu ve bana ertesi gün şehir dışına tatile gideceğini, evi de bana bırakacağını söyledi...
2 gün tek başıma evde kalacaktım ve çok
mutlu oldum. Yol gene ihtiyacımı gidermişti. Yalnız kalma ihtiyacım, hem de
güzel ve havuzlu bir evde.
Geceyi turist dolu Malacca sokaklarında bardan bara gezerek geçerdik. Güya Müslüman ülkesi. Tek fark diğer Güney Asya ülkelerine nazaran içkinin daha pahalı olmasıydı...
Gece 12’de artık gözlerimi açamıyordum. Eve gittik, Adam’ın hayalkırıklığı eşliğinde. Allahtan sonra birilerini buldu da o dışarı çıktı, bense yatağa kavuştum.
Sabah kalktığımda evde başka birilerinin daha olduğunu gördüm, Kuala Lumpur’dan bir geceliğine eğlenmeye gelen 4 hatun... Akşam Adam gideceği için onunla uçağından evvel şehir merkezinde buluşıp öğle yemeği yiyecektik. Ben malum turistik aktiviteler yapmak için evden erkenden ayrıldım. Birkaç saat daha kariyer hırsı muhabbetini çekebileceğimden şüphelerim vardı, ama yapacak birşey yoktu. Daha beteri de olabilirdi.
Evden otobüse binip önce terminale gittim. Kaldığım yerden şehir merkezine doğrudan otobüs olmadığından burada değiştirmem gerekiyordu. Diğer otobüse bindiğimde cebime bir mesaj geldi, Adam’ın erken gitmesi lazımmış... Gülümsememe engel olamadım. Önümde kendime başbaşa kalıp romantik dakikalar yaşabileceğim koskocaman 2 günüm vardı...
Sabah sınıra vardığımda bitkindim. Biran önce ne olacaksa olsun şeklinde sınırdan sınıra hızlı hızlı yürüyordum. Cumartesi sabahı olduğundan, herkes haftasonunu Malezya’da geçirmek için geldiğinden çok fazla pasaport kontrol kuyruğu vardı. Beklemek pek de sağlıklı değildi, en azından o gün benim için...
En sonunda sıra bana geldiğinde mektupla birlikte pasaportumu uzattım ve çılgınca aklıma gelen herşeyi sıraladım: ‘Dün burada pasaportum koptu, büyükelçiliğe gittim, pasaportumu yenileyemediler ama bu mektubu verdiler. 13’ünde Kuala Lumpur’dan İran’a uçağım var ve Malezya’yı cidden çok görmek istiyorum’
Memur bana baktı, dediklerimi tekrarlattı, amirine gitti ve 90 günlük giriş iznimi bastı.
Memuru neredeyse kucaklayacaktım... Neyseki sadece 97 kere de olsa teşekkür etmekle yetindim.
Bu sefer de sevinçten ağladım.
Tüy gibi hafif hissediyordum kendimi. Johor Bahru’ya götürecek otobüsü bekledim, terminalden başka bir otobüse binip Malacca’ya gidecektim.
Malacca’da da bu 4 halkın yanısıra Portekiz ve Hollanda kökenliler de vardı. Aslında bir Osmanlı tarafından sömürülmemiş, İngilizler 1820’li yıllarda himayesi altına almış, Japonlar da 2. Dünya Savaşı sırasında istila etmiş burayı. En sonunda ancak 1963’te Malezya’nın toprağı olmuş.
2008 yılında da istila edenlerin bıraktıkları mimari yapılar dolayısıyla Unesco tarafından Dünya Mirasları listesine alınmış. Dolayısıyla turizm ekonomik gelirleri arasında bir numaraya oturuyordu, sloganları ise ‘Malacca’ya gelin, Malezya’yı görün’ şeklinde tüm Malezya kültürünü bu küçücük yerde yansıttıklarını iddia ediyorlardı. Turizm dışında da yiyecekten diğer tüketim malzemelerine kadar, yüksek teknoloji silahlardan, otomotiv sanayi ürünlerine ve elektronik parçalarına kadar herşeyin üretimi de vardı.
Burada şehrin biraz dışında yaşayan ABD’li Adam’da kalacaktım. Benim gelip otobüs terminalinden aldı.
Adam, yıllarca Japonya’da yaşayıp İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra Malezya’ya gelmiş ve burada da İngilizce öğretmenlere danışmanlık yapıyordu. Devletin yürüttüğü bir projeydi. Zaten nerdeyse herkes İngilizce konuşuyordu. Yolların, yapıların düzenliliği karşısında şaşırmıştım. Karşımda 3. Dünya ülkesi bekliyordum ama hayır, zengindiler. Devlet de zengindi. Zira doğal gazı ve petrolü vardı.
Dolayısıyla bunca mutfak ve yemeklerin gerçekten de ucuz oluşu özellikle yabancıları baştan çıkarıyordu. Allahtan yemeğe harcayacak param kalmamıştı...
Adam ile birlikte önce evine gittik, eşyalarımı bıraktım, havuza girip bir kendime geldim. Hemen ardından da ayağımın tozuyla malay düğününü gittim.
Düğünler gerçekten de çok önemliydi bu kültürde. İmam ve resmi nikah kıyılıyordu. Ardından da bir çadırda ziyafet veriliyordu.
Ardından da şehir içinde dolandık ve en sonunda merkeze gittik.
6 ay yolda olduktan sonra sakin, mutlu ve dünyevi hırslardan arınmış bir insan olarak Adam’ın kişiliği bana çok garip gelmişti. İyi niyetliydi, kibardı, cömertti. Ama tanıştığımız saniyeden itibaren tek bahsettiği iş alanındaki hırslarıydı; yok kariyeri, yok ne kadar para kazanabileceği, yok sosyal çevresinin ne kadar güçlü olacağı... O kadar yabancı ve anlamsızdı ki benim için. Altındaki kompleksi o kadar net görebiliyordum ki...
Ne yalan söyliyim muhabbeti ağır gelmişti, hem çok yorgundum, uykusuzdum ve üstüne üstlük bu tarz bir muhabbete maruz kalıyordum. 3 gün daha aynı konuşmaları çekeceğimi düşündükçe içime daha da sıkıntılar basıyordu. Bir de yemek yememem de problemdi onun için. Gittiğimiz her yerde o yiyor ve ben bakıyordum.
Derken bir mucize oldu ve bana ertesi gün şehir dışına tatile gideceğini, evi de bana bırakacağını söyledi...
Geceyi turist dolu Malacca sokaklarında bardan bara gezerek geçerdik. Güya Müslüman ülkesi. Tek fark diğer Güney Asya ülkelerine nazaran içkinin daha pahalı olmasıydı...
Gece 12’de artık gözlerimi açamıyordum. Eve gittik, Adam’ın hayalkırıklığı eşliğinde. Allahtan sonra birilerini buldu da o dışarı çıktı, bense yatağa kavuştum.
Sabah kalktığımda evde başka birilerinin daha olduğunu gördüm, Kuala Lumpur’dan bir geceliğine eğlenmeye gelen 4 hatun... Akşam Adam gideceği için onunla uçağından evvel şehir merkezinde buluşıp öğle yemeği yiyecektik. Ben malum turistik aktiviteler yapmak için evden erkenden ayrıldım. Birkaç saat daha kariyer hırsı muhabbetini çekebileceğimden şüphelerim vardı, ama yapacak birşey yoktu. Daha beteri de olabilirdi.
Evden otobüse binip önce terminale gittim. Kaldığım yerden şehir merkezine doğrudan otobüs olmadığından burada değiştirmem gerekiyordu. Diğer otobüse bindiğimde cebime bir mesaj geldi, Adam’ın erken gitmesi lazımmış... Gülümsememe engel olamadım. Önümde kendime başbaşa kalıp romantik dakikalar yaşabileceğim koskocaman 2 günüm vardı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder