Fazla büyük bir yer değildi. Çok şirindi. Portekiz’lerden miras St. Paul Kilisesi, Hollandalılar tarafından tekrar inşa edilen St John Kalesi, Portekizlilerin ilk ayak bastığı limanın oradaki Portekiz Meydanı, Malezya’nın en eski Katolik kilisesi olan ve 1700’lerde Hollandalılar tarafından yaptırılmış olan St. Peter’s kilisesi ile, tapınakları ve camileri ile kendine özgü, karışık mimari çizgileri olan sevimli bir yerdi.
Jonker Sokağı’na gidip yol boyunca uzanan tezgahları gezdim. Yemekler, hediyelik eşyalar, antikalar, Malezya’nın en ünlü meyvası olan Durian’dan yapılan binbir çeşit atıştırmalıkları ile turistik bir caddeydi. Durian Güney Asya’nın her tarafında bulunuyordu. Ama burada meyvaların kraliçesiydi. Çok keskin bir kokusu olduğunda Tayland’da otellere götürmek yasaktı. Tadını tarif etmek zor, ilk yediğimde beğenip beğenmediğimi anlayamadım, ikincisinde de... Üçüncüsüne de hiç zamanım kalmadı, zira halen daha tadına bakmadığım bir sürü meyva vardı.
Turistik yerlerden uzaklaşıp banliyölere gittikçe yerel insanlarla konuşmaya başladım.
Konuştuğum herkesin üçüncü sorusu mutlaka evli olup olmadığımdı ve akabinde ne zaman evleneceğim. Evlenmeyi düşünmüyorum dediğimde suratlarının aldığı ifadenin fotoğrafını çekmek çok isterdim. Ama kabalık olacağını düşündüğümden yapmadım. Gerçi artık kültürel farklılık ve kabalık arasında çok ince, hatta üzerinde çalışılabilecek bir fark olduğunun çok iyi farkındaydım ama yine de...
3 gün kaldığım Malacca, Malezya’yı sloganlarında da dediği gibi anlattı. Ama yine de tam değil. Çevre gezileri, müze ziyaretleri, havuz etkinlikleri ve tek başıma zaman geçirme lüksünü de yaşadıktan sonra başka bir ‘Kültür ‘ şehrine gitmek üzere oradan ayrıldım... Cebimde Malacca sokaklarında, otobüslerinde tanıştığım bir sürü insanın cep telefonlarının bulunduğu ve nerdeyse zorla verdikleri kartvizitleri de malesef çöpe attım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder