29 Mart 2011 Salı

Buda’yı görmeyeli uzun zaman olmuştu... BANGKOK - TAYLAND

 
29 Mart 2011
Çantaları odamıza bırakır bırakmaz otelden çıkıp birşeyler yemek için kendimizi sokağa attık. Çılgın Bangkok gecelerinden biriydi. Kalabalıktı her yer.
Tek problemimiz Taylandlıların fazla İngilizce konuşamamalarıydı. Dolayısıyla birşeyler anlatmak çok zordu. El kol hareketleri burada devreye giriyordu. Çoğu şey Tai dilinde yazılıydı ve anlamak da imkansızdı. Odaya götürmek için birşeyler almak üzere süpermarkete uğradığımızda çoğu şeyin üzerinde İngilizcesinin de yazmadığını gördük. Dolayısıyla iç güdülerimize güvenmek zorunda kaldık.
Hala Hindistan kafasındaydık. Baht diyemiyorduk, rupi işliyordu bizim için. Fiyatları önce rupiye çeviriyorduk ve o yüzden de herşey oldukça pahalı geliyordu. Meyvalar, sebzeler, yiyecekler...
Süpermarketlerin bir kültürü yansıtmasındaki gücünü her zaman takdir etmişimdir. Yiyecek anlayışlarında, evlerinde barındırmaktan hoşlandıkları herşeyi iyi bir göz tahlil edebiliyordu. Mesela büyük bir hayvan bölümü vardı. Envai çeşit kedi, köpek mamaları, oyuncakları, ilaçları vb. Bu da hayvanlara düşkün olduklarının bir göstergesiydi. Yiyeceklerde ise balık tabi ki başı çekiyordu; salamurası, kurusu, yaşı, tazesi, dondurulmuşu, büyüğü, küçüğü, sosları... Aklımın ucuna gelmeyecek kadar balık çeşidi ve balıktan elde edilen yan ürünler vardı. Mikrodalgada ısıtılabilecek hazır yiyecekler, deniz yosunundan krakerler ve binbir türlü cips. Paketlerin hepsi rengarenkti. Manga filmlerinden fırlamış karakterlerle süslenmiş. Hindistan da rengarenkti ama renklerin bambaşka algılanabileceğini ben buraya geldiğimde gördüm.
İnsanlar güleryüzlüydü. En hoşuma giden ise birşey sormaya kalktığımızda heyecanlanmaları ve 
Bangkok sokakları...
panik olmalarıydı. Bu onları daha da şirin yapıyordu.
Ertesi gün biraz turistik gezi yapalım dedik ve merkeze indik. Saraylarına gittik. Halkın krallarına karşı büyük bir saygı ve sevgisi vardı. Ülkenin çoğunluğu Budist olduğundan da birçok tapınak vardı. Sri Lanka’da fark etmediğimiz detayları görmeye başladık, Hindistan ile dini bakımdan, ikon açısından da ne kadar ortak özellikler taşıdıklarını. Gerçi bu gayet normal, Buda en nihayetinde doğduğunda bir Hindu olarak doğmuştu. Ama yeni fark ettiğimiz tapınaklarında da Hinduizm izlerinin ve hikayelerinin de yansıtıldığıydı. Bir de burada da beyaz cilt makbüldü. ‘Ne güzel yanmışsın!’ demek burada kesinlikle bir hakaretti.
Sokaklarında dolaştığımızda çok fazla batılılaşmış bir millet gördük. Kıyafetleri, tavırları, müzikleri, hatta kocaman gökdelenleri ile dikkat çekiyorlardı. Sadece Bangkok’un böyle olmasını umut ettim. En nihayetinde burada Siam kültürünü görmek ve deneyimlemek için bulunuyordum ve karşımda sadece batılı bir toplum vardı.
Bangkok’ta geçirdiğimiz birkaç gün boyunca bol bol sokak tezgahlarından yiyerek Tai yemek kültürünü anlamaya çalıştık; bol baharatlı ve balıklı, sıcak bir ülke olmasına rağmen fazlasıyla kızartma ağırlıklı. Pirinç ve erişte ana malzemeleri tabi ki. Tatlıları bile pirinçtendi. Gerisi teferruat. Tuz yerine ise genelde soya sosu kullanıyorlardı.
Hemşeri kafasında iş sormak hem de birkaç kelime Türkçe konuşmak için bir Türk restoranı bulduk Bangkok’un ortasında. Restoranın sahibi Malatyalı bir abiydi. 8 ay evvel gelip buraya yerleşmiş. Taylandlı bir hatunla da evlenmiş. Bir iki saat muhabbet ettik, bize ısmarladığı Türk kahvesi eşliğinde. Aylardan ve yollardan sonra bir Türk kahvesi... O kadar mutlu olmuştum ki adama binlerce kez teşekkür ettim. Bangkok’a geldiğimde bir Türk arayacağımı söyleseler hayatta inanmazdım... Hayat sürprizlerle dolu en nihayetinde!
Tütün bulma ümidi ile bir alışveriş merkezine doğru yola düştük. Yolumuzun ortasında iyi giyimli bir adam bizi durdurdu. Başladı konuşmaya, nerdensiniz, ne yapıyorsunuz şeklinde. Bize cüzdanında kızının resmini gösterdi. Dubai’de çalıştığını, tatilde olduğundan bahsetti. Sonrasında da bir anda tüm Tayland için seyahat biletlerimizi eğer o gün alırsak %20 indirim yapıldığını, hemen gidip rezerve etmemiz gerektiğini tutturdu. Hem yakınlarda da bir seyahat acentası varmış, oldukça güvenilir. Sonrasında da mavi rikşalar bedava olduğunu, buraya bu rikşalarla gidebileceğimizi söyledi. Ne hikmetse de tam bu sırada bir mavi rikşa beliriverdi. Hık mık dememize zaman kalmadan kendimizi rikşada bulduk. Ne olduğunu idrak ettiğimizde tabi ki hemen rikşadan indik. Genelde turistlere yaptıkları bir oyundu bu. Muhtemelen o iyi giyimli adam bizi gönderdiği seyahat acentasından komisyon alacaktı, ya da dolandırılmaya çalışılacaktık. Çalışılacaktık diyorum zira dolandırılmak için insanın parası olması lazım. Bizde ne para ne de plan olduğu için fazla bir tehlike yoktu. Yine de tütün almak için çıktığımız yoldan bizi çevirmiş olması canımızı sıktı...
Alışveriş merkezine vardığımızda çoktan yorulmuştuk, tütün de bulamadık. Sadece Tai numaramızı aldık. Hindistan’dan farklı olarak bizden ne resim ne pasaport fotokopisi ne kalacak yer bilgisi istediler. Aldık ve çıktık, yaşasın Tayland GSM operatörleri!
Bangkok sonrası Santi Asok diye bir yere gidecektik. Keşişlerin yönettiği bir eko-köydü. Orada birkaç gün kalıp ona göre rota çizecektik. Ancak orada kalmamızın mümkün olmadığını öğrenince ve büyük şehir üstümüze üstümüze gelince, turizm ofisine gittik ve bize yakınlarda bir yer önermelerini rica ettik. Hemen kuzeyde 1,5 saatlik bir uzaklıktaki eski başkentleri Ayutthaya’yı önerdiler.
İlk otobüse atlayıp oraya gittik.

26 Mart 2011 Cumartesi

Biz buna Türkçe’de kültür şoku diyoruz! BANGKOK - TAYLAND

26 Mart 2011
Kolkata’da geçirdiğimiz son Hindistan günlerimizden sonra artık Tayland için iyice heyecanlanmaya başlamıştım. Karşılaştığımız çoğu insan daha doğrusu gezgin Tayland’ın kolay bir ülke olacağını söylüyorlardı, özellikle de Hindistan ile kıyaslanınca. Rotamızın en zorlu parkuru bitmişti.
Kolkata havaalanı küçük bir havaalanıydı. Düzgün bir freeshop bile yoktu. O yüzden sigara alma hayallerim suya düştü. Uçağa bindiğimizde yerime oturduğum anda uyumaya başladım. Artık benim için fark etmiyordu, otobüs, tren, uçak, her yerde uyuyabilme özelliği kazanmıştım. Gerçi bu yorgunluktan mı kaynaklanıyordu yoksa alışmış mıydım bilemiyordum.
Vardığımızda saat 5’e geliyordu. Şehrin içinde bir hostelde yer ayırtmıştık ve oraya varmak için de yine bir sürü otobüse binecektik.
Kocaman bir havaalanı karşıladı bizi. Ama yine de sakindi. Vizemizi daha önceden almış olduğumuzdan o vize kuyruğuna girmeden doğrudan Free shoplara yöneldik. Artık para birimimiz Baht’tı ve bahtın ne kadar olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Hesap makinası elimde hesap yapmaya çalıştım ama bir türlü işin içinden çıkamayınca en iyisi dışarıda en ucuz sigarayı aramak dedim ve kendimi dışarıya attım. 
Heryerde yemek standları vardı...
Otobüse binip şehir merkezine gitmeden evvel havaalanı önünde bir beş dakika dinlenelim dedik. Herşey çok farklıydı; yollar, binalar, insanlar... Taylandlı kızlar mini etekleri, şortları ve topuklu ayakkabıları ile karşımdaydılar. Onca zaman sarili Hintlilerden sonra benim için o kadar farklı bir görüntüydü ki altımdaki şalvar ve üzerimdeki yarım kollu tişörtle kendimi fazlasıyla muhafazakar hissettim.
Otobüs duraklarına giden servisin nereden kalktığını öğrenmek için taksi durağında çalışan bir kadına yöneldiğimizde yaşadığım şokların sayısı gittikçe artmaya başladı. Zira karşımda makyajı, mini şortu, uzun saçları ile çok havalı bir erkek buldum. Hindistan sonrası ciddi bir kültür karmaşası yaşamaya başlamıştım...
Kalacağımız hostel Pinklao denen bir yerdeydi, birkaç otobüs değiştirdikten sonra en sonunda ulaştık. Yolumuz üzerinde methini çok duyduğum ve denemek için sabırsızlandığım yemek tezgahlarını gördüm sıra sıra. Müthiş yemek kokuları havada dans ediyordu. Hindistan’da sokak yemeği hiç yememiştik, bu konuda fazlasıyla uyarı almıştık. Ama burada tüm rehber kitaplarında da dediği gibi kültürün tam bir parçasıydı ve denememek mümkün değildi. Tezgahların başındaki ablalar, teyzeler de gayet titiz ve temiz görünüyorlardı. Bazı yerler sadece bir tezgahtan ibaretti, bazı yerlerde de salaş masalar vardı, insanlar da ellerinde içkileri, önlerinde de binbir çeşit yemekleri ile bu masalarda oturuyorlardı.
Otel odamız...
Hostele vardığımızda giriş katta bir bar karşıladı bizi. Rock bar. Bir grup sahnede çalmaya hazırlanıyordu. İrem en ucuzu olsun şeklinde bize yatakhaneden yatak ayarlamıştı ama hostelin müdürü Ganalı Philip bize bir jest yaparak koskocaman bir oda verdi. 
Hostelden ziyade boş bir bina istila edilmiş, maliyeti arttırmamak adına üzerine hiçbir şey eklenmemiş bir hangara benziyordu. Dökülüyordu kelimenin tam anlamıyla ve pisti. Hindistan’da kaldığımız en kötü yer Palolem’deki odaydı ama onun bile kendine özgü bir sıcaklığı, tropik bir duruşu vardı. Burası soğuk bir yerdi.
3 gün katlanacağız dedik, zira Tayland anladığımız kadarıyla Hindistan’dan oldukça pahalıydı ve buradan daha ucuz bir yer bulmak pek mümkün görünmüyordu. Tuvaleti görünce kalacağımız 3 gün boyunca duş almamaya da karar verdik. Allahtan hava sıcak değildi...
Hostelin en iyi yönü ücretsiz kablosuz internetin olmasıydı...

Tekrar görüşeceğiz Bharat Ana...KOLKATA - HİNDİSTAN


26 Mart 2011 
İnanılır gibi değildi ama Kolkata Hindistan’da gördüğümüz en düzenli ve en modern şehirdi. Avrupaiydi. Sokaklar temiz, insanlar daha moderndi. Sabah Kolkata’ya vardığımızda bizi misafir edecek Aditya’ya gitmeden evvel Tayland konsolosluğuna gittik. Normalde bir aylık vize havaalanında veriliyordu, ama gitmeden evvel aldığımızda 2 aylık isteme şansımız olduğunu öğrendiğimizden dolayı Kolkata’daki konsolosluğa başvurmaya karar vermiştik. Kuyruksuz, sorgusuz ve sualsiz 2 aylık vizemizi aldık. Hem de çift girişli olduğu için 2 ay sonra Tayland’dan çıkıp tekrar giriş yaparsak 2 ay daha kalabildiğimizi öğrendik. Büyük rahatlıktı.
Kolkata’da fazla turist olmadığından Aditya şans eseri bizi yolda gördü ve evine getirdi. Salsa hocasıydı. Stüdyo olarak da kullandığı evinin bir duvarı boydan boya ayna kaplıydı. Kendimizi aynada görmek gayet tuhaf geldi. Yorgun gözüküyorduk. 3,5 ay sonunda kendimizi cidden yorgun hissediyorduk...
Kolkata, Batı Bengal eyaletindeydi. Bengali lisanını konuşuyorlardı ve Kerala ile birlikte Hindistan’ın ikinci komünist şehriydi. Kerala da düzenliydi ama Kolkata’nınki daha etkileyici ve rahatlatıcıydı, açıkçası aşinaydı ve böyle bir düzeni özlemiştik. Tek garip gelen insanların çektiği rikşaların Hindistan’ın her yerinde yasaklanmış olmasına rağmen burada devam etmeleriydi. Aditya’ya bunun nedenini sorduğumuzda getirdiği açıklama ise anlaşılırdı: Bu insanlar hayatları boyunca rikşa çekmeye alışıklardı, kasları bu iş için gelişmişti  ve başka bir iş yapmaları imkansızdı. Bu işi onlardan almak onları işsiz bırakmak demekti. O yüzden burada bu iş devam ediyordu. Yine de yolda gördüğümüz çok zayıf bir adamın çektiği bir rikşada oturan çok şişman bir kadının manzarası iç sızlatıyordu...
Hintliler tatlı sever.. hem de çok
Aditya’nın kız arkadaşı Shaneel de aramıza katıldı. İngiltere’de okumuş bir sürü ülke gezmiş acayip tatlı bir hatun. Saatlerce Hindistan üzerine konuştuk. Kendi kültürümüzle olan benzerlikler, terslikler... Aditya da Shaneel de Hindistan’ın modern yüzleriydi. Kast sistemine inanmayan, zorunlu evlilikleri kabul etmeyen, gezmeyi seven, tutuculuktan uzak.

Kolkata’da geçirdiğim zaman boyunca 3,5 aylık Hindistan gezimi düşündüm. Çok zorlandığım anlar geldi aklıma. Fakirlik, koku, pislik, rikşalar, dilenciler, kalabalık, normal insanların bile beyazsın diye senden para istemesi, gözlerin devamlı üzerinde olması... Chennai’ye indiğimdeki terk etme isteği... Ama ardından gelen alışma süreci, benimseme ve Hindistan’ın içimde büyümesi, herşeyiyle. Dişsiz teyzelerin merhaba diyerek gülümsemesi , küçük çocukların devamlı el sallaması, rikşa şoförlerine kızdığını anladıklarında ‘özür dilemeleri’, doğası, guruları, o 3 milyon insancıl tanrıları, fulya kokuları, otobüslerdeki onca kalabalığa, korna seslerine ve şoförlerin deli gibi sürmelerine rağmen şikayet etmemeleri, tren istasyonda yerlerde yatmaları...    
Kolay bir ülke olmadı benim için. Fazlasıyla mücadele gerektirdi, her sokağa adımımı attığımda ‘neden buradayım ki’ diye sorguladım kendimi. Ama yine de terk etmedim, terk edemedim. Hindistan’da yolculuk bir yandan kendi içimdeki yolculuğa götürdü beni. Hiç fark etmeden ve hiçbir zaman ihtiyacımın olduğunu düşünmediğim. Biliyordum ki bu yolculuğu herkes yapıyordu. Gördüğümüz, bildiğimiz herşeyden farklıydı, alışık olduğumuz kalıplardan, tutumlardan, düşünce yapılarından. Toplum içindeki bireylerden rengim dışında da farklıydım. Farklılık önce kınama, ardından sorgulama ve en sonunda da kabullenmeyi getirmişti. Farklılık, aynı şekilde kendimi sorgulamama da neden olmuştu. Topluluğu ve kültürü olduğu gibi kabullenince de kendimle, dış dünyayla barışı ve dolayısıyla da sevgiyi getirmişti. Sadece benim böyle hissetmediğimi biliyordum. Herkes bu yoldan geçiyordu, hatta defalarca. Bu yüzden insanlar buraya devamlı geliyordu, kendilerine kendilerini hatırlatmak amacıyla.
Yolun sonuna gelmiştim. Ama birgün buraya döneceğimi biliyordum. Kaçınılmazdı. Hem daha görmek istediğim birçok yer vardı hem de benim de zamanı gelince bir ‘hatırlatma’ya ihtiyacım olacaktı. 
Fakat öncesinde daha yolum vardı...

20 Mart 2011 Pazar

Ölmeye ölmeye geldik, Varanasi’de yakılmaya geldik! VARANASİ - HİNDİSTAN

20 Mart 2011
Susuz kaldık. Yanımıza sadece 1 litrelik su almıştık. Nasıl olsa trenlerde satılıyordu diye... Ama gel gör ki bayramlarda trendeki su satıcıları da bayram yapıyorlarmış. Durduğumuz her istasyonda İrem bir koşu gidip büfeleri kontrol ediyordu, hepsi kapalıydı...
Holi dolayısıyla trende fazla insan da yoktu. Boş bir tren lüksünü yaşıyorduk. Rishikesh’teki uyarılar dolayısıyla kalacağımız oteli arayıp rezervasyon yapmıştık. Otelden ayrıca bizi karşılamak üzere bir rikşa da gelecekti. O yüzden içimiz rahattı. Sadece biran önce varıp kana kana su içmek istiyorduk.
4 gibi en sonunda geldik Varanasi’ye. Rikşamız bizi karşıladı. Daha önceden ne kadar vereceğimizi bildiğimizden pazarlık yapıp yorulmama lüksünü yaşadık. İlerledikçe rikşa ile gitmemizin ne kadar doğru bir tercih olduğunu daha da iyi gördük. Bayram bitmişti ve ortalık pek kimse yoktu, ama kalacağımız yer tren istasyonundan bayağı uzaktık. Yürümeye kalksa idik muhtemelen zaten sancılanmak için en ufak fırsatı kaçırmayan bacağım isyan bayrağını çekerdi ya da artık yolun üzerinde bacağı bir köşeye atardım, malum Hindistan’da çöp kutusu bulmak imkansız gibi birşeydi.
Esas ölü yakılan ghat
Antik kısma gelince rikşadan indik, rikşa ile devam etmek zaten pek mümkün değildi. Daracık sokaklar, insanlar, bir de tabi ki inekler...  Otele geldiğimizde otel sorumlusu karşıladı bizi. Kolkata’dan 3 sene evvel gelip buraya yerleşmiş. Güleryüzlü ve iyi niyetli. Bizi hemen odamıza götürdü. Bayağı küçüktü. Ama pek umrumuzda değildi, uyuma arzusundaydık. Yol artık iyice yormaya başlamıştı ben, tabi bir de biraz yürüdüğümde üstüne eklenen bacağımın sancısı.
Her yer kapalıydı. Hem bayram hem Pazar günü etkisi. Yiyecek olarak ancak bisküvi bulabildik ve otele geri döndük.


Sabah kalktığımızda önce ghatlara gitmek istiyorduk. Zaten onca yolu ghatları görmek için gelmiştim, özelikle de ölü yakılan ghata... Ghatlar, Ganj nehrine uzanan merdiven bloklarıydı. Buralarda trafik yoktu, insan trafiği dışında tabi. Rikşalardan kurtulduk derken bu sefer tekne gezisi satıcıları çıktı başımıza. Her adımda bir, ‘madam tekne gezisi’ şeklinde durdurulduk. Ama en sonunda yolumuzda ölü yakılan ilk ghata ulaştık. Günün her saatinde bu seremoni oluyormuş. Ghat 4’e ayrılmıştı, en aşağıdaki ve nehre yakın bölümde ‘dokunulmazlar’, yani kastın en aşağısındakiler yakılıyordu, yukarıya çıkıldıkça da kastlar da üste çıkıyordu. En yukarıda da ‘Parvati’nin, büyük tanrıları Shiva’nın karısını yaktığı ateş vardı. Zaten ölüyü yakmak için bu ateşten alınıyordu. Ölü önce Ganj’ın suyu ile yıkanıp ardından kastına göre yakılması gereken yere taşınıyordu. Aileden olan kadınlar bu seremoniye katılamıyordu, zira fazla duygusal olduklarından kendilerini ateşe atmalarından korkuluyordu. Geçmişte bir dönem ölen adamların karıları da diri diri yakılıyormuş, tabi artık bu töre uygulanmıyor. Ama 7 sene evvel bir kadın kendini ateşe attığı için kadınların törende bulunması yasaklanmış.
 
Devamlı bir ölü yakma sirkülasyonu vardı. Ölü, renkli örtülere sarılı olarak nehrin kenarına taşınıyordu tahta bir taht üzerinde ailesi tarafından ve dualar eşliğinde. Yıkandıktan sonra ise ailenin en büyük çocuğu elinde ateşle ölünün etrafında beş elementi yani havayı, suyu, toprağı, ateşi ve bir de rüzgarı temsilen 5 defa dolaşıyor, ardından da ateşe veriyordu. Küllerini de Ganj’a arkasını dönüp saçıyordu. Çünkü ölü artık diğer hayatındaydı ve mutluydu. Yaşayanların da arkalarına bakmamaları  gerekiyordu. Herşey bir ritüeldi. Ama çok fazla odun kullanılıyordu. 20.000 rupiye kadar bir para söz konusuydu. Ama burada yani Varanasi’de yakılmak Hintliler için çok önemliydi, zira karmalarının burada öldükleri ve yakıldıkları takdirde bir dahaki hayatlarında daha üst kastlarda doğmalarını garantilediğine inanılıyordu. Çok yaşlı ve fakir insanlar da buraya ölmeye geliyorlardı, ölmeyi bekliyorlardı. Onlar için özel binalar vardı, içinde ölümü bekledikleri. Fakir olduklarından da yakılmaları için gereken parayı bağışlarla topluyorlardı. Gandi’nin kızı yakılma seremonisinin bu kadar masfraflı olması nedeniyle ‘özel ölü yakma fırınları’ yaptırmış. Ancak bu fırınlarda ölü yakıldığını biz görmedik. Hala işlevsel mi bilemiyorum.
3.000.000 adetten fazla tanrıdan söz ediyordı. Kimsenin isimlerini tam olarak bilmediği, birbirlerinin reankarnasyonları. En önemlilerinden biri Shiva’ydı. Her tanrının birden fazla efsanesi vardı. Mesela Ganesh, Shiva’nın oğullarından biri, fil başlı olmasının nedeni Shiva’nın onu yolda tanımamış olup kafasını kesmesi, Parvati’nin ona söylemesi üzerine de yerine fil kafası koyması. Ganesh’in iyi şans getirdiğine inanıyorlardı.... Tanrıları ve onların hikayelerinini takip etmek gerçekten de çok zordu.
Varanasi’de geçirdiğimiz zaman boyunca her tapınaktan ayrı bir çan sesi geliyordu, daha önce fark etmemiştim ama insanlar bu çanları tanrıları çağırmak için kullanıyorlarmış.
Her gece Ganj ana için de ghatlarda birinde düzenlenen bir seremoni vardı. Tabi ki ilahiler ve dans eşliğinde. Bir saat boyunca özel giysili adamlar ellerinde önce tütsüler, meşalaler, yelpazelerle özel bir platformda teşekkürlerini sunuyorlardı. Ardından da bu seremoniyi izleyenlere kutsayan ve 3.gözlerini açan bindi sürülüyordu alınlarına. Biz de nasiplendik tabi ki.
Varanasi’deki zamanımız bitince artık Hindistan’daki son tren yolculuğumuza çıkıyorduk. 14 saat sonra en son durağımız Kolkata’ya gidiyorduk.


18 Mart 2011 Cuma

Ve en sonunda Ganj Ana bize kucağını açtı...RISHIKESH - HİNDİSTAN

18 Mart 2011
Ayrılıklar yolda olunca pek üzücü olmuyor sanırım. Geoffrey’nin gitmesi ile çok daha büyük bir boşluğa düşeceğimi düşünüyordum. Bir buçuk ay boyunca Chennai’den Delhi’ye tek başıma yaptığım tren yolculuğu dışında hemen hemen her anımızı birlikte geçirmiştik. Sevgilinin dışında çok da iyi arkadaş olmuştuk. Belki psikolog olması belki de doğasındaki sakinlik, huzur ve sevgi bulunması nedeniyle rahatlıkla iletişim kurduğum, konuşmaktan usanmadığım ve açık olduğum nadir insanlardan biriydi. Tabi bir de minnet vardı. Bir ay boyunca benimle hastane hastane gezip bana bakmıştı. Hayatımda hiçbir drama yaşamadan sürdürdüğüm bir ilişki olmuştu ve şaşırmıştım. Bunun nedeni karşımdakinin Geoffrey olmasından mı kaynaklanıyordu yoksa yolumda cidden değişmiş miydim bilemiyordum. Ama şu bir gerçekti ki tüm yaşadığım kalp kırıklıklarını unutturmuş, sadece olan bitenlere gülüp geçmeme vesile olmuştu. Ancak daha hayatta yaşaması gerekenler vardı, benim çoktan yaşadığım ve bıktığım. O zaman belki tekrar...
İrem ile istasyonda buluştuğumuzda Rishikesh’e Haridwar üzerinden gitmemiz gerektiğini ve Haridwar treninin rezervasyonun da şehrin diğer kısmındaki istasyondan yapıldığını öğrendik. Kocaman çantalarımız sırtımızda metro ile diğer istasyona 20 dakikalık bir yolculukla vardık. Ancak bu sefer öğrendik ki işlemimizi meğerse geldiğimiz istasyondan yapmamız gerekiyormuş. Doğal olarak bizi yanlış yönlendiren Turizm Ofis’teki memur bizden ağır bir küfür yedi. Bir de üstüne üstlük gece treninde sadece 4 kişilik yer kalmış. Haldur huldur tekrar döndük, acayip bir kuyruk vardı ki İrem bizi yanlış yönlendiren memura gidip bağırıp çağırdı. Ben de arkasından bacağımdaki bandajı göstererek bizi neden bu kadar yürüttüğü konusunda İrem’e destek çıktım. Bu sefer hemen biletlerimizi ayarladı. Akşama bilet bulmuştuk ve Delhi’den gidebiliyorduk. Pek mutlu oldum!
Bagajlarımızı istasyondaki emanete bıraktık ve şehre geri döndük. Elimizdeki kitapları, Tayland rehberi ile değiştirmeyi planlıyorduk. Türkiye’den 60 TL verip aldığımız, Delhi’deki sahaflarda aynısının en fazla 20 TL’ye satıldığını öğrendiğimiz, tekrar satabilmek ya da takas edebilmek için üzerine tek bir çizgi bile çizmediğimiz Hindistan rehberi kitabı malesef Sadhana’da İrem’in odadan yürütülmüştü. O yüzden sadece romanlarımız vardı, onlardan da bir tanesini kabul ettiler ve Tayland rehberi için üzerine para istediler. Toplamda 400 rupiye rehberimize kavuştuk. Artık Tayland için hazırlanma vakti geliyordu...
Gece olup trene bindiğimizde kompartımanda 2 İsrailli ve de bir İspanyol bulunuyordu. Hepimiz Rishikesh yolcusuyduk. İspanyol çocuk 7 senedir Hindistan’da yaşıyormuş. Yazları sadece İspanya’ya gidip yaptığı takıları, aksesuarları, çizimleri satıyormuş. İsrailli kızlar da bizimle aynı tarihlerde gelmişler ve ülkeyi geziyorlarmış. Çok komik bir şekilde Türk olduğumuzu söyleyince İsrailli kızlarda bir gerilim hissettim. Malum bir sene evvelinde yaşanan İsrail – Türkiye krizi onları bizden daha fazla etkilemiş. Ama sonrasında aramızdaki buzlar eridi.
Kronikleşmeye başlayan yorgunluğumun etkisi ile hemen uyumak istedim, ranzaları açtık. O sırada bir asker geldi. Bize çantalarımıza sahip olmamız gerektiği konusunda yarım saat nutuk çekti, etraftaki tehlikeli insanlardan bahsetti. Kuzey’in daha tehlikeli olduğunu duymuştuk, ama yine de rahattık. Amcam ama, sabaha kadar kolunda tüfekle bizim başımızı bekledi. Hayatım boyunca hiç bir fedaim olmamıştı, kısmet Hindistan’aymış...
Geceyarısı bir gürültü ile uyandığımda 40’lı yaşlarda bir İngiliz ailesi ile karşılaştım. Kompartımandaki boş yataklara yerleşmeye çalışıyorlardı. 3 küçük çocuklarıyla. Sabah uyandığımızda muhabbet etmeye başladık. 6 aydır Hindistan’dalarmış. Her yeri gezmişler. Çocuklarla ne kadar zor olabileceğini düşünemiyorum, ama sonuçta bir çocuğum olmadığı için. Gayet mutlu gözüküyorlardı. Özendim.
Haridwar’a geldiğimizde 1 saat uzaklıktaki Rishikesh’e gitmek için vikram almaya karar verdik, İsrailliler ve İspanyol’la birlikte. Vikramlar, rikşalardan daha büyükçe dolmuşlardı. Tren çıkışında o kadar çoklardı ki bir noktada bizim yüzümüzden şoförler kavgaya tutuştu. En sonunda bir tanesine bindiğimizde hepimiz yorgunluktan sessizliğe gömüldük.
Ganj
Ama Rishikesh’e geldiğimizde tüm yola değdiğini gördüm. Tam ortadan Ganj akıyordu. Ganj Ana. Tanrıçaları. Hindistan’ın en büyük nehri. Gördüğümüz anda buraya sadece 2 gece ayırdığımız için pişman oldum. Gerçi yine de en fazla 3 gün kalabilirdik, zira Tayland’a geçmeden evvel Varanasi’ye uğramamız gerekiyordu ve Tayland vizesini önceden almak istediğimizden Kalkota’da da konsoloslukta zaman geçirecektik.
İsrailliler ve İspanyolla yollarımızı ayırıp pansiyon bulmak üzere sadece yayaların ve iki tekerlekli araçların geçebildiği köprüden nehrin diğer tarafına yürürken ve ‘Aaa ne güzelmiş’ diye haykırırken arkamızdan Türkçe olarak ‘Hoşgeldiniz!’ diyen bir ses duyduk. ‘Aman Allahım bir Türk!’ Aylardan bu yana İrem dışında bir Türk ile konuştuğum için fazlasıyla heyecanlandım.
Rishikesh
Onur, 20 gün evvel buraya gelmiş, birkaç defa ayrılmayı deneyip istasyondan geri dönmüş aslen Mersin’li... Üniversiteyi İstanbul’da okumuş, sonrasında da bir inşaat mühendisi olarak senelerce de Rusya’da yaşamış. Bize kaldığı pansiyonu gösterdik, doluymuş, yol üzerinde birkaç pansiyona daha baktık ve hepsinin dolu olduğunu görünce nefes almak için Onur’un oturduğu ve anladığım kadarıyla bayağı zaman geçirdiği küçük kafeye gittik. 
Sadece 8 kişilik bir masası vardı, ama çok şirindi. Herkes herkesle konuşuyordu. Hemen diğer insanlarla da tanıştık. İspanyollar, Fransızlar, rastalılar, ermişler, erme yolunda sabırla ilerleyenler...
Yoganın doğduğu kent olan Rishikesh’te her türlü yoga, meditasyon dersi verilen birçok aşram bulunuyordu. Ayrıca bu aşramlarda konaklama da yapılabiliyordu. Onur, oda bulabileceğimizi düşündüğü bir aşram önerdi. Oraya gittiğimizde check out zamanını beklememiz gerektiğini söylenince aşramın hemen önündeki sahile gittik. Ganjı seyrettik. Çantalarımızı bıraktığımız yerde 2 tane roman bulduk, ihtiyacımız olan boş zamanlarda okuyabileceğimiz kitapları yol karşımıza çıkarmıştı. Ne var ki check out zamanında kimse oradan ayrılmadı. İrem çevreye gidip başka bir otel buldu en sonunda. Oraya gittiğimizde kendimizi yatağa attık ve bir süre uyuyup kendimize geldik.
Ganj manzaraları
Ertesi sabah uyandığımızda daha enerjiktik, bir gün evvel oturduğumuz kafeye dönüp kahvaltımızı ettik. Yolda İrem Sadhana’dan tanıdığı Amerikalı Danny’i gördü, o da bizimle geldi. Hep beraber kahvaltı sonrasında daha önceden methini duyduğumuz Brezilyalı guru Prem Baba’nın konuşmasını dinlemeye gittik.   
Konuşmanın yapıldığı aşrama vardığımızda salondan gelen müthiş bir müzik duyduk, fazla sözü olmayan, herkesin eşlik ettiği, gitar ve vurmalıların birbirleriyle ahenk içerisinde dile geldiği... Huzurlu... Guru gelinceye kadar ve hatta geldikten sonra da bir süre müzik devam etti. Prem Baba en sonunda konuşmaya başladı. Konuşması neredeyse 2 saat sürdü, kendini tedavi etmenin, mutluluğu yakalamanın hakkındaydı. Konuşmayı Portekizce yapıyor, yanındaki asistanı da simültane tercüme. İşin içinde başka bir dilden tercüme olunca etkileyiciğili bir nebze azalıyordu sanki. Ama yine de birçok takipçisi, seveni, hayranı, müridi vardı.
Ganj manzaraları
Konuşma sonrasında aşramın içinde turlarken İrem ‘Aa ne şirin böcekler, çiçekler ve maymunlar’ derken bir maymun tarafından saldırıya uğradı. Allahtan tam zamanında kaçtığı için zarar veremedi. O gün öğrendik ki maymunların irice olanlarıyla asla gözgöze gelmemek gerekirmiş, bunu tehdit olarak algılayabiliyorlarmış.
Öğle yemeğini de orada yedik. Hem de sıcak yemek. Sebzeli ve chapatili. O kadar lezzetli geldi ki kendimi devamlı tabak doldururken buldum.
Bir sonraki gün de aynı rutini gerçekleştirdik, tek farkla, bu sefer Prem Baba tarafından kutsandım...
Ölü yakılan ghat
Rishikesh’i terk etmeden evvel de son olarak Beatles’ın ziyaret edip bir süre kaldıkları aşrama gittik. Tam Ganj’ın yanında, muhteşem bir ormanın içerisindeydi. Orada ben de bir zaman geçirseydim, en sonunda şiir bile yazabilirdim. Ama artık kullanılmıyordu, terk edilmiş bir halde sadece ‘Beatles aşramını görmeye gelen’ ziyaretçileri ağırlıyordu. Tabi giriş paralı, para Orman Bakanlığı’na gidiyormuş bekçinin söylediğine göre..
Rishikesh
Önümüzde 20 saatlik bir tren yolculuğu vardı. Onur ve Onur’la birlikte tanıştığımız bir sürü insan kalmamız için çok dil döktü. Holi Bayramı, yani renkler bayramı vardı. Kutlamak için de insanlar birbirlerine renkli tozlar, sular atacaklardı. Ortalık rengarenk bir savaş alanına dönecekti. Onur hatta  bu bayramda insanların çok fazla içki içtiklerini dolayısıyla da Varanasi’nin özellikle yabancı hatunlar için çok tehlikeli olacağını, o yüzden gitmememiz gerektiğini söyleyip durdu. Hatta en sonunda biz de ikna olup biletleri değiştirmek için acentaya kadar gittik. Ancak öğrendik ki bizim varacağımız saatte tüm eğlenceleri bitmiş, insanlar sakinleşmiş olacakmış.
Haridwar istasyonuna gitmek için ya rikşa ya da vikram bulmamız gerekiyordu. Vikram, rikşaların büyükçesi ve dolmuş gibi çalışan bir toplu taşıma aracıydı. Yolumuzda bir tane vikram gördük ve oraya oturduk. Bizim dışımızda büyük bir aile de vardı, toplamda 7 kişiydik ve gitmemiz gerekiyordu. Ama vikram şoförü inat edip 1 saat sadece bir insanın daha binmesini bekleyince, kavgalar, bağrışmalar eşliğinde hepimiz indik. Biraz daha yürüdük, en sonunda başka bir tane bulduk.
Zor ve çok uzun bir yolculuk olmasına rağmen yine de Varanasi trenimize yetiştik...
 

Beatles'ın kaldığı aşram

 

 

 






16 Mart 2011 Çarşamba

Delhi bir durak sadece... YENİ DELHİ - HİNDİSTAN

Pahan Ganj
16 Mart 2011
Sabah tren istasyonuna vardığımızda şu son 3 ay boyunca hayatımda demediğim kadar çok ‘Hayır’ demiş olduğumu fark ettim, rikşa şoförleri sağolsun. Her tondan hayır demişliğim oldu; en tiz, en bas, sadece kafa sallayarak, Türkçe küfürle süslü, sert şekilde, yumuşakça, akla gelebilecek her tarzda, bir tek orta parmağımı göstermedim, tabi henüz... Jim Carrey’nin ‘Yes Man’ isimli bir filmi vardı, o film burada çekilse idi muhtemelen baş karakter her rikşaya binmek zorunda kalırdı. İnsanları çirkin bir tavırla reddetmekten hoşlanmıyorum, ama burada o kadar üstüne geliyorlardı ki sadece bağırdığında seni rahat bırakıyorlardı. Bir de trende geçirilen bir gece sonrasında uyku sersemliğini bile daha atmadan üstünden yüzlerce rikşacı üzerine üzerine geldiğinde insan bazen kendini kaybedebiliyor tabi. Mesela ben en sonunda ‘Sizden nefret ediyorum, neden bizi rahat bırakmıyorsunuz, binersek bineriz zaten ama sadece yürüyoruz’ şeklinde infilak ettim. Karşımdaki şoför bunun üzerine sadece içten bir şekilde özür dileyip uzaklaşınca sinire ve sersemliğe eklenen vicdan azabı vücudumdaki tüm enerjiyi çekip götürdü.
Geoffrey’nin Hindistan’daki son gecesi olduğundan güzel bir otelde kalmayı istiyordu. Şehrin merkezine geldiğimizde Hindistan’da kaldığım en lüks otele kaydımızı yaptırdık. Odada televizyon bile vardı, hemen haberleri açtık. Japonya’daki tsunami felaketi üzerine eklenen radyoaktif sızıntı. Bazen yol, rotasını kendi belirliyor, Japonya’yı  güzergahımızdan çıkardık ve başka bir bahara bıraktık. Aksi takdirde annemden cidden çok papara yerdim.
Otel manzarası
Kendimi o kadar yorgun ve halsiz hissediyordum ki tüm gün yataktan çıkmak istemiyordum. İrem saat 10 gibi odaya geldiğinde de beni cansız ve suratı asık bir şekilde buldu zaten. Onca güzel yer gördükten sonra arkadaşımın karşısına bu şekilde çıkmaktan utandım, ama cidden kötü hissediyordum. Yeteri kadar haber izledikten ve durumlara üzüldükten sonra hep beraber çıkıp önce doktora gittik. Doktor, yaramı iyi gittiğini ve enfeksiyon izinin olmadığını söyleyince biraz daha rahatladım. Yemekten sonra Geoffrey ile ben odaya döndük, İrem de Delhi’yi keşfetmeye gitti. Akşam İrem’i misafir eden çocuk ve arkadaşlarıyla buluşup bara gidecektik.
Biraz uyuyup kendimize geldikten sonra dışarı çıkıp Geoffrey’nin son alışverişleri için ona eşlik ettim. Sonrasında bara gitmek üzere hazırlandık. Gel gör ki moralim çok bozuldu, zira 1 ay boyunca yattığımdan dolayı kilo almış olduğumu fark ettim, en sevdiğim tulumuma sığmıyordum.
Bara vardığımızda ‘Bayanlara özel gece’ olduğundan içkilerin ücretsiz verdiklerini görünce neşem yerine geldi. Bar, şehrin diğer kısmında kalıyordu ve gayet güzeldi. İngiliz publarını anımsatıyordu. Uzun zamandır yüksek volümlü İngilizce müzik çalan bir bara gitmediğimden ilk başta paralize oldum. Bir sürü Hintli vardı, içki ve sigara içen. Yolda gördüğüm kadınlardan farklı olarak sarisiz ve saçları açık, bol makyajlı. Hatta içki ve sigaranın dinlerince yasak olduğu ve çok muhafazakar olarak bildiğim türbanları başında birçok Sikh de vardı içeride. Tipik bir rock bardı, güzel müzik çalıyordu ve hemen herkes dans ediyordu.
Tabi hemen İrem’le barda yerimizi aldık ve beleş içkilerimize kavuştuk. Bacağımı fazla zorlamak istemediğimden dans pistinde fazla yer almadım, bir köşeye çekilip muhabbet ettim. İrem’i evinde misafir eden Vid’le konuştum. IT’ci. Gördüğüm en uzun Hintli’ydi. Kendisi için boyunun bu kadar uzun olması bu ülkede bir dezavantaj olduğunu söyledi.
Gece 12 gibi otelimize geri döndük. Sabah 9’da Geoffrey’nin havaalanına gitmesinden sonra İrem ile Rishikesh tren biletlerimizi halletmek üzere istasyonda buluşacaktık.       



14 Mart 2011 Pazartesi

Mavi Şehir Jodhpur.. JODHPUR - HİNDİSTAN


Jodhpur kalesi
14 Mart 2011
Sabah Jodhpur’a vardığımızda yine çıkışta her türlü rikşanın tacizinden sonra Dion’un kaldığı pansiyona yöneldik. Oraya yanlış yollardan gidince yarım saati vardı ulaşmamız. Pansiyon sahibini sadece akşam 6’ya kadar kalacağımız için odanın yarı parasını ödeyeceğimiz konusunda ikna ettiğimizde sabah 7 olmuştu. Ayağımı görünce acıdı da kabul etti, başka pansiyon gezmeye halim yoktu. Duş yapıp biraz dinlendikten sonra pansiyonun terasında kahvaltı ettik. O sırada Dion da geldi. Hep beraber çıkıp ‘Mavi şehir’ olarak bilinen Jodhpur’da dolanmaya başladık. Tepedeki 9,5 kilometre boyunca uzanan surlardaki yapımına 1459’larda başlanmış ama bitimi yüzyıllar alan
İşte Mavi Şehir...
Meherangargh başlangıç noktamız burası oldu.   7 girişli kalenin bir tanesinden girip bir şekilde başarıp bilet parası vermeden içeri daldık. Kalenin surlarından şehri izledik. Mavi binalar vardı ama hepsi birarada olmak yerine dağınık olunca etkileyiciliğini kaybediyordu. 1 milyon insanın yaşadığı kocaman bir şehirdi aslında. Gördüğüm en güzel yer olmadığı kesindi.
Tam kaleden çıkarken Philip ile rastlaştık. Dion ile gelmesini bekliyordum ama bir şekilde ayrı düşmüşler. Garip bir otelde kalmış gece. O da gece bizimle aynı trende Delhi’ye dönecekti. Havaalanından bir arkadaşını alması gerekiyormuş. Öğle yemeği için bizim kaldığımız otelde buluşmak üzere sözleşerek onu kalede bırakıp şehirdeki diğer sarayları gezdik; Taleti Mahal ve Chittar Hill’deki Umaid Bhawan Sarayı.
Hava çok sıcaktı ve sokaklar acayip kalabalıktı. Biz de vakit kaybetmeden otele dönüp orada oturmaya başladık. Zaten Dion’dan Vietnam, Laos, Kamboçya ve Tayland hakkında bilgi alacaktım, o yüzden işime geldi. Bir süre sonra Philip de kale gezisini tamamlamış olarak bize katıldı.
Kale...
Kaleiçi
Jodhpur’da yapılabilecek son aktivite olarak 8 km uzaklıkta olan Mandore’deki özel bahçeye gitmeye karar verdik. Rikşayla 15 dakika kadar seyahat ettikten sonra bu güzel parka ulaştık. Yeşilliği, peyzajı ile gerçekten çok güzeldi. Bir de muhteşem bir tapınak vardı. onu da gezdikten sonra artık hazırlanma vaktimiz gelmişti.
Tren istasyonuna o kalabalık arasında yürümek cidden çok zor oldu. Bir de her tarafta egzos kokusu vardı, nefes almak mümkün değildi. Kendimizi istasyona attığımızda ancak nefes alabilmeye başladık.
Delhi’ye dönüyorduk. İrem de sabah Delhi’de olacaktı ve kaldığımız otelde buluşacaktık. 10 günden fazladır görmemiştim ve arkadaşımı özlemiştim. Geoffrey ile son gecemiz olacaktı. Bir gün kalıp ertesinde Fransa’ya dönüyordu. Biz de yolumuza Rishikesh ile devam edecektik. Artık Hindistan’daki günlerimiz sayılıydı ve ben de açıkçası yorgun hissetmeye başlamıştım kendimi. 

Mandore'deki park
 



13 Mart 2011 Pazar

Jaisalmer’de Mardin’i buldum... JAİSALMER - HİNDİSTAN

13 Mart 2010
Kompartman arkadaşlarımız
Tren yolculuğu rutine bağladığından kendimi evimde hissetmeye başlamıştım. Kompartımana girer girmez önce birlikte seyahat edeceğimiz ancak benim kendilerine görünmez olmayı tercih edeceğim kompartıman arkadaşlarıma önce bir merhaba diyip ardından en üst ranzaya kendimi atıyordum. Orası benim dünyam oluyordu. Köşesine gidip koridordaki insan, satıcı trafiğini izlemeyi seviyordum. Trene biner binmez yine tahtıma oturup çevreyi izlemeye başladım. Geoffrey daha sosyal bir böcek olarak insanların yanında oturuyordu. Birkaç durak sonrasında tren oldukça kalabalık oldu. Meğerse insanlar iş çıkışlarında da bu treni yakalayıp evlerine gidiyorlarmış. Her gelen ‘beyaz adam Geoffrey’ ile konuşma yarışındaydı. Ben de yukarıdan dinliyordum. Hep aynı sorular: ‘Neredensin?’, ‘Nereye gidiyorsun?’, ‘Ne kadar zamandır buradasın?’, ‘Sevdin mi buraları?’, ‘Yanındaki karın mı?’ vb.
Rajasthan eyaletine girdiğimizde çoktan gece olmuştu. Trende en zevkli zaman öldürme hareketi olan bilgisayarımda film izleme seremonisini başlattığımda yine içimden ‘yaşasın, bir bilgisayarım var’ adlı şükran duamı okudum.
Sabah gözlerimi açtığımda Geoffrey çoktan uyanmış, kitabını okuyordu. Jaisalmer’e daha 4 saatimiz vardı. Kompartımanı paylaştığımız aile kahvaltılarını yapıyordu. Dal (mercimekten yapılan bir yemek) yanında rotti. Güneyde insanlar genelde her öğün pilav yerken kuzeyde ekmeği tercih ediyorlardı. Ekmek derken rotti, chapati ve nan’dan bahsediyorum tabi ki, Fransız bagetlerinden, sandviç ekmeklerinden değil. Aile ile yine bir fotoğraf seremonisi yaşadıktan sonra vagonun kapısına gidip oturduk ve sigaralarımızı yaktık. Fazla bir insan kalmamıştı trende, kalanlar da artık Geoffrey’nin kankalarıydı. Uçsuz bucaksız bozkırları seyrettik uzun bir süre.
Jaisalmer’e vardığımızda tren istasyonunun mimari güzelliği ile tezat oluşturan bir curcunanın içinde bulduk kendimizi. Ellerinde pansiyon broşürlerini dağıtan bir sürü görevli, koskocaman tüfekleriyle birçok asker ve tabi ki ’20 rupi’ diye bağıran rikşa şoförleri.
Jaisalmer sokakları
Bir rikşa şoförü takıldı peşimize. 10 rupiye kadar da indirdi fiyatını. Şehir, yürünecek mesafede idi, ama 10 rupi olunca Geoffrey’e baktım binsek mi diye. Yürümeye kararlı idi, özellikle kuzeyde genellikle rikşa şoförleri yabancıları komisyon aldıkları saçmasapan pansiyonlara götürüyorlarmış. Geoffrey de istemediğimiz bir yere gitmemek için yürüyelim dedi. 10 dakika sonunda şehrin içinde idik. Tepede ise kalenin surları görünüyordu.
Birkaç otel gezip istediğimiz gibi kale manzaralı, kocaman bir oda bulduk. Şark köşesi misali Moğol kemerli penceresinin önünde küçük bir divanı bile vardı.
Jaisalmer Kalesi
Tren yolculuğu her ne kadar yatarak geçiriyor olsak da yorucuydu. O gün fazla bir atraksiyon yapmak istemedik. Zaten pencere önündeki divanı görünce saniyesinde kendimi elimde biramla, gece kalenin ışıklarını ve ana caddedeki insan trafiğini izlerken hayal ettim. Ama daha öğlendi. Çöle nasıl ve ne şekilde gidebilirizi öğrenmek için dışarıya çıktık. Bir sürü acenta vardı çöl gezisi düzenleyen, günü birlik, 3 günlük, 2 günlük turlar, deve gezisi vb. Hava çok sıcak olduğundan Geoffrey, tüm günü çölde geçirmek istemiyordu. Bizim için en ideali akşam 


Kale içi
üzeri gidip sabah erkenden de dönmek olabilirdi, ama bu da münferit bir tur olduğundan acentalar çok fazla para istiyordu. En sonunda devletin düzenlediği bir tur programı bulduk. Saat 3’te 6-7 kişiyi grup halinde alıyorlar, jiple 1 saat uzaklıktaki çöle götürüyorlar, gün batımından sonra da geri getiriyorlardı. Bu tura ertesi gün için rezervasyonumuzu yaptırıp kalenin içine ana giriş olan Gopa Chowk’tan girdik.

Muhteşemdi. Binalarda kullanılan taşların kum renginde olmasından dolayı Altın Kale olarak da anılan bu yerin mimarisini Mardin’e benzettim. Küçücük sokakları, Cen tapınakları, sarayı, cumbalı evlerinin yanısıra tepede olması nedeniyle de tüm şehri gören bir manzarası vardı. Tabi turistik bir yer olduğundan sıra sıra hediyelik eşya satan dükkanları, teraslı restoranları, internet kafeleri, ‘biraz para harcamaya ne dersiniz?’ ve ‘gelin dükkanıma bir bakın’ diyen satıcıları, bu küçücük şehirde neden ihtiyaç duyulur diye düşündüren rikşaları da bulunuyordu.
Kale içi
Her güzellik gibi burası da yok olma tehlikesi altındaydı. Özellikle de kalenin içinde yer alan ve ‘havelis’ denilen tüccarların büyük mansiyonları fazla su tüketimi ve kirlilikten dolayı tehdit altındaydı. Zaten rehber kitaplar da turistlere bu aşırı tüketimi önlemek ve protesto etmek amacıyla kale içerisindeki otellerde kalmayı önermiyordu.
Akşamüzeri gün batımına doğru biralarımızı alıp odamıza döndük. Pondicherry’de aldığımız 1 şişe biraya burada 2 katı para ödedik. Malum yeni bir eyalet ve her eyaletin kendi içerisindeki kurallar. Burada alkollü içeceklere uygulanan vergiler çok daha yüksekmiş. Gerçi alkol bulduğumuz için şanslıydık. Hindistan’ın birçok şehrinde alkol genelde yasak.
Soğuk bira, özellikle de antibiyotiklerden ötürü 1 ay boyunca hiç içmediğim düşünülürse çok iyi geldi. Gerçi Delhi’deki doktor yine önlem amacıyla bana antibiyotik vermişti ama daha kullanmaya başlamamıştım. Bira ve kale manzarası terapisinden sonra akşam yemeği için şehrin içindeki bir restorana gittik. Canlı müzik vardı, tabla ve sitar...
Çölde, müritlerimle :)
Ertesi gün gezimize kale içindeki 12 – 16. yüzyıllar arasında inşa edilen Cen tapınakları ile başladık. Daha önce Mysore’da iken kaldığımız Cen aile geldi aklıma. Güzel insanlardı. Gerçi bana her türlü tapınağa girip ibadet ettiklerini söylemişlerdi, o yüzden de kendi tapınakları olduğunu öğrendiğimde biraz şaşırdım.
Tapınak gezimizin ardından en eski Rajasthan saraylarından olan 1500’lerde yapılmış Rajmahal’i de ziyaret ettikten sonra çöle gitmek üzere saat 3’te turizm ofisinin önüne gittik. Beraber gideceğimiz gruptan insanlar gelmeye başladı. Jipe bindiğimizde 10 kişiydik; 2 Alman kız, Hollandalı 28 yaşlarında bir çocuk , İngilizce hiç bilmeyen yaşlı bir Fransız, bir Arjantinli çift, 2 Hintli adam, tanıştığım en iyi İngilizce konuşan Fransız Geoffrey ve ben.
Yol boyunca uzanan tarihi alanlarda durup fotoğraf çektik. Geoffrey ile seyahat ettiğim için beni de Fransız sanan amcaya ‘oui’ diyerek adamı bozmamaya çalışarak en sonunda çöle 15 dakikalık bir mesafede durduk.
Oradan develerle devam edecektik yolumuza. En güzelini seçip üzerine oturdum. Kelimenin anlamıyla hoplaya zıplaya yol almaya başladık. Her iki deveye bir deve sorumlusu düşüyordu, bizimle birlikte ilerleyen diğer devede Hollandalı çocuk oturuyordu, Dion. Yol boyunca her taraftan satıcılar saldırdı, ‘Bira abla bira al, abi coca cola ister misin, cips var cips var’naraları ile 15 dakika sonra gün batımını izleyeceğimiz noktaya ulaştık. Bizim kervandaki diğer şahıslarla birlikte develerden inip etrafa bakındık. O kadar kalabalıktı ki, o an bu yaptığımızın pek bir anlamının kalmadığını düşündüm; hani sonsuzlukta tek bir kum tanesi gibi hissedecektim kendimi, hani o kum tepelerinden yuvarlana yuvarlana çölde kaybolacaktım... Çökmüş bir devenin yanındaki gölgenin yeterli olmadığını görünce Geoffrey ile uzaklarda bir kum tepesinin ardına sığınmaya karar verdik. Kumların üzerine yayıldık ki bizimle birlikte gelen Dion ve Alman kızlar da yanımıza geldi. Onlarla muhabbet etmeye başladık. Alman kızlar kuzeyde bir ay aşramda kalıp yoga eğitimi almışlar. İki haftaya kadar da ülkelerine döneceklermiş. Dion da yılda mutlaka 3-4 ay geziyormuş, bir sürü ülkeye gitmiş şu ana kadar. Psikolog olarak bir geçmişi olunca Geoffrey ile oturup kuramlar hakkında konuşmaya başladılar.
Gün batımına kadar orada oturduk, güneş ısısını iyice kaybettiğinde artık kum tepelerinin üstüne geçip manzarayı izleyelim dedik. Tepeye çıktığımızda gün batımını izlemeye gelen yüzlerce insanın olduğunu görünce iyice keyfim kaçtı.
Hava kararmaya başlayınca develerimize atlayıp jipe gittik. Jaisalmer’e geri döndüğümüzde hep beraber yemek yedik.
Göl
Ertesi gün göle gitmek üzere çöl arkadaşlarımızla yine buluştuk. Bu sefer gruba bir Amerikalı ve bir Alman daha eklendi. Hindistan’a birkaç gün evvel geldiklerinde havaalanında tanışıp beraber yolculuk yapmaya başlamışlar. Gölün kenarındaki merdivenlerde oturduk bir süre, sonrasında da hep beraber kalenin içinde muhteşem bir manzarası olan terasa gittik. Gece 11’e kadar beraberdik. Ertesi gün hepimiz Jaisalmer’den ayrılacaktık. Almanlar Udaipur’a geçeceklerdi, Dion ve Philip de Jodhpur. Bizim de bir sonraki durağımız Jodhpur olduğundan orada buluşmaya karar verdik.
Trenimiz gece 11’de kalkıyordu. Sabah 5’te de orada olacaktık. Tüm günü orada geçirip ardından gece yine trene binip Delhi’ye dönecektik. Tren saatine kadar Jaisalmer’in sokaklarında oyalandık, şehri son bir kez turlayıp yine mimarisine hayran kaldık. Gece trene bindiğimizde kaldığımız kompartımanda sadece Fransızların kaldığını görünce sahneyi Geoffrey’e bırakıp doğrudan uyumaya gittim.