28 Nisan 2011 Perşembe

Sınırı ihlal ettim, yanlışlıkla Myanmar’a girdim... THREE GOLDEN PASS - MYANMAR

Aile-m
28 Nisan 2011
Tayland’ın 4 ülkeyle sınırı bulunuyordu; Laos, Kamboçya, Malezya ve Myanmar (Burma). Buradaki turistler birkaç aydan sonra devamlı vize yenilemek için bu ülkelerden birine girip çıkıyorlardı. Hatta artık o kadar popülerdi ki bu işlem, turizmde bir iş alanı haline gelmişti.
Myanmar’a gitmek çok istiyordum. Daha gelmeden evvel George Orwell’in Burma Günleri’ni okumuş, iyice gaza gelmiştim. Ama gidersem Tayland vizem iptal olacak ve tekrar dönmek için para verecektim. Gitmezsem de içimde patlayacaktı. En sonunda Sanghklaburi yakınlarındaki Golden Pagodas adlı sınır kapısında günlük geçişlerin olduğunu öğrendim. Pasaportumu Tayland sınırında bırakıp Myanmar’a girebilecektim.
Kamyonet arkasından manzaralar...
Kaldığımız köyden sadece 1,5 saat uzaklıktaydı. İki araçla gitmemiz gerekiyordu. Sabahın köründe yola çıktık. Köyün içinden geçen otobüsle Sanghklaburi kavşağına kadar gittik. Şoför abi bizden para almadı. Oradan da bir mobiletle devam ettik.
Kasabaya adını veren 3 küçük pagoda karşıladı bizi. Pagodaların daha büyük olmalarını bekliyordum, insan boyunda olduklarını görünce bir hayalkırıklığı oldu benim için. Günün ilk hayalkırıklığıydı...
Sınır girişinde küçük bir kulübe vardı. Üzerinde günlük geçiş için gereken evraklar yazıyordu kocaman; pasaport fotokopisi, resim vs. Fotokopi nerede çektirebiliriz diye sormak için kafamı kulübeden uzattığımda memur, 4 senedir bu sınırın tamamiyle kapandığını ve geçişlere izin verilmediğini söyledi. Acıyla haykırdım; hayııırrr, olamazzz...
Three pagodas
En azından oralara kadar gelmişken bir fotoğraf çektirelim dedik. Daha güzel bir görüntü alabilmek için sınırdan biraz içeri yürüdük. Malum herşey sanat için. Kimsenin ses çıkarmadığını görünce şansımızı biraz daha zorladık, biraz daha içeri girdik. Hala elimizde kamerayla salak turistler şeklinde takılıyorduk. Şakalaşa şakalaşa, sanki normal bir yolda yürüyormuş gibi kendimizi biranda Myanmar sokaklarında bulduk...
Acaba ne kadar daha gidebilirizi tartışmaya başladık ki Myanmar tarafındaki memur abi koşa koşa, çığlık ata ata yanımıza geldi... Sınır ihlali. En aptal ifademle ‘A burası Myanmar mı?’ diyerek turist saflığı içerisinde savunmamı yaptım. Gerisin geri Tayland’a gönderildik. Pek hızlı oldu herşey. 15 saniye içerisinde gerçekleşip bitti.
Myanmar'a geldim...
15 saniyelik Myanmar tecrübesinden sonra hemen sınır kapısının oraya kurulmuş pazara gittik. Myanmar içkileri, sigaraları, ziynet eşyaları, ıvır zıvır satıyorlardı. Paul, ananas şarabı testi yaptığı tezgahlardan birinde oyalanırken tezgahın hemen yanındaki arka sokağa çıkan aralığa daldım, aptal aptal dolaşmaya başladım ki yine Myanmar’a girmiş olduğumu fark ettim. Bu sefer kesinlikle yanlışlıkla oldu. Pazarcıların başını belaya sokmamak için geldiğim yoldan aynen geri döndüm, kimseye görünmeden.
Burma günlerim beklediğim gibi gerçekleşmemişti, ama yine de birkaç saniye de olsa bu ülkede bulundum diyebilecektim.
Myanmar viskisi
Pazarcıların çoğu yan sokaktan gelen Burmalılardı. Çoğu aslında Tayland’a iltica etmek istiyordu. Ülkenin durumunun karışık olduğundan şikayet ediyorlardı. Hala politik bir denge kurulamamış, fazlasıyla şiddet vardı. Çocuklar da bu şiddetin parçası halinde öldürüyorlardı. Askerler tarafından. Kaçak olarak Tayland’a girmeye çalışıyorlardı. O yüzden buralarda birçok kontrol noktası vardı. Tai askerleri her aracı durdurup içini kontrol ediyorlardı ve kimlikleri istiyorlardı. Hala Burmalılarla Taileri ben ayıramıyordum ama onlar farkı iyi bildiklerinden doğrudan onlara evraklarını soruyorlardı. Benden pasaport bile istememişlerdi yabancı olduğumu görünce. Kontrol sadece Burmalı kaçaklar içindi.
Sanghklaburi’ye geldiğimizde Tayland’ın en uzun ahşap köprüsünün üzerinden yürüyüp tapınağa 
Myanmar manzaraları
gittik. Genelde keşişler kadınlarla pek konuşmuyorlardı, dini sebepler gereği. Ama Paul ile gittiğimizden ve Paul daha önce buraya gelip birkaç arkadaş edindiğinden güzel bir muhabbet ortamı oldu. Her Tai evlenmeden önce ya da başka nedenlerden ötürü bir süre keşiş oluyordu; 15 gün, 1 ay vb. Buradaki keşişlerden birkaçı da bu görevlerini yapmak için buradaydılar. İnzivaları bitince de gündelik hayatlarına, işlerine, sevgililerine geri döneceklerdi.     


Otostop yaptığımız kamyonetteki arkadaşlar..
Köye dönüşümüzde otostop yapmaya karar verdik. Tapınaktan çıktığımızda şehir merkezine bizi bir ‘ladyboy’ götürdü. Tayland’ın kırsalında da vardılar. İşin en takdir ettiğim kısmı da fahişelik yapmak zorunda kalmamalarıydı. Her türlü işte çalışabiliyorlardı. İnsanlar da benimsemişti.
Şehir merkezinden köye bir kamyonetin kasasında gittik. Bizimle birlikte 3 Tai genç de vardı. Ellerinde gitarlar. Yolda bir marketten biralarımızı alınca da keyfimiz pek bir yerine geldi.  Tayland’da geçirdiğim en güzel 3 gündü. Güney güzeldi ama çok turistik ve gürültülüydü. Tatil içindi. Ama kültür için kesinlikle uygun değildi. Şu aile ile geçirdiğim birkaç gün içerisinde 1 aydan bu yana öğrendiğimden daha çok şeyi öğrenmiştim. Mutluydum, amacıma ulaşmıştım. Ayrılırken Türk usulü kocaman sarıldım.

Myanmar manzaraları

Sanghlaburi manzaraları...
 

27 Nisan 2011 Çarşamba

Gerçek Tayland’ı sevdim, hem de çok... SANGHKLABURİ - TAYLAND

27 Nisan 2011
Sabahın kör vaktinde yine yollardaydım, inat ettim 4-5 kilometre uzaklıktaki tren istasyonuna yürüdüm. Uzun bir gün olacaktı. Yine bir sürü aktarma yapacaktım. Ama bu sefer değerdi, sanırsam...
Önce Kanchanaburi’ye gittim. Şu ünlü Kuwayi Köprüsü’nün olduğu yere. Biraz etrafta gezindim, köprüyü ve mezarlığı gördüm. Ardından da Sanglaburi’ye giden minibüslere bindim. İneceğim noktayı anlatmak biraz zor oldu ama en sonunda anlaşılmış olmanın verdiği mutlulukla yolculuğuma başladım. Muhteşem dağlardan muhteşem manzaralardan geçiyordum. Ağzım açık bir şekilde etrafı hayran hayran izliyordum. Şoförümüz, acayip komik bir tipti. Rayban gözlükleri, kepi ve ellerindeki deri eldivenleriyle yolların fatihi olarak ilerliyordu. Yolumuzun üzerindeki bir kasabada durduğumuzda beni yanına oturttu. Nasıl sürüyorum diye sorunca gözlerimin önünde beliren ters şeritten gitmeleri, kavşaklara son sürat girdiği hızı görmemezden gelerek muhteşem diyebildim. Hindistan sonrası sürüş olaylarına pek takılmamayı öğrendim artık. Bir yere sağ salim vardığımda şükür etmesini öğrendiğim gibi...
Kroeng Krawia Naam Tok’a geldiğimizde şoför beni indirdi. Beni ağırlayacak olan ABD’li Paul’ü beklemeye başladım. Burası yerel insanların ziyaret ettiği bir şelaleydi. Gerçi şelale demek biraz zordu, biraz su akıntısı diyelim kısaca.
Paul, 4 ay evvel Tayland’a gelmiş, 3 ay Ayyuthaya’da kalıp biraz Tai öğrendikten sonra buraya yerleşmişti, bir Tai ailesinin yanına. Amerika kökenli PeaceCorp aracılığıyla buradaydı. Dünyanın çeşitli yerlerine gönüllü öğretmenler gönderiyorlardı. Paul de 2 sene burada kalıp İngilizce öğretecekti. Hatta daha sağlam bir sistem kurulması için öğretmenleri de asiste edecek, bir nevi danışmanlık yapacaktı. Böylece gittikten sonra da kurulan sistemin eskisi gibi devam etmesi sağlanacaktı.
10 dakika bekledikten sonra Paul, mor bir kamyonetle geldi. Yanında danışmanlığını yaptığı öğretmen arkadaşı ve karısı ile birlikte. Köyde İngilizce bilen tek kişi oydu zaten.
Köye gittiğimizde yine beni müthiş bir manzara karşıladı. Küçücük bungalow tarzı evler, yemyeşil bir doğa, yol boyunca bize selam veren köylüler.
Köy manzaraları...
Paul’ün ailesi çiftçiydi. Yarım saatlik uzaklıkta tarlaları vardı. Burada da genelde Burma’dan göç edenler çalışıyordu. Anne, baba, büyükbaba ve 6 çocukları vardı. Bunlardan biri evliydi ve aynı evde yaşıyorlardı. Çoğu köy evinde olduğu gibi evin önünde bakkalları vardı. Hemen hemen her ev aynı zaman da bakkal olduğu için müşterilerin kimler olduğunu merak ettim. Dışarıdan fazla bir ziyaretçi gelmiyordu zira...
Baba, koskocaman gülümsemesi ile karşıladı beni. Taice birşeyler söylemeye başladı peşisıra, heyecan içerisinde. Gülümseme ile cevap verebildim, her zamanki gibi. Biraz Tai’cemi geliştirmem gerekecekti.
Köy yolları
Paul ile birlikte köyü gezdik, sadece birkaç sokaktan ibaretti... Artık köylüler Paul’ü benimsemişlerdi bir yabancı olarak, ben yeniydim tabi ki. Hepsi merak içerisinde beni baştan aşağı süzüyor, Paul’e de hakkımda sorular soruyorlardı: ‘Adım neydi?’, ‘Orada ne yapıyordum’, ‘Paul’ün kız arkadaşı mıydım?’ vb.
Kaldığım ev
Akşam yemeğe oturmadan önce ailenin uyarısı üzerine banyo yaptık. Gerçekten çok temiz insanlardı, günde 4-5 defa duş alıyorlardı. Zaten evlere de tapınaklarda olduğu gibi ayakkabını, terliğini çıkartıp giriyordun. Duş, geleneksel Tai evlerinde olduğu gibi evin dışındaydı. Üstü bambu ile kapatılmıştı. Kocaman bir su tankı vardı taştan. Ona su musluktan dolduruluyordu ve maşrapayla duş alınıyordu. Fazla zorlandım denemez, artık nerdeyse 5 aydan bu yana yolda olunca taşıma suyla değirmeni döndürmeye alışmıştım. Yaramda da ufacık bir yer kalmıştı kapanmamış. Onu da allaha havale ettim.
Büyük bir aile olduğu için aynı anda yemek yeme, sofraya oturma gibi bir düzenleri yoktu. Kim acıkırsa masanın üzerinde sabahtan akşama kadar üstü örtülü şekilde duran yemeklerden kendi tabağına servis ediyordu. Yanına da mutlaka pilavlarını alıyorlardı, ekmek niyetine.
Evin mutfağı
Masaya yemek için oturduğumuzda bizimle birlikte Paul’ün danışmanlığını yaptığı öğretmen ve onun eşi de geldi. Eşi benim et yemediğimi öğrenince hemen kalkıp balık yaptı. Utandım tabi, ama birşey söyleyemedim. Zaten dinlemeyeceklerdi. Yemek, kültürün en belirgin özelliğiydi. 4-5 kap yemek yapılıyor, o kaplardan tabaklara servis ediliyordu. Her seferinde sadece bir kaşık. Sonrasında tekrar tekrar doldurabiliyordun tabağına. Tabağında hiç yemek bırakmaman gerekiyordu. Aksi takdirde yemeklerden hoşlanmadın anlamına geldiği için ev sahibine hakaret ettiğin anlamına geliyordu.
Köy yaşamı biraz komün yaşam gibiydi. Gelenleri gidenleri bitmiyordu. İsteyen masa üzerinde duran yemeklerden yiyebiliyor, masa üzerinde asılı duran muzlardan alabiliyordu, ya da isterse yemek dahi yapabiliyordu. Hep bir kahkaha vardı ki bu çok hoşuma gitti...
Ev ahalisi
Ev iki katlıydı. İlk katı gündelik yaşamın sürdürüldüğü alandı. Yani yemeklerin yapıldığı, yenildiği, televizyonun bulunduğu, oturulduğu, misafirlerin ağırlandığı, bulaşıkların yıkandığı, bakkalın bulunduğu. İkinci katta da yatak odaları bulunuyordu. Paul’ün özel bir odası vardı, bir anneyle babanın. Çocuklar hep birlikte yer yataklarında yatıyorlardı. Evli çift de çocuklar arasındaydı. Özel bir odaları yoktu. Zor bir yaşam olduğunu düşündüm çift için, ama bu kültür içinde büyüdüklerinden onlar için tanıdık, bildik bir durum. Durumu sorguladıklarını bile sanmıyordum.
Paul'le yollarda...
Dolap yoktu, eşyalar ya yerde duruyordu ya da iplere askılarla asılıyordu. Benimkiler tabi ki çantamdaydı. Çamaşır makinasına ise cidden hasta oldum. Eski tiplerdendi. İlk havzaya çamaşırları koyup üzerine deterjanı ekledikten sonra, dışarıdan hortumla su doldurup 30 dakika süreyle çalkalatıyordun, suyu tazeledikten ve böylece çamaşırları duruladıktan sonra, yan havzaya alıp ‘sıkma’ aşamasını başlatıyordun. Her ne kadar teferruatlı olsa da yine de elde yıkamaktan çok daha az yorucuydu. En sonunda uyku tulumumu bile yıkamayı başarmıştım.
Çamaşırhane
Kaldığım sürece Taice’me birkaç cümle daha eklemeyi başardım. Ama cidden zor oldu. Hala da doğru telaffuz edip etmediğime emin değildim. Pilav kelimesinin 5 şekilde tonlandığını ve hepsinin de farklı anlamlara geldiğini burada öğrendim... Burunları basık olduğundan benim burnum çok farklı geliyordu onlara, ne kadar garip bir burnun var demeye başladılar. Bunu bu şekilde dile getirilmesini bir hakaret ya da ayıp olarak görmüyorlardı, aynı birisi kiloluysa ‘kilolusun, şişkosun’ demeleri gibi...
Köyü yakınlarında bulunan mağaralara gittik ertesi gün. Göller, şelaleler, devasa ağaçlar, mağaralar cennetindeydim. Köyün okulunu ziyaret ettik ve müdürle görüştük. Yanımda Taice bilen birisi olunca birşeyleri ya da birilerini anlamak çok daha kolay oluyordu. 
 



İkinci kattan birinci kat manzarası..
 

26 Nisan 2011 Salı

3. kez Bangkok... BANGKOK- TAYLAND

26 Nisan 2011
Otobüsten ziyade küçük bir minibüsle 2 saat içerisinde Bangkok’taydım. Bizi otobüs terminalinde bırakacak sanıyordum, ama şehrin merkezinde bırakıyormuş. Öyle olunca şu ünlü Khao San’a gidip bir otel bulmak ve çantamı bırakıp devam etmek yerine doğrudan Laos Konsolosluğu'na gitmeye karar verdim.
Bir gün evvel Türk forumlarında Laos’un vize için çok zorluk çıkardığını okumuştum, dualar eşliğinde binaya adımımı attım. Hayatımda aldığım en kolay vize oldu. Sadece bir form doldurdum, pasaport bilgilerini, amacımı yazdığım. Formda kalacağım yerin ismini istiyordu, ona da yanımdaki Laos rehber kitabından bir yer adı yazıverdim. Tam 15 dakika içerisinde bana vize mührünü damgalamış olarak geri verdiler pasaportumu. Ertesi gün gel, bugün gitler olmadan...
Mutlu mesut ve %100 tatmin olmuş şekilde konsolosluktan ayrılıp geceyi geçireceğim oteli bulmak için Khao San’a gitmek üzere otobüse bindim. Otobüste çantamı yere indirirken başparmağımı incitince biraz canım yandı. Daha doğrusu bayağı canım yandı, acısı içime oturdu ki o tanıdık flaşları görmeye başladım etrafımda. Eyvah bayılacağım dememe kalmadan gözlerimi tatlı bir uyku sersemliği ile yerde açtım. İnsanlar etrafıma toplanmış, yardım etmeye çalışıyorlardı. Koltuğa geri oturduğumda hala canım yanıyordu. Bir abla gelip tatlı tatlı başıma masaj yaptı bir süre. Sonrasında kendime geldim.
Bayılmak yine de sersemletmişti beni. Geceden kalma biraz uykusuzluk da olunca fazla dolanmamaya karar verip bulduğum en makul fiyatlı pansiyona yerleştim.
Londra’dan bir arkadaşımla buluşacaktım. O yüzden bu geceyi Bangkok’ta geçirecektim...
Ali’yle buluşmadan evvel bir saat uzandım. Tam içim geçiyordu ki yan odalardan birinde şakalaşan Amerikan gençlerinin sesleri ile uyandım.
Alışveriş merkezinin önünde buluştuk. Gelmişken bir fotoğraf makinası alayım dedim. Malum benimki bozulalı çok zaman oldu ve artık gerçekten de kameraya ihtiyacım vardı. Ama yine her zamanki gibi karar veremediğimden bir dahaki sefere diyerek erteledim.
Jim Thompson'ın Evi
Ali ile en son 2 sene evvel İstanbul’a geldiğinde buluşmuştuk. Yarı Hint yarı Pakistanlı ama doğma büyüme Londralı pek sevdiğim bir arkadaşımdı. Tai ipeğini dünyaya tanıtan Jim Thompson’ın müzeye dönüştürülen evini ziyarete gittik. Amerikalı bir mimar olan Thompson, Tayland’a 1930’lu yıllarda Bangkok’a yerleşip ipek tüccarlığı yapmaya başlamış. Evi de Tai mimarisinin en güzel örneği olarak kabul edilmiş. 1967’lerde Malezya yolculuğu sırasında kaybolması ve ondan bir daha haber alınamaması üzerine de evi müzeye çevrilmiş.

Jim Thompson'ın Evi
Bir rehber eşliğinde tüm evi gezdik. Mimari olarak kolonların üzerine oturtulmuş (kondurulmuş) olmasına rağmen aslında tam Tai örneği değildi. Normalde tek odadan oluşması ve tuvaletin dışarıda olması gerekirken ev sahibinin bir Batılı oluşu eve yansımıştı. İçeride birden fazla oda ve tuvalet vardı. Yemek odasında özellikle Thompson’ın yaşadığı dönemde yer sofrası bulunurken burada normal ve fazla işlemeli bir masa bulunuyordu. Bir sürü Çin porseleni vardı her tarafta. En ilginci ise kapı girişlerinin zeminden çok yüksek olmasıydı, gelen yabancılara bir tuzak mı acaba diye düşündüm ama meğerse kötü ruhların odalara girmesini önlemek içinmiş. Thompson da Tai’nin inançlarını benimseyerek evinin dışına ‘ruh evi’ koymuş. Kötü ruhlar dışarı, iyi ruhlar içeri. Bu aslında Budizm’den ziyade animizmin etkisi. Paganist kökenler bir yerde mutlaka bir şekilde kendilerini belli ediyorlardı.
Heyecanlı rehberimiz bir solukta bize herşeyi anlattıktan sonra çıkıp Khao San’ın çılgın gecelerine bir bakalım dedik. Herkes ‘parti’ye hazırdı. Bense sabah 6’da yine yola düşecektim. Bu sefer batıya gidiyordum. Birkaç gün Taylandlı bir aile yanında yaşayacaktım ve sabırsızlanıyordum...


 


 

24 Nisan 2011 Pazar

Ha Hua Hin ha Polonezköy... Ama sanırım Polonezköy daha güzel... HUA HİN - TAYLAND

 
24 Nisan 2011
Samui’den ayrılmak için gece feribotunu beklemeyi planlıyordum, ama kendimi fazla riske atmayayım diyerek bu birleşik biletlerden almaya karar verdim. Bildiğim tek şey öğlen Nathon iskelesinin kenarından kalkan mavi renkte bir otobüse binmekti. Feribot sonrası ise otobüs değiştirecektim.
Otobüste benim dışımda da birçok insan vardı. Herkes benimle Samui’den ayrılıyor gibiydi. Aynı Phangan’dan ayrıldığım zamanki gibi... Meğer feribot iskelesi bambaşka bir yerden kalkıyormuş. Varmamız 15 dakikayı buldu. Vardığımızda ise hep birlikte otobüsten inip yolcu girişine yöneldik. Feribotun da otobüsün de kaç saat süreceğini bilmiyordum. Bileti aldığım turizm acentası sadece bana Hua Hin’e saat 4 gibi varacağımı söylemişti. Artık 7/11’lardan birinde Nick uyanıncaya kadar beklerim diye düşünmüştüm.
Feribot yolculuğu muhteşemdi. Filmlerden görmeye alışık olduğum sahneler karşımdaydı. Denizin ortasından yükselen dağlar, atlayan balıklar, turkuvaz deniz...  Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Bir noktada banklara uzanıp sadece gökyüzünü izledim.
Feribotun otobüsün kalktığı Surat Thani’ye gittiğini sanıyordum, yanılmışım. 80 küsür kilometre ötedeki  Dorset’e yanaşıyormuş. Oradan 1,5 – 2 saatlik bir yolculuk sonrası en sonunda otobüs değiştireceğim yere ulaştık. Yavaş yavaş insanlar inmeye başlayınca benim de bir yerde inmem gerektiğini düşünüp biletimi gösterdim muavine. Otobüs terminalinden kalkmıyormuş otobüsler. Acentaların önündenmiş. Beni de bir yerlerde indirdiler en sonunda. Yarım saatlik bir beklemeden sonra benimle birlikte inen herkesi bir dolmuşa bindirdiler ve başka bir ‘bekleme’ yerine aktardılar. En sonunda otobüse bindiğimizde saat akşam 7:30’a geliyordu.
Yanımda Tayvan’lı bir adam oturuyordu. Zaten otobüste tek bir Tai yoktu, herkes yabancıydı. Chumpon’dan bu yana pek yalnız kalmamıştım, adalar arasındaki feribot yolculuklarım dışında. Tek başıma olmaktan zevk aldığım ve bozulmasını hiç istemediğim için kimse ile konuşmadım. İşin komik yanı ise zaten otobüse biner binmez uyuya kaldım.
Saat 4’te varmayı bekliyordum ama muavin beni uyandırıp Hua Hin’e geldiğimizi söylediğinde 2.30’du. Yani bir buçuk saat daha fazla beklemem lazımdı.
HuaHin Plajı
İner inmez yanıma mobilet taksicilerden biri yanaştı. Uyku sersemi olmama rağmen hala gülümseyip en yakın 7/11’ı sordum. Bana tarif etti ve yürümeye başladım. Karanlık ve tenhaydı girdiğim sokak. Ama oraya vardım ki yanılıyormuşum.Tam marketin önünde sokak satıcıları ve masalar vardı. Tüm masalar da insanlarla doluydu. Kaldırıma oturup şaşkınlık içerisinde etrafı izlemeye başladım. Sabah 4 – 5 gibi insanların kalkıp iş yapmaya başlayacaklarını tahmin ediyordum ama bu saatte kimseyi bulmayı beklemiyordum. Kendimi güven içerisinde hissedip kitap okumaya başladım.
1 saat kadar sonra kahve ihtiyacı duyup yerimden kalkıp yürümeye başladım. Ara başka bir sokakta kahve tezgahı buldum. Bir tane teyze de harıl harıl çalışıyordu. Yanındaki masalardan birine oturdum ve kahvemi söyledim. Tarzanca tabi.
Biraz birşeyler yazmak için bilgisayarımı çıkardım ki bir sürü kablosuz internet bağlantısı olduğunu fark edip bir tanesine tıkladım. Sabahın üç buçuğunda sokaktaydım ve Hua Hin belediyesinin BEDAVA sağladığı interneti kullanıyordum. Beni ayakta tutmak için kahveden bile tesirliydi...
Tek sorun tuvaletti. Malum burası Hindistan değildi ve benim tuvalet bulmam lazımdı. Teyzeye sorduğumda bana bir sokak gösterdi. Sora sora pazarın kurulmaya başlandığı alanda bir apartmanın içerisinde buldum. Artık benden keyiflisi yoktu.
Saat 10.00 gibi Nick aradı ve otobüse binip evine gittim. Bir otelin rezidansında kalıyordu. 2 odası, mutfağı ve 2 tuvaleti olan, arka kapısından havuza çıkılan gayet güzel bir yerdi. Tabi gece yarısı gelip onu aramadığım için bana kızdı. Uykusuzluk yavaş yavaş başıma vuruyordu ama direnmekte kararlıydım. Sahilde kite surfing turnuvası olduğunu söyledi ve ondan önce arabaya bindim.
Ahanda kitesurf...
Hua Hin merkezindeki plaja gittik. Her ne kadar gökyüzünde süzülen, iple board üzerindeki sporcu gençlere bağlı olarak rengarenk ve kocaman uçurtmalar pek sevimli olsa da plaj için aynı şeyi söylemezdim. Griydi. Biraz Dubai’yi plajını andırıyordu.
Hua Hin bayağı büyüktü ve Bangkok kadar olmasa da trafik vardı caddelerde. Yabancı bir sürü amca vardı, yanlarında da yarı yaşlarında Tai kızlar. Buranın Bangkok’a sadece 2,5 – 3 saat uzaklıkta olması burayı ‘kaçamak’ merkezi haline getirmişti. Her ne kadar sevimsiz olsa da şehre yakındı ve burayı cazip kılıyordu. Tayland’ın önde gelen zenginleri de haftasonunu burada geçiriyordu. Bangkok’ta dahi görmediğim fiyakalı arabalar vızır vızırdı...
Akşam yemeğe gittiğimizde hevesimiz biraz kursağımızda kaldı. Laf anlatmak çok zordu. Biraz pilav istediğini söyleyince Nick, önümüze şarap listesi geldi. Allahtan şarap gelmedi diye şükür ettik. Yemeklere tuz koymadıkları için tuz istedim. Ne istediğimi anlamaları bir yarım saat sürdü. Tuz yerine soya sosu kullanıyorlardı. Ama gel gör ki soya sosunu istemem ve anlatmam daha çok zamanımı alacaktı.
Etraftaki başka plajları keşfetmek için ertesi gün kendimizi yola attık ve en nihayetinde daha eli tutulur bir yer bulup oraya serildik. Bu kumsalı da genelde düğün öncesi fotoğraf çekimi için kullanıyorlarmış meğerse. O gece de muhtemelen bir sürü düğün vardı belli ki, zira damatlar ve gelinler birbiri ardına plajı ziyaret ettiler. ‘Biz çok mutluyuz, evleniyoruz’ diye bağıran bir sürü kareler yakaladı fotoğrafçı.
Gece olduğunda yine çantamı hazırladım. Sabahın 4’ünde ayrılacaktım. Allahtan Bangkok’a giden otobüs evin önünden geçiyordu ve beni de oradan alacaktı. Muhtemelen çok uzun bir gün olacaktı benim için.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Koh Samui’de modellik hayatıma başladım, sanırım ilk ve son olacak! KOH SAMUI - TAYLAND

20 Nisan 2011

Koh Samui
Koh Phangan’dan tekneyle Samui’ye geçmek için limanda bir sürü insanın beklediğini gördüm. Muhtemelen herkes benim gibi ancak ayılmış ve yollarına devam etmek için bugünü seçmişlerdi. Ama bir şekilde onca insanı o küçücük tekneye sığdırmayı başardılar. Bravo dememek elde değildi. Gerçi bir ara batar mıyız acep diye de bir düşünce geçmedi değil hani aklımdan... Aman, atın ölümü arpadan olsun, Aslı’nınki de Samui yakınlarındaki okyanustaki bir köpekbalığından.
Kalacağım evin sahibi adanın diğer tarafındaki Four Seasons otelinin yakınlarında yaşıyordu. Taksi maksi birşey bulurum diye düşünüyordum. Vardığımda gördüm ki taksiler bile gitmek istemiyormuş oraya. Bayağı uzakmış yani. Giden taksiler de 1000 Baht dediler, ben de yapma ya dedim. Her taksici benimle pazarlık yapıp duruyordu. 400 Bahta kadar indiler, ama ben param yok diyip durdum. Tabi sorarken Four Seasons diye sorduğumdan paran yoksa nasıl o beş yıldızlı otelde kalacaksın dediler. Ben de açıklamaya çalıştım, nedense... Bir noktada pes ettim. Aptal aptal durup etrafa bakınırken ve insanların taksilerine binip limandan uzaklaşmalarını iç çekerek izlerken, bir yandan da acaba otostop mu çeksem diye düşünürken bir taksici acıdı halime, kimsenin müşteri kaçırmamak için adını anmadığı otobüslerden bahsetti. 10 dakikaya kadar otobüs belirdi. Otobüs dediysem bildiğimiz otobüslerden değil, rikşaların hallicesi, iki sıralı yarı açık dolmuş. Şoför 100 baht deyince sevinçten adama sarılacaktım nerdeyse.
15 dakika kadar sonra ineceğim yere varmıştım bile. Sebastian’ı arayıp geldiğimi söylediğimde bulunduğum yerden yokuş aşağı inmemi ve sahile yürümemi söyledi. Sahildeki bungalowlardan birindeydi, ama ne bungalowdu.
Kaldığım ev...
Tayland’a vardığımdan bu yana kaldığım evler cidden muhteşemdi. Fazla konforlu olmasa bile, güzel manzaralıydı. Sebastian’ın evi hem büyük hem konforlu hem de verandasından muhteşem bir manzara görülüyordu. İşte budur, Samui hayalinin gerçekleştiği en güzel nokta budur dedim. Hem içimden hem de sesli!
Sebastian, İsviçre’de doğup büyümüş, yarı İsviçreli yarı Vietnamlı bir osteopat uzmanıydı. 6 aydır da Samui’de yaşıyordu. Çevredeki otellerin müşterileri ile çalışıyordu. Ama o da artık yol düşme zamanı geldiğine karar vermiş, birkaç gün sonrasında da önce Malezya ardından da Hindistan’a gitmek üzere yola çıkacakmış. Tabi ki osteopati nedir diye sordum, kayropati gibi elle uygulanan bir doğal terapi türüymüş. Adale, kemik ağrılarının dışında diğer işlevsel sorunlara da ameliyatsız çözümler sunabiliyormuş.

Muhteşem günbatımı
Yemek yemek için Nathon’a gittik. Bizim Güney kasabalarımızın aynısıydı, biraz palmiye ve hindistancevizi ağacı fazlası vardı. Adanın en büyük gelir kaynağı da ihraç ettiği hindistancevizleriymiş, tabi turizmin dışında. Bu hindistancevizlerini de ağaçlardan maymunlar topluyormuş. Eğitimli, özel maymunlar. Sebastian’ın dediğine göre de karşılığını fazlasıyla alıyorlarmış...
Artık buralarda sezon bitmişti. Havalar çok sıcak olunca etrafta fazla turist yoktu. Gerçi bundan gocunduğum söylenemezdi. Turist yerine ‘yolcu’larla karşılaşmak daha keyifli oluyordu. Malum bilgi alışverişi, sosyalleşme adına.
Nasıl ama??!!
Samui’de kaldığım 3 gün boyunca adayı gezmenin, turistik aktivitelerde bulunmanın, Bruges’de ilk duyuşta aşık olduğum hang drum Sebastian’ın çaldığı bir alet olduğunu keşfettikten sonra saatler süren dinletiler  dışında bir de Sebastian’ın hazırladığı web sitesi için birkaç çalışma yaptım. Metinlerini ve fotoğraflarını düzenlemek şeklinde. Fark etmemiştim yol boyunca ama çalışmayı özlemişim.
Evet, Tayland’ın güneyi harikaydı. Tatil için. Ama amacım biraz daha kültür hakkında birşeyler öğrenmek olunca biraz hayalkırıklığı oldu. Gittiğim her yerde turistler vardı ve Tai insanları ile vakit geçirmek ve onlardan birşeyler öğrenmek imkansızdı. Ya hiç İngilizce bilmiyorlardı ya da fazlasıyla 
Modellik de yaptım...
batılılaşmışlardı. En fazla dikkatimi çeken ise çok fazla gururlarına düşkün olduklarıydı. Sebastian ev sahibi ile yaşadığı bir olayı anlattı. Bir İngiliz her zamanki gibi sarhoşluğu ile ağzından çıkanları duymadan ileri geri konuşunca, Tai olan ev sahibi evine gelip almış tabancasını, çekip vuracakmış adamı ki birileri engel olmuş.

Bir sonraki durağım Laos vizesi almak üzere geri döndüğüm Bangkok yolu üzerindeki Hua Hin olacaktı.  Aslında Bangkok’ta birkaç gün kalmayı planlıyordum, ama beni misafir edebilecek kimse bulamayınca Hua Hin’e, daha önce Bangkok’ta bizi ağırlamış olan Nick’e uğramaya karar verdim.

 


Nathon'dan bir manzara...

 

 

19 Nisan 2011 Salı

Öğlene doğru uyandığımda fazla taşkınlık yapmadan, uslu bir gece geçirdiğimi sanıyordum... KOH PHANGAN - TAYLAND

19 Nisan 2011
Kertenkele, biraz büyük
Dolunay partisine zaman vardı daha. Komünden İngiliz Ryan ile motora atlayıp adayı keşif turları yaptık birkaç kere. Şelalere gittik, şelalelerin önündeki havuza ağaçlardan iple atlarken insanları izledik. Hatta Ryan da katıldı bu cümbüşe. Ben ise sadece iç çektim. Zira hala yaram tam kapanmamıştı. Songkran’da sırılsıklam olması da durumumu pek kolaylaştırmamıştı. Gerçi aylardan beri bacağımın arka tarafı su görüp iyice kirden arınmıştı, o ayrı!
Ryan tipik bir İngilizdi, Avusturalya’ya gidiyordu. Yeni bir hayata başlayacaktı. Çok güzel bir kalbi vardı o haşin ve ürkütücü görüntüsünün ardında. Komünün bir diğer üyesi olan Elsa ise Finlandiyalı sapsarı bir hatundu. Yaşı daha çok küçük olduğu için hayatta bocalıyordu. Ama o kadar naifti ki ister istemez onu kanatlarımın altına aldım. Ko Phangan günlerimizde restoranda oturmak, hamağa yatmak, Sam’in muhteşem yemeklerini yemek, manzaraya bakıp bakıp şükürler çekmek arasında birkaç kez birlikte sahilden yürüyerek Haad Rin’e de gittik. Kızlar alışverişte şeklinde...

National Geographic; yolan fareyi mideye indirirken...
Dolunay partisine yakın iki üye daha katıldı aramızda. Bir tanesi İrem’in kafasında, permakültürle bozmuş kendini, hayatta ne kadar süre parasız yaşanabilir şeklinde kendiyle bir çekişme içerisine girmiş, çok fazla konuşan, asalaklık aylaklık arasında gidip gelen Amerikalı Nico. Diğeri de Avusturalya’dan Amerika’ya, evine dönmeye çalışan Natasha. Natasha ile odayı paylaşıyordum. Sessiz sedasız bir oda arkadaşıydı.
Parti sabahı hiçbirimiz parti modunda hissetmiyorduk kendimizi. Havada bir ağırlık vardı ve parmağımızı kaldıracak gücümüz yoktu. Herkes gün içerisinde birkaç saatlik uyku denemesinde bulundu. Gün fazlasıyla sıcak ve esintisiz olduğundan hepimiz pes edip restoranda yerlerimizi aldık.
Ryan on fire...
Gece 11 gibi artık hazırlıklara başladık. Boru değil tabi dolunay partisi. Öyle hazırlıksız olmuyor. Sam boyaları çıkardı ortaya. Fosforlu renklerde sulu boyalar. Herkes birer fırça kapıp birilerinin ya koluna, ya ensesine, ya sırtına figürler çizmeye başladı. Yarım saatlik ilkokul standartlarında resim çalışmalarımız sonucunda Ryan’ın ensesindeki kıvılcımlar saçıyormuş hissi veren eseri pek başarılı buldum. Birbirimizin milyonlarca fotoğrafını çektikten sonra yola düştük.
Parti, Haad Rin’in bir kumsalında olacaktı. Malum içki seviyesi fazla olacağından kimsenin motorla gitmeyi  yemedi. Sahilden yürümeye başladık. Biralar elimizde, uzun ip belimizde şeklinde ilerliyorduk ki deniz seviyesinin çok yükselmiş olduğunu gördüm. Burada Nico devreye girip beni sahil boyunca taşıdı. Herşey bacağım için. Her özveri bacağımın ıslanmaması için. Yoksa birisinin sırtında giderken hem bira hem de sigara içmek cidden çok zor.
Ertesi gün 11.30 gibi gözlerimi zorlukla açtım. Sıcakla. Baş ağrımın nedeninin sıcak mı yoksa az uyku mu olduğundan emin değildim. Gece gürültüsüz patırsız olaysız geçmiş, sabahleyin odama dönüp uyumuştum. En azından ben öyle sanıyordum...
Kaydıraktan kayarkenççç
Sıcaktan bunalıp gözler yarı kapalı şekilde sahile geldikten sonra gece çekilen fotoğraflar ortaya çıktı.
Parti hayvanıymışım da haberim yokmuş. Fotoğraflara baktım, onlar bana baktı. Bir 10 dakika sonra yavaş yavaş olan bitenler zihnime üşüşmeye başladı.
Parti kumsalına vardığımızda beklediğimden daha az insan olduğunu gördüm, nerde 30.000 ler taş çatlasa 2000 kişi vardı. Barlar sıra sıra dizilmiş, her bardan ayrı bir müzik yükseliyordu. Sahili önce keşfe çıktık. Platformlar kurulmuş, insanlar üzerinde dans ediyordu.  Herkes elindeki kovadan içkisini yudumluyordu. Ateşten ipin üzerinden atlayanlar, kaydıraktan kayanlar, düşüp bayılan ve limonla değil de tuzlu suyla ayılanlar, denize işeyenler ve işeyenlerin hemen yanında denizde sevişenler...
Parti manzaraları
Vardığımızın beşinci dakikasında 11 kişiden 5 kişiye düştük. 5 kişi olarak ayrılmama yemini ettik, ama yine bir beş dakika sonra sayımız 3’e düşmüştü, Ryan, ben ve Natasha. Ryan’ın aldığı kovadan yudumluyor, bir yandan da dans ediyorduk. İlk hareketim elbette kaydıraktan kaymak oldu, tabi yön şaşması olduğundan yastık yerine yere yuvarlandım. Tuvaletlere 20 Baht istendiğini görünce halk tuvalete bakınmaya gittiğimde poi çeviren birilerini fark edip abi bir tur çevireyim mi dedim. Bir tur çevirip ‘tuvalet bulmam lazım’ deyip iade ettim. Bu noktadan sonrası daha da bulanıklaşmaya başladı. O kovaya cidden ne koyuyorlarsa artık... Yanımda devamlı bir hareket vardı; birileri geliyor ya çiçek veriyor ya kolye takıyor ya fotoğraf çektiriyor ya kucağına alıp havaya atıp tutuyor ya da yanağımdan öpüyordu. Devamlı dalga geçme modundaydım. Kendimi ayık zannettiğimden cinlik yapıp kendime eğlence yarattığımı sanıyordum. Binlerce insanla tanıştım, binlerce insana Türkiye’yi anlattım. Cidden Türkiye’nin pek gönüllü ama sarhoş tanıtım elçisi şeklinde tüm gece takıldım.
Parti manzaraları
Sayımız yine 5’e ulaştığı sırada saatlerimiz de beşi gösterirken pilimin bittiğini fark ettim. ‘Ben gidiyorum’ deyip sahilden kaldığımız yere doğru yürümeye başladım. Ama önce kasabanın içinden geçmem gerekiyordu. Bacaklarımı kontrol etmek biraz zor geliyordu, kahve mi içsem meyva mı yesem diye düşünürken kendimi hamburger yerken buldum. Et yememezlik buraya kadarmış demek ki! Meğerse yabancı topraklarda sarhoşken bilinçaltının canı et istiyormuş...
Hamburgerle gözlerden uzakta bir gecelik ilişki sonrasında sahile varıp yürümeye başladım. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Sular çekilmiş, suya değmeden rahat rahat yürüyordum. İn cin top oynuyordu. Sessizliği ise sadece dalgalar bozuyordu. Pek bir şairane havadaydım. Ama yalnız yürüdüğümden dolayı da o şehirli paranoyam içimde çığlıklarını atıyordu. Tam o sırada yoluma bir Tai çıktı, kemküm diyemeden ‘Beni yalnız bırakır mısın lütfen’ dedim. Otoriter bir sesle, sarhoş olduğumu belli etmeden, sanırım. Neyse ki hiçbir teşebbüste bulunmadı. Gerçi ne olur ne olmaz şeklinde devamlı arkamı kolluyordum...
Kaldığım koya vardığımda gördüğüm, ya da hayal ettiğim, manzara karşısında yine dilim tutuldu. Denize girmeliydim ve denize girdim. Kimsecikler yokken etrafta, herkes uyurken ya da daha partidedeyken... Özgürce.
Duşumu alıp yattım. Yaramla uyandığımda ilgilenirim diyerek...
Fotoğrafları gördükten sonra aniden uyku bastırdı. Partiyi de deneyimlemiştim. Hasarsız en nihayetinde. Artık yine yoluma gitmeliydim. Koh Samui... Herşey yani tüm yol hikayem Koh Samui hayalimle başlamıştı!      



 





 

 
 

15 Nisan 2011 Cuma

Senede birkaç defa yeni yıl kutlamak sağlıktır, sıhhattir! KOH PHANGAN - TAYLAND

Plajımız
15 Nisan 2011
Silvery Moon sakinleriyle gece yarısına kadar oturduk. Artık bira stoğumuz tükenmek üzereyken ben gidip uyumaya karar verdim. Onlar da yarım ay partisine gittiler.
Gezgin değillerdi, sadece tatildeydiler. Uzun süreli olanlardan. Polonyalı ev sahibim olan Mariusz, 3 odalı bungalowunu iki Rus ile paylaşıyordu. Mika ve Pavel. Kocaman verandası ile kumsala birkaç adım uzaklıkta, işte budur dedirten cinsten. Dünyanın birçok yerinde yaşamış; Amerika, Londra, Çin... En son olarak da Yemen’den bir tekneye atlamış, miçoluk yaparak buralara gelmiş. Şimdi dalgıç eğitmenliği öğreniyormuş. Bir yandan da kursu aldığı yerde çalışıyormuş. Gezmiş görmüş hazmetmiş ve mutlu bir insandı. Kendi kaldığı odayı bana bıraktı ve Pavel’in yanına taşındı.
Ertesi gün cennete gözlerimi ‘Yaşasın’ diyerek açtım. Buranın işletmecisi olan Sam’e koşarak muhteşem bir meyva salatası istedim. Burada ne kadar kalacağımı tam bilemiyordum, bir hafta sonrasında Dolunay partisi vardı, her ne kadar parti meraklısı olmasam da bu 30.000 lerin katıldığı Güney Asya’nın en büyük partisini deneyimlemek pek de fena olmazdı... Mariusz da istediğim kadar kalabileceğimi söylemişti. Dolayısıyla kalmamam için hiçbir sebep yoktu!
Ama öncesinde Songkran vardı, Güney Asya’nın yeni yılı. Sanskritçe kökenli bu sözcüğün tam sözlük anlamı astrolojik geçiş. Geçmişte bu tarih her sene yeniden hesaplanıyormuş ama sonrasında artık 13-15 Nisan tarihleri kesin olarak kabul edilmiş. Tayland’ın yanı sıra Burma, Kamboçya ve Laos’da da anlı şanlı kutlanıyor. Gerçi kutlamalar Tayland’da bile yerden yere değişiyordu. Chiang Mai’de bir hafta sürüyordu. Allahtan Ko Phangan’da sadece 1 gündü. Zira yılbaşı kutlamaları bol sulu oluyordu. Su tabancaları, pardon tüfekleri, kovalar, hortumlar ortaya çıkıyor ve gelen geçeni ıslatıyorlardı. Islanmayanı da dövüyorlardı. Tabi bunun dışında geleneklerine uygun olarak yaşlılarını ziyarete gidiyor, tapınaklarına uğrayıp dua ediyor ve keşişlere de yemek bırakıyorlardı. Etraftaki, evlerindeki Buda resimlerini de esanslı bir suyla da temizliyorlardı. Su savaşlarının çıkış noktası da buydu aslında. Buda ikonlarını suyla temizleyince suyun kutsandığı inancıyla yaşlılara ve aile üyelerine iyi şans getirmesi adına omuzlarından dökme geleneği ile başlanmış. Tabi bu gelenek genç neslin sıcaktan bunalan yabancılara su fırlatması ile geniş kitlelere yayılmış.
Songkran'a uyanmak...
Çok fazla sulu olacak bugüne katılıp katılmayacağımı daha bilmiyordum. Bacağımda hala açık yaram ve ben pek fazla yüzmek dahil sulu hiçbir aktiviteye katılamıyorduk. Ama 13’ü sabahı insanlarda yükselen enerjiyi görünce ve savaşın Silvery Moon üyelerinin kahvaltı öncesi birer kova su ile başladığına tanık olunca kaçırmamam gerektiğini fark ettim. ‘Eee’ dediğim an!
işte biz, savaşa giderken...
Rikşaların büyükçesini kiraladık, içine elimizde biralarımızla 10-11 kişi tıkıştık. Tam ortamızda kocaman su dolu bir kova, ellerimizde de kullanmaktan çekinmeyeceğimiz su dolu silahlarımız. Yola çıktığımızda muhabbete dalmış, şişeleri şerefimize kaldırırken yaylım ateşinin ortasında bulduk kendimizi. Hortumlar, kovalar, tabancalarla her yerden saldırıyorlardı. Bazı cinler üstelik içerisine mentol katıyordu ve yarattığı buz hissi ile insan şok yaşıyordu.
Şoku atlatıp tüm cephanemizle karşı saldırıya geçtikten sonra Sam’in ailesinin yaşadığı evde durduk ve cephanelerimizi tazeledik. Hatta yeni silahlar aldık; kum kovaları. Gerçi burada biraz kendimizden geçip birbirimizle savaşa başladık ama en azından yola çıktığımızda yine bir birlik oluşturduk.

Tekila shot...
Yolda birkaç tekila ve cephane doldurma molasından sonra Thong Sala’ya vardığımızda esas partiyi gördük. Meydanın ortasına devasa su tankları kurmuşlardı, herkes koşa koşa silahlarını burada dolduruyordu. Kendimden geçtiğim an ise kesinlikle sokağın ortasında durmuş kocaman hortumları ile etrafa su fışkırtan iftaiye aracındaki itfaiyecileri gördüğüm andı.
Savaş....
Saatlerce sürdü, ama dediğim gibi kuzeyde günlerce sürüyordu... Su savaşı yorucuydu, eğlenceliydi, komikti, sosyaldi, gördüğüm en büyük partilerden biriydi. 13 yaşında İtalya’ya gittiğimde aldığım su balonları aklıma geldi. Annemler senelerce İtalya’ya gidip sadece su balonu aldığım için dalga geçmişlerdi... Hala daha da hatırladıkça gülerler. Fotoğraflarımı görünce yine başlayacaklar, mutlu songkranlar...

 


 





 

12 Nisan 2011 Salı

Cennete ulaşmak her zaman zordur, fedakarlık gerektirir! KOH PHANGAN - TAYLAND

12 Nisan 2011       
Sabah uyanıp kendimi yola attığımda gene bir heyecan vardı üzerimde elbette. Yeni bir yer, yeni insanlar... Gerçi gideceğim yer tekneyle sadece 1 saat uzaklıktaydı, yine de...
Mark, beni iskeleye bırakacaktı ama yokuştan motorla inmek düşüncesinden pek hazetmedim ve yürüyebileceğimi söyledim. 10 dakika içerisinde de vardım zaten. Tekneye bindiğimde Adnan’ın patronuyla karşılaştım. Londra’da yaşayan Kıbrıslı Türklerden’di. 15 senedir de bu adada yaşıyordu. Çok da güzel, Tai melezi 3 çocuğu vardı. Ko Samui’ye İngiltere’den ailesini karşılamaya gidiyormuş...
Haad Rin
Adaya vardığımda önce internet bulmam gerekiyordu. Yanında kalacağım Mariusz’dan kaldığı yerin adresi hakkında haber gelecekti. Nereye gitsem diye düşünürken Ko Tao’ya giderken teknede tanıştığım İsrailli çocuk belirdi birden. O da bir geceliğine gelmiş, dolunay partileri ile dünyaca ünlü bu adaya. Parti adası olunca da sudan bir bahane ile ayda en az 4-5 parti düzenlenmeye başlamış. Yarım ay partileri, cangıl partileri, havuz partiler vb. O gece de yarım ay partisi varmış.
İsrailli ile birlikte dolanmaya başladık. Önce bir kafeye oturduk, o kahvaltı yaptı, ben de günü kahvemle ikinci defa selamladım. Beklediğim mail gelmişti. Mariusz, dolunay partilerinin yapıldığı Haad Rin kumsalına yakın Silvery Moon Bungalows denen bir yerdeymiş. Tüm gün çalıştığı için ancak akşam gelecekmiş.
Önümde kocaman bir gün olduğunu görünce 7 km ötedeki  Haad Rin’e taksi ile gitmek yerine yürümeye karar verdim. Yarım ay partisi de Haad Rin yolu üzerindeki Ban Tai yakınlarında olunca İsrailli de bana katılacağını söyledi.
Yürüyüşe başladığımızda saat 11’di. Bakına bakına, muhabbet ede ede yürüyorduk. Geçen sene İsrail – Türkiye geriliminden fazlasıyla etkilenmişti. İsraillilerin genelinde fazla bir milliyetçilik vardı zaten. Yol üzerinde bilardo masası olan bir bar görünce canım bilardo oynamak istedi. Oraya girdik. Bizi çok güleryüzlü bir ‘ladyboy’ karşıladı, yani kadın kılığında bir erkek. Berabere biten bir maçtan sonra tekrar yola düştük. Hamak dükkanına girdik, hamak baktık. Hamak satıcısı Türkiye’den olduğumu duyunca bildiği şeyleri sıralamaya başladı. En ilgimi çeken ise Türkler hakkında yaptığı yorumdu: ‘Tam arada kalmışsınız, ne Avrupalı ne de Asyalı’. ‘Yaşasın Asya’ dedim.
4 km yürüyüp Ban Tai’ye vardığımızda İsrailliye veda ettim. Haad Rin’e 3 km yerine 6 km kaldığını görünce önce bir of çektim, ama sonrasında yolun yarısına kadar rahat rahat geldiğimi, bunu yapabileceğimi, yeni bir rekora imza atabileceğimi düşünerek devam etmeye karar verdim.
Tabi bu kararı verdiğimde beni karşılayacak olan nerdeyse yerden 70 derece açı yapan yokuşlardan haberim yoktu...
Elimde adanın haritası, güneşin altında, sırt çantamla kendime ve inatçılığıma methiyeler düzerek tırmanırken Silvery Moon Bungalow’un haritada yerini gördüm. Tam yolumun üzerindeydi, ta Haad Rin’e kadar gitmeme gerek yoktu. Biraz yüreğime su serpti.
Thong Sala’daki limandan yola çıktığımın 8.5 kilometresinde ve 5.saat dilimi içerisinde varmam gereken yere vardım, bu sefer de 75 derecelik açı çizen bir yokuştan inerek.

Silvery Moon
Umarım doğru yerdeyimdir diye dua ediyordum, indiğim yokuştan tekrar çıkabilecek gücüm kalmamıştı. Issız bir koyda, küçük birkaç bungalowun olduğu bir yerdi. Restoranı görüp oraya vardığımda terden sırılsıklam olmuştum, yorgunluktan da nefes nefeseydim. Çantamı yere bıraktığım anda masada oturan ve bu koyun sakinlerinden olduğunu düşündüğüm birileri bana ‘Hoşgeldin!’ dedi. Kıpkırmızı olmuş bir yüzle kafamı kaldırıp baktığımda İskoç yakışıklısı Jimmy’i gördüm ve sadece Thong Sala’dan buraya kadar yürüdüğümü ağzımda geveledim. Masadaki herkes biranda saygı duruşuna geçip hemen bir sandalye ilave ettiler.
Ama önce buz gibi bir bira aldım dolaptan.
Masaya oturduğumda anca fark ettim bir cennete düştüğümü. Sakin, sahil kenarına serpiştirilmiş birkaç ahşap bungalow, denize reverans veren palmiyeler ve hindistan cevizi ağaçları, ağaçların arasına kurulmuş hamaklar, gülen yüzler...
Yüzüm normal rengini bulduğunda, nabız atışım da 100’ün altına düştünde konuşmaya başladım. Doğru yerdeymişim. Herkes tanıyordu Mariusz’u. Akşam geleceğini söylediler.
Bir saate kadar kendime tamamiyle gelmiş şekilde muhabbetin içindeydim.