1 Nisan 2011 Cuma

Chedi ve pranglar arasında antik bir şehir... AYUTTHAYA - TAYLAND

1 Nisan 2011
Ayutthaya’ya vardığımızda saat 8’i geçiyordu, karanlık çoktan basmıştı. Merkezden otobüs terminaline gitmemiz nerdeyse 2 saat sürmüştü. Evet, Bangkok gerçekten de büyük bir şehirdi.     
Bu şehre olan otobüs yolculuğumuz ise bambaşka bir deneyimdi. Koltuklar rahattı, havalandırma vardı ve en önemlisi de otobüsün bagaj bölümü olduğundan çantalarımızı koridorda insanlara çarpa çarpa taşımak zorunda kalmadık. Bagajı gördüğümde gerçekten de kendimi tutamadım ve mutluluk gözyaşı döktüm.
Şehir merkezinde indiğimizde ne tarafa gideceğimizi anlamaya çalışıyorduk. Otobüsteki bizim gibi kocaman çantalı Hollandalı 2 kızla ucuz otel aramaya başladık. En sonunda güzel de bir pazarlık yaparak bir yere yerleştik. Bangkok’taki odamıza kıyasla çok temiz, konforlu ve rahattı. 
Yemek almak için dışarı çıktığımızda ilk dikkatimi çeken büyük caddeler oldu. Merkez bir adaydı, küçük bir nehir tarafından çevrelenmişti. Zaten bu yüzden de biraz burası eski başkentti. Saldırılara karşı şehir kendini daha rahat koruyabiliyordu. Tabi burada da Bangkok’ta olduğu gibi her yerde 7/11 vardı. Muhtemelen Tayland’daki en büyük zincirdi.
Ertesi gün kalktığımızda ilk yaptığımız şey duş yapmaktı. Yol yorgunluğunu ve pisliğini ancak attık. Benim için duş almak başlı başına seremoniydi artık. Önce bacağımı plastik bir torba ile kapatıyordum, daha sonra ikinci bir plastik torba daha sarıyordum. Hala yaram tamamiyle iyileşmemişti, o yüzden ıslatmam yasaktı. Canım sıkıldıkça veya sıcak bastıkça kendimi duşa attığım günleri özlüyordum. Ama Allahtan şanslıydım, zira hava beklenilenin aksi serindi. Hatta botlarım kazağım olmadan dışarı çıkamıyordum. Havalar bir garipmiş zaten turizm ofisinde dediklerine göre. Birkaç gün sonra güneye gideceğimi söylediğimde bana adaların sular altında kaldığını söylediler. Gideceğim zamana kadar düzeleceğini umuyordum.
Antik şehri gezmeye yola çıktık. Elimizde Ayutthaya haritası vardı. Ama nafile. Bangkok haritası gibi pek bir işe yaramıyordu. Biz de kalbimize göre ilerledik.
Beni cezbeden yine tapınak kalıntılarındaki Hint benzerlikleri oldu, daha sade olmalarına rağmen. İlk Tai kelimemi de öğrendim: Wat, tapınak demekmiş. Etraftaki her tapınak kalıntısına baktık. Genelde mimari olarak aynı çerçevede inşa edilmiş; ortada büyük bir chedi ya da prang, Tanrıyı ve kainatın yaratıcısını sembolize eden, etrafında da bir sürü küçük chediler ve vinhalar. Bazılarının işlevleri de vardı; krematoryum, toplantı salonu vb. Chedi ile prang arasındaki farkı da öğrendim. Prangın mısır koçanını andıran oval bir kubbesi vardı, chedilerin kubbeleri ise daha keskin hatlara sahipti.
Tapınakların geneli 13. ve 14. yüzyıllarda yapılmıştı. Daha itinalı bakılsaydı muhtemelen kalıntıların bütünlüğü korunmuş olurdu. Ne yazık ki özellikle tapınakların içerisindeki küçük heykelcikler, işlemeler antika kaçakçılığının kurbanı olmuştu.
Çok güzel bir parkın içerisinden devam ederek bir tapınağa geldik. Tayland’da en büyük bronz Buda heykelinin bulunduğu büyük bir tapınaktı. İnsanlar içeride dua ediyorlardı. Sunağın orada ellerinde 50-60 adet küçük çubuğun olduğu bir kutuyu sallıyorlardı. Bir tanesi içinden düşünce çubuğun üzerindeki rakama bakıp kutuyu yere koyuyorlar, ardından da o tapınağın diğer tarafında kalan bir nevi danışma olan masadaki görevlilerden numarayı söyleyip  numaranın anlamını öğreniyorladı. Yani bir tür faldı, Çin kurabiyesi misali. Biz de yaptık tabi ki. Bana 25 geldi, gidip kağıdı aldığımda pek iç açıcı şeyler yazmıyordu.
Tai halkı genelde batıl inançlıydı. Fallara da astrolojiye düşkündüler. Pazarlarda devamlı el falı bakan insanlara rastlamıştık. Astroloji zaten doğu kültürünün tümünde büyük önem taşıyordu. Özellikle ayın Tai kültüründe çok önemi vardı.
Güneş takviminin yanısıra Buda takvimi kullanılıyordu, hatta bazı yiyeceklerin paketlerinin üzerinde dahi 2011 ibaresi yerine bambaşka bir tarih vardı. Küçük hesap makinamın yanımda olması gerçekten de mucizeydi.
Tapınağın hemen yanındaki Pazar gittik. Pazarda deneme için yiyeceklerden küçük parçalar sergileniyordu. Biz de acıkmıştık tabi ki. Hemen tüm tezgahları teker teker gezmeye başladık. Tatlılar çok güzeldi, zaten pirinçten yapılmıştı ve sütlaç tanındaydı. Gerçi sütlaçtan her ne kadar da hazetmesem de Tai usulü hiç fena gelmedi. Pirinçle yapılan binbir çeşit tatlının yanısıra bir sürü balıktan ve domuzdan yapılan cipsler vardı. Yanlarında da özel sosları. Balık tatlısı görmediğime hala şaşıyordum. Mutlaka vardır ve mutlaka karşıma çıkacaktır diye düşünüyordum.
Dönüş yolunda yine kaybolduk. Hep o garip haritalar yüzünden. Ama allahtan yolda yürümek keyifliydi diyeceğim ama antik şehirden ve harabelerden uzaklaştığımız anda büyük şehir tadındaki koca caddede bulduk kendimizi. Egzos dumanı, çılgın arabalar ve yemek kokuları arasında yürüdük.
Ertesi gün şehrin hikayesinin anlatıldığı filmi izlemeye turist ofisine gittik. Sabahleyin günlük kahvemi içtiğim ve internet kullandığım cafede Alman bir çocukla tanışmıştım. Yarı Hintliydi. O da Hindistan’dan geçmişti buralara. Anladığım kadarıyla Hindistan ile kıyaslayınca buralardan fazla hoşlanmamıştı. Garip bir tipti. Belki de İngilizcesi garip olduğu için de böyle düşünmüş olabilirim. Ama bütün gün nereye gitsem karşıma çıktı. Önce o turist ofiste, şehrin hikayesini izlemeye beklerken 5 dakikalık bir tanıtım filmi olduğunu görünce yaşadığımız hayalkırıklığı esnasında, sonrasında geceleri kurulan ve binbir çeşit yemek, kıyafet, meyva tezgahı ile inanılmaz bir manzara sunan pazarda. Pazarda yemek yerken yanımıza gelince artık yapılacak birşey yok diyerek sosyalleştik adamla. Sadece 1 TL para verip aldığım pilav üzeri ızgara balık ziyafeti esnasında bir yandan acı ile yanarken ve ateşler basarken muhabbet etmeye çalışıyorduk ama ben açıkçası millerce uzakta midemin sevinç naraları arasındaydım. Dilimin ucu, beynimdeki keyif noktam ve midem birbiriyle tam senkronize olmuş şekilde bana ‘Sağol, sağol, sağol’ diye bağırıyorlardı.
Gece odamızda sakin bir film gecesi yapalım dedik ama film fransız filmi olup daha önceden indirdiğim altyazıların seslendirme ile uymayınca asabiyet gecesine döndü.
Sabah uyandığımda İrem hala uyuyordu. Çantamı hazırladım. Öğlen Bangkok’a geri dönecektik...
 



 








 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder