26 Nisan 2011
Otobüsten ziyade küçük bir minibüsle 2 saat içerisinde Bangkok’taydım. Bizi otobüs terminalinde bırakacak sanıyordum, ama şehrin merkezinde bırakıyormuş. Öyle olunca şu ünlü Khao San’a gidip bir otel bulmak ve çantamı bırakıp devam etmek yerine doğrudan Laos Konsolosluğu'na gitmeye karar verdim.
Bir gün evvel Türk forumlarında Laos’un vize için çok zorluk çıkardığını okumuştum, dualar eşliğinde binaya adımımı attım. Hayatımda aldığım en kolay vize oldu. Sadece bir form doldurdum, pasaport bilgilerini, amacımı yazdığım. Formda kalacağım yerin ismini istiyordu, ona da yanımdaki Laos rehber kitabından bir yer adı yazıverdim. Tam 15 dakika içerisinde bana vize mührünü damgalamış olarak geri verdiler pasaportumu. Ertesi gün gel, bugün gitler olmadan...
Mutlu mesut ve %100 tatmin olmuş şekilde konsolosluktan ayrılıp geceyi geçireceğim oteli bulmak için Khao San’a gitmek üzere otobüse bindim. Otobüste çantamı yere indirirken başparmağımı incitince biraz canım yandı. Daha doğrusu bayağı canım yandı, acısı içime oturdu ki o tanıdık flaşları görmeye başladım etrafımda. Eyvah bayılacağım dememe kalmadan gözlerimi tatlı bir uyku sersemliği ile yerde açtım. İnsanlar etrafıma toplanmış, yardım etmeye çalışıyorlardı. Koltuğa geri oturduğumda hala canım yanıyordu. Bir abla gelip tatlı tatlı başıma masaj yaptı bir süre. Sonrasında kendime geldim.
Bayılmak yine de sersemletmişti beni. Geceden kalma biraz uykusuzluk da olunca fazla dolanmamaya karar verip bulduğum en makul fiyatlı pansiyona yerleştim.
Londra’dan bir arkadaşımla buluşacaktım. O yüzden bu geceyi Bangkok’ta geçirecektim...
Ali’yle buluşmadan evvel bir saat uzandım. Tam içim geçiyordu ki yan odalardan birinde şakalaşan Amerikan gençlerinin sesleri ile uyandım.
Alışveriş merkezinin önünde buluştuk. Gelmişken bir fotoğraf makinası alayım dedim. Malum benimki bozulalı çok zaman oldu ve artık gerçekten de kameraya ihtiyacım vardı. Ama yine her zamanki gibi karar veremediğimden bir dahaki sefere diyerek erteledim.
Ali ile en son 2 sene evvel
İstanbul’a geldiğinde buluşmuştuk. Yarı Hint yarı Pakistanlı ama doğma büyüme
Londralı pek sevdiğim bir arkadaşımdı. Tai ipeğini dünyaya tanıtan Jim
Thompson’ın müzeye dönüştürülen evini ziyarete gittik. Amerikalı bir mimar olan
Thompson, Tayland’a 1930’lu yıllarda Bangkok’a yerleşip ipek tüccarlığı yapmaya
başlamış. Evi de Tai mimarisinin en güzel örneği olarak kabul edilmiş.
1967’lerde Malezya yolculuğu sırasında kaybolması ve ondan bir daha haber
alınamaması üzerine de evi müzeye çevrilmiş.
Bir rehber eşliğinde tüm
evi gezdik. Mimari olarak kolonların üzerine oturtulmuş (kondurulmuş) olmasına
rağmen aslında tam Tai örneği değildi. Normalde tek odadan oluşması ve
tuvaletin dışarıda olması gerekirken ev sahibinin bir Batılı oluşu eve
yansımıştı. İçeride birden fazla oda ve tuvalet vardı. Yemek odasında özellikle
Thompson’ın yaşadığı dönemde yer sofrası bulunurken burada normal ve fazla
işlemeli bir masa bulunuyordu. Bir sürü Çin porseleni vardı her tarafta. En
ilginci ise kapı girişlerinin zeminden çok yüksek olmasıydı, gelen yabancılara
bir tuzak mı acaba diye düşündüm ama meğerse kötü ruhların odalara girmesini
önlemek içinmiş. Thompson da Tai’nin inançlarını benimseyerek evinin dışına
‘ruh evi’ koymuş. Kötü ruhlar dışarı, iyi ruhlar içeri. Bu aslında Budizm’den
ziyade animizmin etkisi. Paganist kökenler bir yerde mutlaka bir şekilde
kendilerini belli ediyorlardı.
Heyecanlı rehberimiz bir solukta bize herşeyi anlattıktan sonra çıkıp Khao San’ın çılgın gecelerine bir bakalım dedik. Herkes ‘parti’ye hazırdı. Bense sabah 6’da yine yola düşecektim. Bu sefer batıya gidiyordum. Birkaç gün Taylandlı bir aile yanında yaşayacaktım ve sabırsızlanıyordum...
Otobüsten ziyade küçük bir minibüsle 2 saat içerisinde Bangkok’taydım. Bizi otobüs terminalinde bırakacak sanıyordum, ama şehrin merkezinde bırakıyormuş. Öyle olunca şu ünlü Khao San’a gidip bir otel bulmak ve çantamı bırakıp devam etmek yerine doğrudan Laos Konsolosluğu'na gitmeye karar verdim.
Bir gün evvel Türk forumlarında Laos’un vize için çok zorluk çıkardığını okumuştum, dualar eşliğinde binaya adımımı attım. Hayatımda aldığım en kolay vize oldu. Sadece bir form doldurdum, pasaport bilgilerini, amacımı yazdığım. Formda kalacağım yerin ismini istiyordu, ona da yanımdaki Laos rehber kitabından bir yer adı yazıverdim. Tam 15 dakika içerisinde bana vize mührünü damgalamış olarak geri verdiler pasaportumu. Ertesi gün gel, bugün gitler olmadan...
Mutlu mesut ve %100 tatmin olmuş şekilde konsolosluktan ayrılıp geceyi geçireceğim oteli bulmak için Khao San’a gitmek üzere otobüse bindim. Otobüste çantamı yere indirirken başparmağımı incitince biraz canım yandı. Daha doğrusu bayağı canım yandı, acısı içime oturdu ki o tanıdık flaşları görmeye başladım etrafımda. Eyvah bayılacağım dememe kalmadan gözlerimi tatlı bir uyku sersemliği ile yerde açtım. İnsanlar etrafıma toplanmış, yardım etmeye çalışıyorlardı. Koltuğa geri oturduğumda hala canım yanıyordu. Bir abla gelip tatlı tatlı başıma masaj yaptı bir süre. Sonrasında kendime geldim.
Bayılmak yine de sersemletmişti beni. Geceden kalma biraz uykusuzluk da olunca fazla dolanmamaya karar verip bulduğum en makul fiyatlı pansiyona yerleştim.
Londra’dan bir arkadaşımla buluşacaktım. O yüzden bu geceyi Bangkok’ta geçirecektim...
Ali’yle buluşmadan evvel bir saat uzandım. Tam içim geçiyordu ki yan odalardan birinde şakalaşan Amerikan gençlerinin sesleri ile uyandım.
Alışveriş merkezinin önünde buluştuk. Gelmişken bir fotoğraf makinası alayım dedim. Malum benimki bozulalı çok zaman oldu ve artık gerçekten de kameraya ihtiyacım vardı. Ama yine her zamanki gibi karar veremediğimden bir dahaki sefere diyerek erteledim.
![]() |
Jim Thompson'ın Evi |
![]() |
Jim Thompson'ın Evi |
Heyecanlı rehberimiz bir solukta bize herşeyi anlattıktan sonra çıkıp Khao San’ın çılgın gecelerine bir bakalım dedik. Herkes ‘parti’ye hazırdı. Bense sabah 6’da yine yola düşecektim. Bu sefer batıya gidiyordum. Birkaç gün Taylandlı bir aile yanında yaşayacaktım ve sabırsızlanıyordum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder