29 Aralık 2010 Çarşamba

Başlık sadece ‘GOA’ olmalı, başka söze ne hacet! GOA - HİNDİSTAN

Goa'da gün batımı...
29 Aralık 2010
Sabah Mapusa’dan ‘eve’ varmak için otobüse bindiğimizde, çantalarımızı uzun yol otobüslerinde bulunmayan ama muhtemelen çok turistik bir bölge olduğundan var olan ‘bagaj’a bırakıp kalabalık içerisinde kaderimize boyun eğip ayakta dikilmeye başladık. Ayakta cebelleştiğimizi gören arka sıra ahalisi sıkışarak İrem’e yer açtı. İrem’in oturmasına ön ayak olan ve hemen yanında oturan 20’li yaşlarda bir Hintli sosyalleşme heyecanı içinde lafa girdi. Böyle bir geceden sonra en son istediğim şey birileri ile sohbet etmek etmekti, ama İrem gayet iyi ve güleryüzlü muhabbete devam ediyordu ki bir anda sabah sabah sorulabilecek en abes soru geldi; Ermeni sorunu. Türkiye’den aşağı yukarı 3500 mil uzaklıkta duyduğumuz ilk şey bu olmamalı diye düşünürken İrem de zor bir geceden sonra sabah konuşmak istediği en son şeyin politika olduğunu söyleyerek pes etti.
O yüzden biz de Onur ve evin köpeği Bonny kapıyı açar açmaz Ermeni sorunu hakkındaki suallerden kaçınarak desturla içeri girdik.
Yorgun ve heyecan içerisinde geçen bu gece yolculuğunun sonrası bünyeye, kafaya ve ruha en güzel gelecek şeyin kahve olduğunu söyleyeceğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, buz gibi bira. Benjamin Franklin’in de dediği gibi ‘Bira, Tanrı’nın bizi sevdiğinin kanıtıdır’.

O yüzden de bira eşliğinde ilk hikayeler anlatıldı. Onur ve kuzeni Erkin geçen sene buraya gelip yerleşmişler, şu anda web sitesi tasarlayıp google optimizasyonu yapıyorlar. Mobil olabilecek, dünyanın internet olduğu herhangi bir yerinde kurulabilecek mükemmel bir hayat düzeni işte. İrem de bir mimar olarak bana kıyasla bu konuda daha özgür. Zavallı ben. Bir reklamcı olarak yaşayabileceğim ülke açısından pek seçeneğim malesef yok. O yüzden sadece özenip duruyorum insanlara. Meslek değiştirmek gerek belki de. Hep bir musluk tamircisi olmak istemişimdir mesela ya da burada mango toplayıcısı da olabilirim. Kim bilir?
Eve girdiğimizde Onur’u üzerimizdeki kir ve duş yaptığımızda bu kirin gitmesiyle rengimizin birkaç ton açılacağı konusunda uyardık. Nitekim yerinde bir uyarı olmuş, duş sonrası yüzümüze nur yağdı. Çantaları duşta yıkayıp diğer herşeyi olduğu gibi çamaşır makinasına attık. Ancak o zaman içim rahat edip biraz dinlenmek üzere yatağa uzanabildim.
Burası küçük bir yer olmasına rağmen koylar arası gitmek için herkes scooter ya da motorsiklet kullanıyor. Onurların da hem motorları hem de scooterları var. Scooterı kullanmadıklarından birkaç ders sonrası bizim kullanımımıza açık olduğunu söylediler. Ağzımızın suyu aktı tabi ki.

Ev sahibimiz :)
Ardından gün batımını seyretmek için Onur’un motoruna atlayıp Nine diye bir bara gittik. Uçurum kenarındaki bu barın tam altında da küçük Vagator dedikleri plaj vardı. Goa’da elimde buz gibi bir birayla, güneşin palmiyelerin arkasından görünen Arap Denizi’ne batışını izledim, her ne kadar çalan müzik Bob Marley olmasa da karşımdaki rastalı gençler aynı etkiyi yarattılar.
Küçük bir Goa turu yapıp eve döndüğümüzde haftanın beş günü ev işlerini yapmaya gelen Şoba’nın hazırladığı muhteşem ama baharatı pek bol olan Hint yemeklerinden yedik. Yemek üzeri rehavetini henüz üzerimizden atamamıştık ki yakınlardaki Chapora’ya meyva suyu içmeye gittik. Papayadan, ananasa, guavadan muza kadar birçok lassi ve meyva suyu çeşidi vardı. Lassi, bizim en çok tansiyon düşüklüğünde içine bayağı tuz katıp içtiğimiz, bildiğimiz ve sevdiğimiz ayran. Burada tuzlu içilebildiği gibi bizden farklı olarak içine çeşitli meyvaların katılması ile meyvalı yoğurt tadında ama sulu, oldukça serinletici ve doyurucu bir içecek. Tabi çok da lezzetli. Zira o günden sonra Lassi manyağı oldum. Buradan ayrılıncaya kadar listedeki tüm aromalardan tatmamız gerektiğine karar verdik.

Chapora'daki ilan panosu
İlan panolarındaki Rusça ve İbranice yazılar dikkatimi çekti. İsrailliler, askerlik sonrası buraya gelip kelimenin tam anlamıyla dağıtıyorlarmış, Rusların da Antalya’dan sonra en fazla geldikleri yer de Goa’mış. Parti insanları tabi... O yüzden ilanların bu iki dilde yayınlanması dışında restoranların mönülerinde de İsrail ve Rus yemekleri de yer alıyor.
Yolda kafası önüne düşmeden ve düz bir çizgide yürüyebilen insan pek fazla göremedim, herkesin kafası güzel. İşin garip yanı, bu kafayla hemen hemen herkesin motor kullanmasına rağmen hiçbir kazanın olmaması. Ne diyim, Allah koruyor herhalde... Bom Shiva!
Eve döndüğümüzde etraftaki barlardan müzik sesi hala geliyordu. Noel zamanı en fazla turistin geldiği dönem olduğu için normalde müziğin 10’da bitmesi gerekirken, polisler musamma gösteriyorlarmış. Barlarda müzik gece yarısına kadar çalınabiliyormuş şu aralar. Evet, garip ama burada partiler günbatımıyla başlayıp gece 10’da bitiyormuş çoğunlukla. Bizdeki gibi sabaha kadar değil yani.

28 Aralık 2010 Salı

Kendime not: uzun yolculuklarda her zaman tren kullan, otobüslerden uzak dur! HAMPİ - GOA ARASI

28 Aralık 2010
Saat 8’deymiş otobüs. Çantalarımızın yanında beklemeye koyulduk. Kocaman çantalarla bagaj olmayan otobüste nasıl yolculuk yapacağımızı düşündükçe içim sıkılıyordu. Memurlara gidip her sorduğumuzda otobüs saatinde bir değişiklik oluyordu, dediğim gibi önce 8’le başladık, sonra 8.15 oldu, sonra 8.30... En son olarak da ‘10 dakikaya burada’ cümleleri sarfedildi.
Yanımıza Hintli bir çocuk gelip oturdu yine o muhteşem soruyu sorarak: ‘Nerelisiniz?’. Mozambikli dedim bu sefer. Otobüs terminalinin karmaşası içerisinde iken kendimi rahatlatmak adına yıllar evvel Kanal D’de gittiğimiz yemekli toplantıda yan masadaki Mozambik turizm ateşesinin yaptığı muhteşem sahillerinin fotoğrafları ile süslenmiş o sunumu anımsayarak. Ama iyi niyetli bir çocuk olduğunu farkedince dediğimden utandım. Sonra da muhabbet etmeye başladık. Hampi’de Hint işi kıyafetler satan bir mağazası varmış. Hiç okula gitmemiş, okumayı yazmayı da kendi başına öğrenmiş. 3 kardeşlermiş. En küçük kız kardeşinin 3 çocuğu olduğunu söyleyince yaşını sorduk ve kızın ilk çocuğunu 14 yaşında dünyaya getirdiğini öğrenince bazı hesaplamalar yapıp (hem de hesap makinası kullanmadan) şu anda benim 17 yaşında bir çocuğumun olabileceği düşüncesiyle ürperdim. Gerçi ilginç de olabilirdi. Goa sahillerinde çocuğumla parti yapma fikri hoşuma gitmedi değil. ..
Yeni arkadaşımıza veda edemeden, kaçıracağız endişesiyle omuzlarımıza çantalarımızı yüklediğimiz gibi sağa sola çarpıp birşeyler devirerek kendimizi otobüse attık.
En arkanın bir ön koltuğuna oturduk. İrem’in çantasını ayaklarımızın altına sıkıştırdık. Benimki de koridorda tam yanımda duruyordu, devamlı elimde düşmesin diye tutmak zorundaydım. Yan koltukta da garip tipler oturuyordu, çantamı tutmaya çalışan. Neyseki otobüs hareket etmeye başlar başlamaz, maydanoz olacağını düşündüğümüz bu abilerden biri uyumaya başladı, hatta koltuğu fazla konforsuz bulunca yere uzandı. Bir süre sonra çantayı tutmaktan yorularak yanlamasına yere yatırdım. Artık herkes üzerine basa basa geçiyordu.
Yola çıktığımızdan bu yana en zor yolculuğumuz bu oldu. İrem’in tam yanındaki pencere kendi kendine devamlı açılıyor, soğuk bir rüzgar kulaklarımıza kulaklarımıza vuruyordu. Pencereyi sıkıştırmak için herşeyi denedik; aralara kağıt parçaları sıkıştırdık, şalla örtmeye çalıştık, lastikle tutturmaya çabaladık. Bana mısın demedi, 5 dakika sonra yine açıldı, yine açıldı, yine açıldı.
Yol boyunca her kavisi, her tümseği midemizde hissettik. Bir ara otobüs girdiği duraktan ters manevra ile arkaya doğru fazla gidince ve benim de nedense arkamızda büyük bir uçurumun olduğuna inanmamla çığlığı bastım: ‘Ölmek istemiyorum’. Otobüste çığlığımın yankılanması üzerine tüm dikkatleri üzerime çekmeyi başardım. Utançla koltuğa gömülmem pek bir işe yaramadı. Uçurum zannettiğim şey sadece küçük bir tümsekmiş...
İrem tüm gece şoförle birlikte otobüsü kullandı, manyaklar gibi sürdü, sollanmayacak yerlerde solladı, kamyonlarla kapıştı. Kafasında ‘eğer ölürsek buralarda kimsenin haberi bile olmaz’ düşüncesiyle... Evet, Hindistan’daki ilk ve son uzun yol otobüs yolculuğumuzun bunun olacağına dair söz verdik, gözünü sevdiğim her yerde rötar yapan Hint trenleri...
Ben uyudum. Hayatımda nadiren başıma gelen ‘gözüme uyku girmeme ve düşüncelerle boğuşma’ gecesini bir evvelki gün yaşamış ve bu yüzden de çok yorgun olduğumdan uyuyakaldım.
Gözlerimi açtığımda Panaji’ye yaklaşmıştık.
Goa’da kalacağımız arkadaşlar Onur ve Erkin’i arayıp yola çıktığımızı ve sabah orada olacağımızı haber vermemiz gerekiyordu. Ancak Mamallapuram’da aldığımız telefon çalışmıyordu. Hampi’de hiçbir telefon çekmediği için daha önce farketmemiştik. Türkiye sim kartlarını da denedik ve GSM operatörlerimizin roaming anlaşmalarının Hindistan’ın kırsal kesimlerinde bir işe yaramadığını fark ettik.
Panaji’ye vardığımızda sabah 8’e geliyordu. İnanılmaz olan buraya varmıştık, hem de sağ salim. Tek sorun, kapatamadığımız camdan girmiş olan tozdan suratlarımız kapkara olmuştu, bir de çantalarımız artık kahverengiydi.
Onur’ları aradık, Vagator’a gelmemizi söylediler. Vagator ve Anjuna Beach için Mapusa’dan otobüse binmek gerektiğinden önce Mapusa’ya gittik.
Panaji şehri, bir başkent olmasına rağmen oldukça düzgündü. Yeşil hatta. Sahillerin kokusunu alabiliyordum. Canlandım tabi. Bir duş alınca da cennetlik olacaktım.
Vagator’a vardığımızda saat 10’a geliyordu. Doğruca eve gittik. Küçük bir site içerisinde, önünde havuzu ile müstakil bir evdi. Her tarafta muz ağaçları, egzotik çiçekler vardı.
‘Oh be, işte budur’ dedim. Daha kumsalları görmeden, sadece kokusunu duyarak.

26 Aralık 2010 Pazar

Şehirden ve ana caddelerden uzakta yaşarım ben... HAMPİ - HİNDİSTAN

Hampi'ye bakış...
Sukunet...
Gopuram önünde bir maymun...
26 Aralık 2010
Tamil Nadu’dan, önce Andhra Pradesh eyaletini geçtik. Şimdi de Karnataka eyaletinin eskiden Vijayanagar olan bilinen bu turistik ve şirin yerindeydik.
Kasabanın tek bir ana caddesi vardı, caddenin başlangıcında da heybetli Virupaksha tapınağı, hacıların uğrak yeri. Shiva’ya adanmış bu tapınak yüzyıllar boyunca kutsallığını koruyarak hala daha tapınmak amacıyla kullanılmakta. Tapınağa girişte gopuram adı verilen çok yüksek bir kule bulunuyor. Zaten bu kule Hampi’nin neresine gitsek görünüyordu.
Biz de ayağımızın tozuyla bu tapınağa girdik. Girer girmez de bizi inşaat iskelelerinden sarkmış 10’larca maymun karşıladı. Birbirine sarılan, sevişen, bakan, poz veren, kaşınan, bit ayıklayan, muz yiyen...İskelelerin tam altında ise birkaç inek vardı, maymunların yediği muzların kabuklarını da bu inekler yiyordu. Gayet sistematik...
Biraz etrafta dolandıktan ve buradaki kadınların çoğunun ayağına taktığı yüzüklerden satın aldıktan sonra güzel müziklerin çaldığı çok şirin bir restoran bulduk. Güleryüzlü sahibi karşıladı bizi. Yorucu bir yolculuktan sonra duvarlarında Salvador Dali’den Ganesha tanrısına kadar, fosforlu renklerde parlayan figürlerin yer aldığı bezden posterlerin sallandığı bu yerde kahveye kavuşmak beni Hintlilerin dediği gibi shanti shanti yaptı.
Biraz muhabbet, biraz çevreyi ve gelen turistleri inceleme ile geçirdiğimiz birkaç saat sonrasında odamıza dönerken pansiyon sahibi ile karşılaştık. Tam pansiyonun önünde, Hint işi kıyafetler, çantalar dikip sattığı küçük bir tezgahı vardı. Geldiğimizde ne kadar kalacağımızı bilmediğimizi söylemiştik. Çok yorgun olduğumuz için bir yandan 2 gece kalmak istiyor, ama bir yandan da sevmezsek hemen terki diyar eyleyelim diyorduk, o yüzden kadına birşey diyememiştik. Etrafı gördükten sonra 2 gece kalabileceğimize karar verdik ve söyledik. Biraz işlerinden, ailesinden söz ettik. Biraz kendimizden bahsettik. Sonra da gidip yattık.
Bilgisayarımı şarja koyduğumdan dolayı henüz kullanamamıştım. Sabah erkenden gözlerimi açar açmaz bilgisayarı kapıp bir gece evvel gittiğimiz restorana gittim. Keyifli keyifli bilgisayarımı kurcalamaya ve kahvemi yudumlamaya başladım. Bir saate kadar İrem geldiğinde kahvaltımızı edip etraftaki harabeleri gezmeye çıktık.
Harabeler küçük bir nehir boyunca 2-3 km boyunca ilerliyordu, 15. Yüzyıldan kalma Vijavanagara İmparatorluğu döneminin başkenti olan bu bölgedeki tapınaklar, yerleşim ve ticaret alanlarını gezmeye başladık. Daha doğrusu Müslüman akınlarından kalan kısımlarını...
Etrafta en çok dikkati çeken ise granit dev kayalardı. Pürüzsüz ve gerçekten de büyük. Hani altında kalsan kemiklerinden toz bile kalmaz cinsinden... Bu kentin yeşille yoğrulmuş doğasına o kadar yakışmıştı ki dürüstçe diyebilirim ki beni buranın tarihi harabelerinden daha çok etkilemişti.
Günlük turumuzu öğlen gibi Vittala Tapınağı’na geldiğimizde bitirmeye karar verdik. Hava çok sıcak olmuştu, daha fazla dayanılacak gibi değildi. Geri kalan yerleri de ertesi sabah gezecektik.
Dönüş yolunda bir sigara molası vermek için sadece bizim sığabileceğimiz darlıkta, basamak gibi bir yerde otururken yanımıza 12-13 yaşlarında 10 çocukla birlikte enlice diyebileceğimiz bir adam geldi. Heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladılar. Sri Lanka’dan beri artık yerel halkın odak noktası olmaya alışmıştık, papağan misali herşeyi yineleyip duruyorduk. Bu kadar çok çocuk olunca da okul gezisi mi acaba diye düşündük. Meğer geniş bir aileymiş. Kuzenler, yeğenler... Yanlarında gelen enli adam ise gerçek amcalarıymış. Kızlardan bir tanesinin kucağında 6 aylık diye tahmin ettiğim bir bebek vardı. Bebeği kucağıma verdiler ve fotoğraf çekmeye başladılar. İrem’le birbirimize aptal aptal bakıp ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, hepsi ayrı ayrı tam ortamıza oturup fotoğraf çektirmeye başladılar. Bir türlü bitmedi ve iyice sersem olduk. En sonunda da o heybetli amca ortamıza oturup fotoğraf çektirmeye çalışınca gülme krizine tutulduk. Herşeyin başlangıcını yarattığına ve şu anda da uykuda olduğuna inanılan en büyük tanrıları Brahman’ın uyandığını ve tam yanımıza gelip fotoğraf çektirdiğini düşündük.
Yola devam etmeye başladığımızda anladık ki burada turistlerle fotoğraf çektirmek oldukça doğal. (Turist = Bollywood yıldızı) Bizi yol boyunca gören herkes 32 dişlerini birden göstererek, ellerinde fotoğraf makinaları ile yanımıza koşmaya başladı. Bir iki defa tamam da bir süre sonra insan hem sıkılıyor hem de olduğu yerde saymaktan ilerleyemiyor... Yoğun ısrar karşısında çözümü para istemekte bulduk. Fotoğraf başı 10 rupi. İşe yaradı...
Akşam kentin en uzak köşesinde kalan, muz ağaçlarının arasındaki küçük bir patikadan varılan, nehir manzaralı büyük bir mango ağacının altındaki güzel bir restorana gittik. Oraya vardığımızda İrem’i oturtturup odaya dönmem gerekti. Müziğimi taktım kulaklarıma ve yürümeye başladım tek başıma. Yanından geçtiğim hiçbir satıcıyı, tuktukçuyu duymuyordum. Nehir kenarında ilerledim, dükkanların olduğu ara sokaklardan yürümeye devam ettim. Yürüdükçe huzur buluyordum, huzur buldukça daha da yavaş yürüyordum. Bir an sokağın kenarında oturmuş yabancı bir adam dikkatimi çekti, o da büyük bir huşu içinde neye benzeyen bir enstrüman üflüyordu. Gözgöze geldik. O an aynı huzuru paylaştığımızı hissettim, gülümseyip devam ettim, ana caddeye girmeden, büyükşehirlere gitmeden...
Kafeye geri döndüğümde yemeğimizi ısmarladık; gözlemeye benzeyen chapati eşliğinde körili ve kajulu sebze yemeği, tabak yerine muz yaprağı üzerinde servis edilen. Çok lezzetliydi ama etraftaki sivrisineklere de biz pek lezzetli geliyorduk. Uzaklaştırmak için bir muz dilimine diktikleri tütsü çubuğu dahi işe yaramıyordu. Dayanamadık ve kalkıp kentin en popüler mekanı olduğuna karar verdiğimiz, sabah, öğlen, her boşlukta gitmeye başladığımız restorana döndük. Kürkçü dükkanımız...
Hampi’de içki yasağı olduğundan burada turistler de kepenkleri erken indiriyor. Odaya döndük ve geceyarısına kadar birşeyler okuyup uyuduk.
Sabah uyandığımızda harabelerin geri kalanını keşfetmek için yola düştük. Şehrin en yüksek noktasına kadar tırmanıp etrafı izledik. Yine öğlen olunca pilimiz bitti ve döndük.
Akşama Goa’ya gitmek üzere yola çıkacağımızdan sabah eşyalarımızı toplayıp çantaları pansiyonun bir odasına bırakmıştık. Buradan Panaji’ye (Goa’nın başkenti) Hospet’ten ya trenle gidecektik ya da otobüsle. Tren sabah 6.30’da olduğundan buradan yetişmemiz imkansızdı. O yüzden de otobüsle gitmeye karar verdik. Yataklı otobüsler var, bir de lokal otobüsler. Yataklılarla lokaller arasında ise 250 rupilik bir fark olduğundan lokal otobüsle gidelim dedik. 11 saatlik bir yolculuk elbette zor olacaktı. Ama en nihayetinde Goa’da kalacağımız bir ev olduğundan artık orada dinleniriz bol bol diye düşündük.
Hospet’e gitmek üzere yola çıktık, pansiyoncu kadından son dakika kazığı yiyerek. Sabah bagajları bırakabileceğimizi söylerken bunun için para istediğini belirtmemişti. Tam çantaları alırken bunu deyince önce neden önce söylemediğine dair sitem ettik, sonra da istediği paranın yarısını bırakarak oradan ayrıldık.
Otobüs durağına geldiğimizde biri daha bekliyordu Hospet’e gitmek üzere. Fransız. 2 aydır Hindistan’daymış. Yolculuğu boyunca çok güzel insanlarla tanışmış olduğunu, ama yine de bir molaya ihtiyaç duyup Hindistan’a bağlı Andaman adalarına gitmiş, feribotla 4 günde. 2 hafta inin cinin top oynadığı bir kumsalda kalıp kendime geldim dedi. Sonra da kaldığı yerden devam etmek üzere geri dönmüş. Ocak ayının ortalarına doğru da ülkesine dönecekmiş. Muhabbetimiz devam ederken Kanadalı bir çift geldi. Sırtlarında küçücük bir çanta görünce şaşkınlığımı dile getirdim, ardından da tebriklerimi sundum. (Özellikle de kıza) Hem Fransız hem de Kanadalılar Türk olduğumuzu duyunca çok şaşırdılar. Yolculukları esnasında hiç bir Türkle karşılaşmadıklarını, Türklerin yolculuk yapmayı sevip sevmediklerini sordular. Biz de bunu yaptığımız için çoğu insanın bize deli gözüyle baktığından bahsettik...
Otobüs geldiğinde duraktaki turist sayısı bayağı artmıştı. Herkesin tek sıra olup kapıya yığılmadan, koltuk kapma yarışı olmadan otobüse binmesi İrem’le bizi bayağı bir eğlendirdi. Yine geldiğimiz rakamdan bambaşka bir rakam ödeyerek kelimenin tam anlamıyla güle oynaya, yolculuk hikayeleri anlatıla anlatıla Hospet’e gittik.
Durağa vardığımızda herkes birbirine yolculukla ilgili iyi dileklerini dile getirip, ‘belki tekrar bir yerlerde karşılaşırız’ cümlesi sarkederek farklı yönlere gitti. Biz de İrem’le Goa otobüslerini sormak için memurlara yöneldik...

24 Aralık 2010 Cuma

Siz hiç Hindistan’da yataklı bir vagonun orta ranzasında üstte bir adamın horlaması ile yolculuk ettiniz mi? CHENNAI - HAMPI ARASI

24 Aralık 2010
Sabah, insanların tam odanın önünde yaptıkları hararetli muhabbetin gürültüsü ile uyanmış olsam da yataktan keyifli kalktım, deniz havası işe yaramıştı tabi ki. Gerçi şehre dönecek olmanın verdiği biraz stres vardı üstümüzde, ama allahtan sadece kısa bir süre için. Hem ne demişler, sayılı saat çabuk geçermiş...
Şirin bir cafede kahvaltımızı edip fazla vakit kaybetmeden otobüs durağına gittik. Bizi buraya getiren otobüsün aynısını görünce, klima gazisi olmamak için Chennai’ye giden başka bir otobüs var mı diye sorduk. Şoför, sadece bize bakıp 'Chennai, Chennai' diyince İngilizce bilen birini aramaya başladık. Yanımıza muavin geldi, İngilizce nasıl yardım edebilirim diye sorarak. Biz de derdimizi anlatabileceğimizi düşünerek başladık konuşmaya, bizde sular seller gibi İngilizce bildiği izlenimi yaratan muavin kardeş bizi anlamadı, o da 'Chennai, Chennai' diyip bizi otobüse sokmaya kalkınca pes ettik ve otobüse binip klimanın bizi en az etkileyeceğini düşündüğümüz yere oturduk.
Yine 2 saatlik hoplaya zıplaya bir yolculuk sonunda şehre geri döndük. Otobüs terminalinde inip evvelki gün gittiğimizden farklı bir alışveriş merkezine gitmek üzere yine otobüse bindik. İrem’in tam arkasındaki tekli koltuğa oturdum ki birileri bana bağıra çağıra birşeyler anlatmaya çalıştı, artık beni anlamayacaklarını ve benim de onları anlamayacağımı düşündüğüm için Türkçe olarak suratlarına bezgin bir ifade ile ‘Ne diyorsunuz ya?’ diye söylenmeye başladım ki otobüstekiler oy birliği ile orada oturmama karar verdiler. İrem, benim oturma iznimi veren teyzelerle muhabbet etmeye başladı, muhabbet demek biraz zor tabi, el kol hareketleri diyelim. Nerden geldiğimiz, isimlerimiz zikredildi. Bizi pek sevimli bulmuş olmaları ise sadece çaresiz surat ifademin bir yorumu olduğuna karar verdim.
Alışveriş Merkezi’ne geldiğimizde günün sürprizini yaşadım. Burada hiç elektronik mağazası yokmuş. İlk gittiğimiz yere gitmemiz gerekiyormuş. Orayı da terk edip yine otobüsle diğer tarafa geçtik. Bu arada otobüste neye göre para verildiğini kesinlikle anlamadım. Kilometre hesabı mı yapılıyor acaba diye düşündüm önce, ama sonra bir baktım ki gittiğimiz mesafeler aşağı yukarı aynıydı, yine de hep farklı para ödüyorduk. Belki de burada da devlet otobüsleri, halk otobüsleri şeklinde bir sınıflandırma vardı, ama şekil şemal olarak aralarında hiç bir fark yok gibiydi. Sanırım sadece 'turisti kazıklama' dümeni...
Diğer yere geldiğimizde önce İrem’i bir internet cafeye oturttum, peşimden mağazalara sürüklememek için. Geçen gittiğim mağazadan farklı bir mağazaya gittiğimde özelliklerinin daha üstün olduğu başka bir bilgisayar buldum ve satıcıyı canından bezdirerek istediğim fiyata indirttim. Kredi kartına uygulanan 300 rupilik komisyonu da ödeyerek en sonunda bilgisayarıma kavuştum. Bu arada mağazalar arasında mekik dokumam ve fazlasıyla heyecan yapmam ile anksiyete olmuştum ve kendimi durduramıyordum. Sakinleşmem gerekiyordu ama ne mümkün... Derin nefes egzersizleri yaptım bir süre. Bir an kalp krizi geçirirsem bu iğrenç şehirde ölme fikrinden nefret ettim. Gidip su aldım bir marketten. Marketteki amca ile biraz lafladık, şehri nasıl bulduğumu sorunca, kendisine hayatta iyi şanslar dileyip oradan ayrıldım. Laflamak iyi gelmişti, biraz rahatladım. Yeni bilgisayarım çantamda tren istasyonuna doğru yola çıktık.


Ranza Arkadaşımız...
Trenimiz gece 11’de kalkıyordu ve saat daha 5’ti. İstasyon civarında dolanıp sandviç malzemesi alalım dedik. Ekmeği aldık da peynir bulmak pek mümkün olmadı. Bir de 20 rupi verip 6 tane de muz alıp kahve ve sigara içmek için bir restorana girdik. Kamu alanlarında sigara yasağını bildiğimizden restoranın önünde açık alanda duran sandalyelere oturduk. Tam sigarayı yaktık ki birileri ‘sigara içilmiyor’ diye bağrınmaya başlayınca evvelki gün bankaya yürürken dikkatimi çeken bir tabelayı hatırladım: “Chennai, dünyanın ilk sigara içilmeyen şehri”. Şaka gibi gelmişti o an; sanki tüm kentsel sorunlar halledilmiş, sokaklar tertemiz yapılmış, insanlar refah içerisinde yaşarken en son da sigara da yasaklanarak Chennai örnek şehir haline getirilmiş... Gerçi bu yasak beni hiçbir şekilde durduramadı, Chennai belediyesine selam, sigaraya devam...
Restoran önündeki dilencilerin keskin bakışları, trafik ve gürültüden bezmiş olarak istasyona gittik. Bekleme salonuna oturduk. Artık düzgün bir kulaklığım da olduğu için müziğim kulağımda, kitabım kucağımda kendimi etraftan soyutlayabildim. Oturduğumuz yerde kumpanyamız olan pandispanya kıvamındaki ekmeğimizle muzlarımızı yedik. Ekmekte bile şeker vardı. Tevekkeli değil burada diyabet hastalarının çok fazla olması, herşeyde nerdeyse şeker var, şeker olmayan şeylerde de baharat.
Bir saat geçmemişti ki İrem ile tuvalete gitmemiz gerektiğini konuşmaya başladık. İstasyondaki tuvaletlerin ne halde olabileceğini düşündükçe içimiz sıkılıyordu, ama geldiğimiz kültür gereğince sokakları kullanayacağımıza göre yapacak bir şey yoktu. Belinde copuyla oldukça cool gözüken kadın bir polise sorduk tuvaletin nerede olduğunu, bizi üst kata gönderince orada kadınlara ait bir bekleme salonu bizi karşıladı. O kadar mutlu olduk ki... Tuvalet de paralı olduğu için oldukça temizdi.
Saat 9 gibi emanete doğru yola çıktık, artık sırt çantalarımızı geri almanın zamanı gelmişti. Ancak yolda fark ettik ki emanet fişini kaybetmiştik. Orada duran sorumlular da oldukça huysuz gözüküyorlardı. Fişsiz alamazsınız gibi bir laf edince başladım söylenmeye; ‘Bu şehir akıl mı bıraktı bizde? Sersemledik işte. İstiyorsanız size söyleyelim içlerinde ne olduğunu, siz de kontrol edin’...
Bize uzun bir dilekçe yazdırdılar, çantalarımızın içinde olan kıyafetlerin renginden, kullandığımız şampuan markalarına, kitap isimlerinden defterlerin yaprak sayısına kadar da bir liste yapıp verdik. Ardından çantalarımızı açıp bunları gösterince çantalarımıza kavuştuk.
Tren platformu anonsunu duymak için ana salonda beklemeye başladık. Kocaman salonda tek beyaz biz olunca herkes yine 'yemiş atmak yasaktır' yazılı bir tabela bulunan kafesteki maymun modeli bizi izliyordu. Fotoğraflarımızı çekenler, kameraya alanlar, el sallayanlar, 'hello' diyenler...
Salondaki televizyonda da bir ikaz filmi dönüyordu: Bekleme salonunda bir adamın yanına biri oturur, gidip içecek birşeyler alır ve yanındaki adama da getirir, ancak içine uyku hapı atar, adama ikram eder, adam içer ve bayılır. Diğer adam da onu soyup kaçar. Bu filmin Türk versiyonu vardı seneler evvel, hatta içine ilaç şırıngalayarak kapalı bir ayran ikram edilirdi tren kompartımanında. Tabi adam bayılır ve sonra da soyulurdu...
En sonunda trenin hangi platformdan kalktığı anons edilince oraya doğru yöneldik, büyük bir güruhla. Tren istasyona daha yanaşmadan, insanların vagonlara atlaması ile paralize olduk. Herkes bir anda vagonların kapısına asılmaya başladı, itişmeler kakışmalar. Elimdeki bileti kontrol ettim, acaba yataklarımızın numarası yazmıyor mu diye. Görünce rahatladım. Herhalde sadece yataksız vagonlarda bu hengamenin olduğunu düşünerek (umut ederek) kalacağımız yataklı vagona doğru yürümeye başladım.
Trene binip koridorda yürümeye başladığımızda sağda trene paralel ikili, solda da karşılıklı, treni dik kesen üçlü ranzalar olduğunu gördüm. Yani birbirleriyle 'görülmez' paravanlarla ayrılmış kompartmanlarda toplam 8 yatak vardı. Biz üçlü ranzalarda kalacaktık, en alt ve orta yatakta. Tren daha harekete geçmediğinden ortadaki yatak duvara yaslanmıştı, alt yatak da bu şekilde koltuk olarak kullanılabiliyordu. Bizim dışımızda bir teyze ve kızı vardı. İrem ile birbirimize bakıp acaba geceyi nasıl geçireceğiz bir diye kara kara düşünürken bir amca daha geldi. Teyze devamlı bize birşeyler anlatmaya çalışıyordu, ben de bakıp bakıp ‘Teyze ne diyorsun? Anlamıyorum ki derdini’ diyordum. Neyseki kızı biraz İngilizce biliyordu, derdi en üst yatakta yatmamakmış meğerse. En sonunda amca da dahil olmak üzere şu şekilde bir ayarlama yaptık. Teyze ve kızı karşılıklı en alt yataklarda, İrem ve ben karşılıklı orta yataklarda, amca da benim üstümdeki yatakta yatacaktı. Tren hareket eder etmez yataklarımızı kurduk, ben çantamdan çarşafımı çıkarıp serdim, uyku tulumumun altına girip bilgisayarımın olduğu çantayı da göğsüme bastırıp uyumaya çalıştım. Tam yukarımızda gürültülü bir şekilde hiç durmadan çalışan 3 tane pervane vardı, bir de lamba. Lambayı söndürdük, vagon karanlığa gömüldü.
Tam gece yarısı ışıkların bir anda yanması ile yataktan fırlayıp kafamı yukarıdaki ranzaya çarpmam bir oldu, tabi bir de uyanırken ‘Tamam anne, kalktım’ diyerek çığlık attım. Meğer sadece kondüktör bilet kontrolü için gelmiş. Sonrasında yine uykuya döndük. Derin derin uyudum denemez, ama yine de beklediğimden iyiydi. Sabah 6'da satıcıların ‘Çay, kahve’ diye bağırışları ile uyandım.
Bulunduğumuz tren Mumbai’ye devam ediyordu. Biz ise Hampi’ye gitmek için Guntakal denen bir kasabada inip otobüse binecektik. 8.30'da olmamız gerekirken Guntakal'dan bir önceki istasyonda bir buçuk saat bekleyince tren, ancak 10.00’da varabildik. Tabi beklerken kasıldım da kasıldım. Teyze ve kızı sabah kahvaltısında idli yemeğe kalkıp satıcının chutney’i çantama dökmesi ile artık bir keman yayı haline geldim. Zavallı teyzem temizlemek için canla başla çantamı silmeye çalışınca da üzüldüm. Kızı, 20-25 yaşlarındaydı. Fazla İngilizce bilmediğinden muhabbet edemedik. O bizi ilgiyle izliyordu biz de onu. Evlenme yaşında olmalı diye düşündüm. ‘Dowry’ adetinin yasaklanmış olmasına rağmen hala daha uygulandığını duymuştum. Bu adete göre gelin adayı evlenebilmek için çeyiz vermek zorunda, ama öyle böyle değil. Bizim başlık paramız misali burada gelin damat adayına mülk, para vb. veriyor. O yüzden de ekonomik geliri düşük olan aileler kesinlikle kız evlat istemiyorlar. Doktorların gebelik sırasında bebeğin cinsiyetini söylemeleri yasak, ama buna rağmen bir şekilde kızları olacağını öğrenen aileler kürtaj yaptırıyorlar. Dolayısıyla da kadın nüfusu erkek nüfüsundan daha düşük. Dünyanın her yerinde kadın olmak zor, ama sanki burada daha da zor.

İstasyon ve herkesin muhteşem ilgisi karşısında yok olma isteği...
Evlenmek ise ailelerin uygun gördükleri kişilerle oluyor ve buna eğitimliler bile itiraz etmiyor. Aile, kimseyi bulamazsa da ya internette ya da gazetelerde ilan veriyor. Bu ilanlarda kast telaffuz edilmese bile mutlaka ten rengi açık, çok açık, eh işte, açık sayılır, fazla koyu değil, orta şeker şeklinde söyleniyor. Ne kadar açık tenliysen o kadar makbül ve talep arttıcı. Sanırım bu kompleksin nedeni kendilerinin Aryan soyundan geldikleri için açık renkli olduklarını söyleyen, en üst kastı oluşturan Brahmanlardan kaynaklanıyor. Bu kastı oluşturanlara göre kendileri ari ırkı temsil ediyorlar, diğerleri ise güneye sürdükleri, aşağı kastları oluşturan teni koyu Hindular.
Kızın rengi de annesinin rengi de oldukça koyuydu. En sonunda istasyona vardığımızda inip Hampi’ye nereden gidebileceğimizi sorduk. Oraya direkt otobüsün bulunmadığı, otobüs duraklarının da istasyona 4 km uzaklıkta olduğu söylendi. Chennai’deki turizm ofisteki memur buradan tek bir otobüsle 2 saatte ulaşabileceğimizi söylemişti oysa, güzel düşüncem hala o adama inanıyor olmamdı. Gerçi buradan Hampi’ye yarım saat uzaklıkta olan Hospet’e tren de varmış, ama saat 14’te. 4 saat orada beklemek yerine otobüsle gidelim dedik.
Yürüyüşe geçtik, peşimiz sıra gelen bir sürü tuktukla. Otobüs duraklarını sorduğumuz herkes farklı birşey söylüyordu, kimisi 2 km, kimisi 3 km, kimisi de sadece düz git diyordu. Yolda bir bakkaldan peynir aldık, bu sefer de ekmek yoktu. Fırında satılan herşey tatlıydı. Galetaya benzeyen birşeyler alıp yola devam ettik. Gerçekten de 4 km ileride çıktı duraklar. Hampi otobüsünü sorduğumuz polis amca, kendini bizden sorumlu hissetti. Yarım yamalak bir İngilizce ile Hampi’ye gitmek için önce Hospet'e, Hospet'e gitmek için de önce Ballary’e gitmemiz gerektiğini söyleyerek Ballary otobüsünü bizimle beklemeye başladı. Çantaların başından ayrılmamamızı sıkı sıkı tembih etti. Yankesicilerin çok olduğundan bahsetti. Ben zaten paranoyak olduğumdan artık para ve pasaport çantamı tişörtümün altında tutuyordum, o da beni hamile koca göbekli bir hamile gibi gösteriyordu... Estetik kaygılar gütmeyi yolculuk başında bırakmıştım zaten.
Otobüs geldiğinde polis amca bizi oraya götürdü. Daha otobüsün içindekiler inmeden insanlar binmeye başlayınca büyük bir curcunanın ortasında bulduk kendimizi. Polis amca düştüğümüz dehşet karşısında bizi kenara çekerek herkesin binmesi için bekletti, herkes bindikten sonra biz de bindik. Oturacak yer bulamayacağımızdan korkuyordum, ama amcam onu da düşünmüş. Meğer insanlar yer kapmak için daha binmeden camlardan koltuklara şal, fular atıyormuş, polis amca da bizim için bir çocuğa fular attırmış, biz de fuların bulunduğu koltuğa oturup camdan minnettarlığımızı belirttik.
Yola çıktığımızda otobüsün deli gibi gitmesinin yanı sıra, kesintisiz olarak korna çalması, Sri Lanka otobüslerindeki bangır bangır çalan müziği özlememe neden oldu. Bir an korna sesinden aklımı yitireceğimi düşündüm. Hayatımda bu kadar korna çalınan bir yer görmemiştim. Okuduğum Hindistan rehberindeki bir not geldi aklıma; zaman gelir, akıl sağlığı en yerinde olan insan bile burada delirebilir. Akıl sağlığımın ne kadar yerinde olduğu konusundaki tartışmalar halen devam ederken ben kaşınmıştım, kalkıp Hindistan’a gelmiştim...
2 saat sonra gene çirkin bir yer olan Ballary’e vardık, otobüs değiştirdik. Sıra Hospet’te idi. Oradan da 2 saat sürdü. Böylece Chennai’den yola çıkıp Hampi’ye varmamız tam tamına 16 saat tuttu. Oysa haritada mesafeler ne kadar da küçük gözüküyor... Bir kez daha Hindistan’ın gerçekten büyük olduğunu düşündük.
Hospet otobüs terminali tam bir keşmekeş yuvasıydı. Satıcılar, bekleyen insanlar, her tarafa dağılmış bavullar... Goa’ya gitmek için buraya geri dönecektik. O yüzden hayalim sırt çantalarımızı emanete bırakmaktı. Ama bırak emaneti kapalı bir yazıhane bile yoktu.
Memurlardan birine Hampi otobüsünü sorunca kenarda beklememizi söyledi. Biz de aynen öyle yaptık. İrem gidip birkaç samosa türevi yiyecek aldı, aslında meyva da alacaktı ama önce 25 rupiye anlaşıp sonrasında satıcı 50 rupi isteyince meyvaları tezgaha geri bırakmış. Sakin arkadaşımı bile delirttiler burada en sonunda. Bir yandan yemek yiyor, bir yandan da ne kadar yorgun olduğumuzu konuşuyorduk ki tuktukçular gelip maydanoz olmaya başladılar. Yok Hampi’ye gitmek için yarım saat beklersiniz, ben sizi hemen götürürüm, yok Hampi’ye giden otobüsler kaldırıldı, yok buradan Hampi’ye otobüsle saatler sürüyor... En sonuncusunda 'nereye, Hampi’ye mi gidiyorsunuz, biz götürelim' dediğinde dayanamadım: “Hayır, Hampi’ye gitmiyoruz, biz tam bu noktada kalıp yaşamımızı sürdürmeye karar verdik, hiçbir yere gitmeyeceğiz...”, bu cümleme rağmen gene de yarım saat başımızda dikildi.
Otobüs gelip bindiğimizde 10 yaşlarında zeka özürlü bir çocuk dikkatimizi çekti. Burada ilk defa bir çocuğun gözlerinin içinin güldüğünü gördük. Büyük bir mutlulukla bize ‘hello’ diyip el sallıyordu, gülücükler atıyor, öpücükler yolluyordu. Bir ara çantam yuvarlanıp kapıya sürüklendiğinde herkes sadece bakmakla yetinirken çocuk yerinden fırladığı gibi çantamı kurtarmak için koştu. Burada en sonunda biri beni gülümsetmeyi başardı.
Otobüs ilerledikçe yeşil, her tarafta muz ağaçlarının bulunduğu yollara girdik. Dünya Miras listesindeki Hampi’ye yaklaştıkça da kazı alanlarını, harabeleri görmeye başladık.
Durakta indiğimizde yine birkaç tuktukçunun tacizinden sonra pansiyonların bulunduğu sokağa girdik. Tüm pansiyon sahipleri “benim odama bir bak” şeklinde bizi çağırıyordu, çoğunu da kırmadık. Sokakta sırt çantaları ile ters yöne yürüyen iki kız görünce de onlara nerede ve kaça kaldıklarını sorduk. Gece başına 150 rupi ödediklerini söyleyince hemen pansiyonun yerini öğrendik.
Hampi’de kalacağımız yeri bulmuştuk, tuvalet ve banyo dışarıdaydı. Ama odası çok güzeldi, fazla büyük değil, çatısı bambu olan kerpiçten yapılmış bir odacık.
Kendimizi yol pisliğinden sıyırmak için duşumuzu aldık ve Hampi’nin merkezine indik...

23 Aralık 2010 Perşembe

Bir tatlı huzur almaya geldik Mamallapuram’dan... MAMALLAPURAM - HİNDİSTAN


23 Aralık 2010
Chennai’de şehirler ve eyaletler arası otobüsler şehrin 7 km batısındaki terminalden yapılıyormuş. O terminale varmak ise 45 dakikalık bir otobüs yolculuğu ile mümkün. Otobüse binip etrafı seyretmeye başladık. Şehri gezmenin en güvenli ve rahat yolu. Durduğumuz duraklardaki çocuklarla camdan konuştuk, nerden geldiğimizi ve isimlerimizi söyledik. Genelde Türkiye’yi bilmiyorlar, Afganistan yanında, Katar yakınlarında sanıyorlar, ama ilginç şekilde isimlerimizi mükemmel denilecek şekilde telaffuz ediyorlar. Otobüs terminaline vardığımızda hemen otobüse bindik. Şehir içinde muavinin düdük çalması ile duraklarda duran ya da harekete geçen derme çatma otobüsler yerine bindiğimiz klimalı ve konforlu otobüs bizi oldukça şaşırttı. Pek mutlu ettiğini söyleyemem, çünkü klima genelde bize dokunuyor. O yüzden İrem’le klimayı kapatmak için çaresizce düğmelere basıp hiç bir işe yaramadığını anlayınca her tarafımızı şalla sararak etrafı izlemeye başladık. Gene bangır bangır müzik çalmaya başladılar. İrem hemen taktı kulaklıklarını. Ama ben 2 gün evvel kulaklıklarımın cenazesini kaldırdığımdan gürültü tecavüzüne maruz kaldım, İrem bana acıyıp kulaklık verinceye kadar.
Sri Lanka’nın doğasını birkez daha güzel sözlerle ve ah çekerek andık. Şehirden çıkmış olsak da hala hoş olarak tabir edebileceğimiz bir manzaraya rastlamamıştık. 2 saatlik bir yolculuk sonrasında Dünya Mirasları’nın koruması altındaki Mamallapuram’a geldiğimizde biraz yeşillik gördük ve böylece kaskatı kesilmiş suratlarımızda ilk gevşeme belirtileri göstermeye başladı.
Kasabaya geldiğimizde sahil tarafına gidip karanlık basmadan oda tutmak istiyorduk. Buraya vardığımızda saat 16:30’a geliyordu, güya sabah erkenden gelecektik, ama Chennai bürokrasisi işte...

Mammallapuram sahili

Şehirden çok daha iyiydi. Şile’yi anımsattı biraz bana. Pansiyon pansiyon gezmeye başladık. Turistik bir bölge olduğu için birçok otel vardı yanyana. O yüzden hepsine giriyor, odalara bakıp pazarlık yapıyorduk. En sonunda temiz olduğuna ikna olduğumuz ve fiyatını başkalarına söylemeyeceğimize dair söz verdiğimiz odayı 250 rupiye tuttuk. (Yani kişi başı 2,5 dolar)
Gün batmadan Bengal körfezine bakan bu kumsalı görmek istiyorduk. Sahile vardığımızda gene içimiz huzurla doldu. Dalgaların sesi, kumsala çekilmiş balıkçı tekneleri, sahil boyunca uzanan restoran ve cafeleri ile şehirden kaçılabilecek güzel bir kasaba.
Etrafta birçok turist vardı. Kumlarda biraz yürüyüp içimizdeki negatif elektriği boşalttığımızı düşündüğümüz noktada yoketme tanrısı olan ama onsuz hiçbir başlangıç olamayacağına inanılan Shiva’ya adanmış Shore Tapınağı’nı gezmeye gittik. Ardından da kendimizi hazır hissedince gidip kontörsüz bir hat aldık. Mağazaya girerken dikkatimi çeken insanların içeri girmeden evvel ayakkabılarını çıkarıyor olmalarıydı. Ne büyük bir çelişki aslında, şehir pislik içinde ama mağazalara ayakkabı çıkararak giriyorsun. Tabi halkın %30’u sokakta çıplak ayakla gezerken mağazaya girmek için ne yaptığını da merak etmedim değil.


Huzur almaya gelen bir tek bizler değildik elbette...
Pallava medeniyeti zamanında krallığın ikinci başkenti ve büyük bir deniz limanı olan bu kasabanın diğer kazı alanlarını göremedik. Hava kararmıştı ve biz yine çok acıkmıştık.
Restoranlara girip menülerini kontrol ettikten sonra bir tanesinde karar kıldık. Izgara kalamar ve patates kızartması yanında buz gibi yerel birası Kingfisher.
Hala Hindistan’da olduğuma inanamıyordum, başlangıç acı olmuştu ama burayı gördükten sonra işlerin yoluna girebileceğine dair bir umut doğmuştu. Yemek sonrasında restoran sahibi ile sohbete başladık. Ertesi gece Hampi’ye doğru gideceğimizi söyleyince, noel gecesini trende geçireceğimize hayıflandı. Biz de ‘problem değil, zaten Hıristiyan değiliz’ dediğimizde ‘ben de değilim, Hinduyum ama yine de burada turistler için kutluyoruz’ diye cevap verdi. Üzerine de en çok turistin geldiği dönemin aslında Noel dönemi olduğunu ama bu seneki turist azlığından ve işlerin kesatlığından şikayet etti.
Restorandan çıkıp yan taraftaki isminden ötürü bizi cezbeden ve Hint müziği dışında bir müzik çaldığını düşündüğümüz Bob Marley cafeye gittik. Orada da birer bira içtikten sonra odaya döndük.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Hollywood’u duydunuz, muhtemelen Bollywood’u da.. Peki ya Collywood? CHENNAI - HİNDİSTAN

22 Aralık 2010
Sri Lanka’da geçirdiğimiz son geceden sonra sabah ezanıyla uyanıp yollara düştük. Ben erken yatmıştım, yeni bir ülke keşfine uykusuz başlamak istemiyordum, aksi takdirde fazlasıyla huysuz oluyorum. Ama İrem bayağı geç yatmış, bir sürü de iş halletmiş, en önemlisi de Hindistan’ın 28 eyaletinden biri olan Tamil Nadu'nın gideceğimiz başşehri Chennai’de bilgisayar bulabileceğimiz yerlerin bir listesini çıkarmış. Planımız, keşmekeş olarak duyduğumuz bu şehirde sadece bir gece geçirip alışverişlerimizi yapmış olarak en kısa zamanda batıya yol almak....
Tuktukla önce havaalanı otobüslerinin kalktığı yere gittik, hemen atladık bir otobüse ve bir saat sonrasında havaalanındaydık. Bir sürü kontrolden geçip check in işlemlerini de hallettikten sonra Duty Free’ye girdik ve cennete düştük; sigaralar o kadar ucuzdu ki... Hemen depoladık, muhtemelen yola çıktığımızdan bu yana ilk defa kendimi bu kadar mutlu hissettim.
Uçağa tam binerken yine kontrole girdik. Çantamın ön gözündeki çakmaklara takıldılar. Aylardır her yere taşıdığım, kalbimde özel bir yeri olan, gazı aylar evvel bitmiş penguenli çakmağıma el koyunca memur, isyan bayrağını çektim. Önce ne kadar yoğun bir duygusal bağımın olduğundan söz ettim, bir yandan da gazının olmadığını kanıtlamak için çakıp durdum. Ama inat edip alınca az evvel çantamda ararken görmedikleri diğer bir çakmağı da çıkararak masanın üzerine hokkalı bir küfür eşliğinde fırlattım. Gerçi bir an memura itaatsizlik ve saygısızlıktan allahın Sri Lankası’nda tutuklanır mıyım diye düşünmedim değil ama göz karardı bir kez.
Uçakta yerime oturduğumda hala söyleniyordum, ta ki hostes gelip yemek servisini yapıncaya kadar. 50 dolarlık uçak biletinin karşılığında böyle bir servis hiç beklemediğimden güzel bir sürpriz oldu ve yeniden gülümsemeye başlayabildim.


Yoldaki ablalar...
Aşağı yukarı bir buçuk saatlik yolculuk sonunda Chennai’ye vardık. Havadan bakılınca sadece derme çatma evler görülüyordu. Pek sevimsizdi açıkçası. Uzun bir pasaport kontrol kuyruğu sonunda sıra bize geldiğinde memur nerede kalacağımızı sordu. Genelde kontrollerde kasılırım, ama bu sefer rahat rahat henüz bilmediğimi söyledim. Şaşırdı tabi ki, “Birkaç otel ismi de mi bilmiyorsun?” diye sorunca artık, İrem’deki Hindistan rehberini elime aldım ve “Hadi şunu yazalım o zaman” diyerek rehberdeki otel listesinin en başındakini gösterdim. Artık resmi olarak Hindistan’daydım.
Şehir merkezine gitmeden evvel yol için biraz para bozdurmamız lazımdı. Döviz bürolarının birine girip birinden çıktık, 45 Rupi’nın 1 dolar olması gerekirken hepsi 40 diyorlardı. Meğer havaalanında kurlar hep düşük verilirmiş. Biz de minimum bozdurmamız gereken parayı sorup sadece 21 doları rupiye çevirerek tren istasyonuna doğru yürümeye başladık.
İlk dikkatimizi çeken herkesin Sri Lanka’lılara nazaran daha iyi İngilizce konuşmalarıydı. Sora sora treni bulduk ve bindik. Otellerin bulunduğu bölge olan Eggmore’da inip pasaport kontrolündeki memura da gösterdiğim o listenin başındaki otele gittik. Burada da ilgi odağıydık, yine tuktuk şoförleri önümüzü kesip duruyorlardı, ama burada ‘tuktuk madam’ yerine ‘otorikşa madam’ diyorlardı. 20-25 dakikalık bir yürüyüş sonrası otele vardık ve geceliği 300 rupiye odayı tuttuk. Hayatımda gördüğüm en pis yerdi. Odanın parasını ödemeden evvel odayı kontrol etmemiz gerekirdi elbet, ama sonuç pek değişmezdi, hem çok yorgunduk hem de diğer otellere gitmek için koca çantalarımızla en az yarım saat daha yürümemiz gerekirdi. Türkiye’den temiz çarşaf getirmiş olduğum için kendimle gurur duydum.
Biraz dinlendikten sonra merkez istasyona gidip bir sonraki durağımız olacak olan Hampi’ye tren bileti bakmak için çıktık. İşte o zaman Chennai denen bu şehir ile tanışmak zorunda kaldık. Merkeze yürüdükçe insanlar üstümüze üstümüze gelmeye başladı. Hindistan’ın bu en büyük 4. şehrinde yaşayan 6,5 milyon insanın hepsinin sokaklarda olduğuna karar verdik. Çılgınca giden tuktukları, kapılarından bir sürü insanın sarktığı otobüsleri, bisikletleri, motorsikletleri, mobiletleri, arabaları ve yolda giden inekleri ile tam bir cehennemdi. Tabi nerden geldiğini anlayamadığım ama şehre sinmiş bir sidik kokusu da çabası. Naif düşüncem ineklerin ve sokak köpeklerinin pisliği olduğuydu, ancak sonrasında öğrendiğim şok edici gerçek beni bu şehirden ve malesef Hindistan düşüncesinden soğuttu. İnsanlar sokakları şahsi tuvaletleri olarak kullanıyorlarmış. Günümüzde 1 milyardan fazla insanın yaşadığı bu ülkede 3700 şehir ve büyük kasabadan yalnızca 17’sinde atıklar nihai bertaraf işleminden önce lağım işlemlerinden geçirilmekteymiş. 22 gecekondu mahallesinde yapılan bir araştırmada, bu mahallelerden 9’unda hiçbir tuvalet tesisatı olmadığı, 10’unda ise 102.000 kişiye 19 tuvalet düştüğü ortaya çıkmış. Bir yanda IT, bilim, tıp, edebiyat ve film sektöründe dünya ile yarışan, bir yandan da fakirliğin en içler acısı halini göz yaşartıcı örneklerle gözler önüne sunan dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden Hindistan...
Tabi olayın bir de kadın boyutu var. Kadınlar için gündüz vakti hacet görmek imkansız. Ancak gece

Otobüs manzaraları...
çökünce gruplar halinde tuvaletlerini yaparak cinsel taciz ve tecavüzlerden korunmaya çalışıyorlarmış. Hatta çoğu kadın tuvalete gitmek zorunda kalmamak için gün boyu hiçbir şey yemeyip içmiyormuş. (Kaynak: Hindistan Günlüğü – Aylin Sayın)
Her köşebaşındaki küçük tapınakları ile gündelik hayatla kutsalın birbiri içine geçtiği mistik dünyası, içlerindeki ruhu yansıttığına ve kendilerini kötülüklerden koruduğuna inandıkları, alınlarının ortasına kına ile çizdikleri üçüncü gözleri, muhafazakar yapıları, Bollywood filmlerindeki o neşeli dansları, rengarenk giyim tarzlarıyla bildiğim bu spiritüel toprakların gördüğüm bu yüzü, seneler boyunca söylendiğim İstanbul’a haksızlık ettiğimi düşündürdü.
Yol boyunca şehrin bu çirkin suratı bize eşlik etti. İstasyona ulaştığımızda turist ofisine gittik ve bilet sorduk. Memur amca en erken biletin 2 gün sonraya olduğunu söyleyince bu şehirde bir gece daha kalma fikrinden ürktüğümüzden yakınlarda gidilebilecek bir kasaba olup olmadığını öğrendik. Ertesi sabah erkenden 2 saat uzaklıktaki Mamallapuram’a gitmeye karar verdik. Elimizdeki son kalan 400 rupiyi bilet parası olarak verip para bozdurmak için bir banka bulmak üzere oradan ayrıldık.
Banka mı? Hem de akşam üzeri? Tüm kamu dairelerinin öğlen 2’de kapandığını öğrenince geceyi geçirmemizi sağlayacak kadar parayı ATM’den çektik. Goa’da evinde kalacağımız Onur’un tavsiye ettiği bir alışveriş merkezine gitmek üzere otobüse bindik, tabi milyonlarca insana sorduktan sonra.
Açtık ve kendimizi hemen bir restorana atıp ilk biryanilerimizi söyledik. Doyduktan sonra da gezmeye başladık. Gözüme bir bilgisayar kestirdim en sonunda ve çetin bir pazarlık sonucunda fiyatını da oldukça indirdim. Ama yine de emin olamadığımızdan Mamallapuram sonrasında buraya döndüğümüzde tekrar bakmaya karar vererek oradan ayrıldık. Bir süre otobüs bekledik, gelmeyince de yoldan tuktuk çevirdik. Öncesinde otelin yerini göstererek şoförle 50 rupiye anlaştık, ancak vardığımızda adam ‘yol daha uzun sürdü, ben diğer tarafta sanıyordum, o yüzden 70 rupi vermelisiniz’ gibi bir laf söyleyince bendeki şalterler attı. Tam olarak ne sıraladım hatırlamıyorum ama cümleyi ‘polise gidelim’ diyerek tamamlayınca 50 rupiyi aldı ve toz oldu.


Chennai - Ana cadde
Ölü gibi uyumuşum. Sabah 9’da odadan ayrılmamız gerektiğinden 8 gibi kalktık ve koca çantalarımızla yola çıktık. Önce istasyona gidip büyük çantaları emanete bırakıp küçük bir çantalar ile yolculuk yapacaktık. Yürümek istemediğimizden durakta otobüs beklemeye başladık. Gelen otobüslerin çok kalabalık olması ya da durakta durmamaları üzerine ben yürümeye karar verdim. İrem ise beklemeye... Yol boyunca yine sokakta yatan dilenciler, sağa sola işeyen amcalarla birlikte caddenin ortasında ellerinde çırpı süpürgelerle caddeyi süpüren, alt geçitlerde duvarları bezlerle silen teyzeler vardı: “Dokunulmazlar”. Kast sisteminin en altındakiler. Her türlü pis işten bu kastdışılar sorumluydular.
Okuduğum bir kitaba göre M.Ö. 1500 yılları civarında Doğu Avrupa’dan gelen Aryanlar Hindistan’ı ele geçirirler. Yerel halkın ve Aryanların birbirleriyle karışması üzerine tüm gelenekler ve inançlar birbirlerine eklenerek bugünkü çok tanrılı bir din olan Hinduizm doğar. Bu dinde en önemli ilke ‘Dharma’, yani insanların sosyal ve dini konumlarının gereği olan davranış biçimlerinden, dini uygulama tarzlarına kadar uzanan prensipler bütünü. Ölümden sonra cehennem veya lanetlenme söz konusu değil. Tekrar dirilişe inanılır, ta ki tanrı tarafından fark edilinceye kadar. İyi davranışları kişinin gelecekteki hayatını, gelecek hayatlarını ve bütün kişilik özelliklerini, yani kaderini belirler. Başa gelen kötülüklerden Tanrı sorumlu tutulmaz, sadece karmanın getirdiğidir. Daha derin ve içten dua edilirse Tanrı, kişinin karmasına iyi etki edebilir. Kast sistemi de bu inançla ortaya çıkmış. Gerçi bugün birçok eğitimli Hintli bu sistemin ortaya çıkmasının en önemli nedeninin sadece meslek gruplarını birbirinden ayırmak amacıyla kurulduğunu ama sonrasında sistemin yozlaştırıldığını söylese de halen gündemde. Hatta karması çok kötü olan, yani geçmiş hayatında çok fazla günah işlemiş olduğundan dolayı dünyada kast dışı olarak doğduğuna inanılan ve toplumun %20’sini oluşturan dokunulmazlar(parya) söz konusu olduğunda kast sistemini umursamayan eğitimliler bile hoşgörülerini kaybediyorlar. Dokunulmazların bir kısmı Hıristiyanlık geldiğinde bu zorbalıktan kaçmak amacıyla din değiştirmiş. Ancak yine de burada da ayrımcılık yapılmış, ayrı kiliselere konulmuş, ayrı ayinlere katılmışlar. Bağımsızlık sonrasında da dokunulmazlara yapılan yardımlardan da faydalanamamışlar.
Devletin bu soruna çözümü ise pozitif ayrımcılık adı altında alt kastları eğitim için desteklemek. Mesela üniversite girişlerinde alt kasta öncelik tanınıyor, yani bir anlamda bu insanlara kota tanınıyor. Ama tabi yine de üst kastların özellikle dokunulmazlara gösterilen bu tutumu sindirememesi söz konusu. Gerçi dokunulmazlar da hak mücadelesi adına bir takım örgütlenme çabasına da girişmişler. Hatta ‘Baskılanmış’ anlamına gelen Dalit Partisi’nden bir kadın 2007 senesinde Uttar Pradesh eyaleti seçimlerini kazanmış.
Yine de dokunulmazlar, dokunulmaz olarak günlük hayatta onlara verilen görevleri yapmak zorunda kalıyorlar, cadde süpürmek, duvarlardan sidik temizlemek gibi...
Yarım saat sonra bu düşünce balonu ile girdiğim istasyonun emanet bölümünde İrem ile buluşarak çantaları teslim edip banka bulmak üzere dışarı çıktık.
Her bankada para bozdurulamıyormuş meğerse... Bankanın ana merkezine gitmemiz gerekiyormuş. Biz de “peki” deyip başladık yürümeye. Gecekondu mahallesinden geçip dünyanın Londra’dakinden sonra 2. Büyük Mahkemesi olduğu söylenen, yuvarlak ve kırmızı kubbeleri ile Hint masallarını anımsatan Yüksek Mahkeme binasına geldiğimizde yapının ihtişamı ve az evvelki manzara arasındaki fark beni dehşete düşürdü. Vardığımızda yanımızda akan trafikten, gürültüden, yolda yürürken bile cep telefonlarından avaz avaz çalan Hint müziğinden ve açlıktan artık iyice sersemlemiştik. Banka yerine Thomas Cook’un döviz bürosuna girdik, elektrik yoktu ve beklememiz gerekiyordu. Ama pek de mühim değildi, en azından sokak gürültüsünden uzakta, kapalı bir mekanda idik.
Yanımızda oturan 40 yaşlarında İsveçli bir kadınla konuşmaya başladım. O da bizim gibi bir gün evvel gelmiş ve o gün de Mamallapuram’a geçecekmiş. İstifayı verip yola düşenlerdendi. Ama bizden farklı olarak onun rotasında sadece Hindistan vardı. Elektrikler gelip işlemlerimizi tamamladıktan sonra kahvaltı edecek bir yer bulduk, İrem samosasları keşfetti, bense meyvaya talim. Gelir gelmez yapmamız gereken ama üzerimize üzerimize gelen şehir yüzünden unuttuğumuz cep telefon hattı alma işini yapmak üzere bir mağazaya girdik. Alacağımız alt tarafı kontörlü bir hattı, ama yok pasaportun bilmem kaç sayfasının kopyası, yok fotoğraf derken ve fotoğraf yoksa çekme ve basma ücreti olarak bilmem kaç rupi istenince yine ben cinnet geçirdim. Lanet olsun sizin bürokrasinize deyip çıktım. Bu işlemi gerçekleştirmek için önce biraz huzur bulmam gerekiyordu. Bir Bollywood filmi belki iyi gelebilirdi, ama hayır, burası Chennai, burada Bollywood’a rakip Collywood vardı.
Belki huzur Mamallapuram’dadır diye umut ettim...

21 Aralık 2010 Salı

Sri Lanka'daki son günümüzün serefine...COLOMBO - SRİ LANKA

Balkondan bir bakış...
21 Aralık 2010
Aksam erken yatinca erkenden de uyandim. Bugün Sri Lanka'da son günümüz (Sükürler olsun).
Kolombo'ya geleli 6 gün oldu ve bu 6 gün boyunca sadece 1 kez bina disina ciktim, o da caddenin karsina gecip bankada para bozdurmak icin. Diger gunlerde alisveris icin bile cikmama gerek kalmadi, asansörle B2'ye inmem yeterliydi, kocaman bir süpermarket beni bekliyordu, havuz icin ise 3.kat.
Gecen cuma gidecektik Hindistan'a ama ucagi ertelemek zorunda kaldik, elimizde olmayan nedenlerden ötürü. Yine elimizde olmayan bu nedenlerden ötürü Kolombo'da
Mango ile tanıştık..
disariya da cikamadik. Türkiye'den getirdigim sigaralar birkac gün evvel bitip buradan 4 dolar karsiliginda sigara almam ve icimde büyüyen özlemin yalnizlik hissine dönüsmesi ile birlikte yola cikis kararimi sorgulamaya baslamam üzerine, bir de dün gece internetten film izlemeye kalkip her saniyesinde film takilinca ufak capta bir sinir krizi gecirip kendimi markete attim, bir sürü cikolata ve tatli alip yiyince kendime geldim. Evet, elmaslar bir kizin en yakin arkadasidir derler, külleyen yalan. Erkek arkadaslarimdan 'bana cikolata aldi' diye gözümde degere binen cok oldu. Bkz. Isvicre anilari. (Allahtan dogru cicegi alan olmadi, yoksa muhtemelen evlenmis barklanmis biri olarak kicimi kirip evde oturuyordum su anda)

ve haritalardaki Sri Lanka...
Cok uyudum ve cok rüya gördüm. Halen kendimi buralarda göremiyorum ama. Istanbul'da isimde gücümde arkadaslarimlayim, ya buradan dönmüs ya da Istanbul'a tatile
gelmis oluyorum buralara geri dönmek üzere. Buralari da görmeye baslayacagim tabi, daha oralari birakali 15 gün oldu, alismak lazim önce bir.

Irem ile güya 3 gündür Sri Lanka ile ilgili aklimizda kalacaklar hakkinda bir video hazirlayacagiz, ama sanirim kendimizi bir türlü o moda sokamiyoruz ki devamli erteliyoruz. Benim muhtemelen aklimda sadece 'Tuktuk madam' diyen ve yolumu sirat köprüsüne ceviren tuktuk soförleri, agaclarda bir daldan bir dala ucan maymunlari görüp sasirmam misali bizi gördügüklerinde gözlerini dört acan, suratlarinda bir siritisla 'merhaba' diyen yerlileri, birseyi yada bir yeri sordugumuzda bilmiyorum diyemeyen ve bu yüzden bizi hep yanlis yönlendiren insanlari, etraftaki askerleri, her seferinde agzim acik seyredaldigim muhtesem dogasi, verimli topraklari, cilgin otobüs yolculuklari, en cok da her gördügümüzde kendimizi tutamayip güldügümüz 'hari hari' (tamam anlaminda bir sözcük) diyip boyun oynatma hareketi ile cümlelerini bitirmeleri (head woggle; hani bu arabalarin önüne konan kücük oyuncak köpekler vardir, arabanin her hareketinde kafalarini garip garip sallarlar, ilk gördügümde bu hareket de bana bunu cagristirmisti) kalacak.

köri
Tekrar gelir miyim bilmiyorum, sanmam. Belki kirsal kesimlerindeki kücük köylere, insanlarinin daha naif ve beklentisiz olduklari. Bir ihtimalle de sevgilimle gelebilirim; sahil seridindeki otel odalari oldukca romantik (belki de cibinlik etkisi).
Kisaca aradigim ve bulmayi hayal ettigim cennet burasi degil. Zaten ilk durakta o cenneti bulabilmek büyük bir sans olurdu ve en kötüsü de yoluma devam etmekten beni alikoyardi. Daha kesfedecegim bir sürü yer var; Hindistan, Nepal, Tayland, Laos, Vietnam, Kambocya, Burma, Malezya, Singapur, Endonezya, Japonya... Tabi birilerinin beni gelip buralardan toparlamadigi sürece, paramin ve her türlü duygusal sabrimin bana izin verdigi kadar...
Hadi artik yola cikalim, yine...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Eve dönmek istiyorum... NEGOMBO - SRI LANKA

15 Aralık 2010
Kandy'de gözlerimizi acmamiz gereken saat 7 iken biraz tembellik yapalim diyerek gözleri kapattik. Cok degil, sadece yarim saat kadar. Ama o kadar cok rüya gördüm ki o arada. Daha 10 gün bile olmamisti buraya geleli, ancak icim biranda büyük bir özlemle doldu gördügüm rüyalarin da etkisi ile. Neyseki aksama Colombo'daki konforlu, internetli, yüzde yüz tatmin garantili kahve bulacagimiz evimize kavusacaktik. Daha sabahin o saatinde eve varir varmaz ne yapacagimizin listesini cikariyorduk: banyoda saatlerce kalarak arinma, Istanbul'dakilerle muhabbet ve de en önemlisi günlerdir hasret kaldigimiz sicak bir sebze yemegi...
Yol üzerindeki bir pastaneden kahvaltilik birkac birsey alarak otobüse bindik. 167 kilometrelik yolcugu 11 saatlik bir tren yolculugu ile tamamladiktan sonra Irem beni Sri Lanka'da bir daha asla trene bindiremezdi, ziplaya ziplaya, kafam tavana carpa carpa, hatta ve hatta calan müziklere raksimla eslik ede ede otobüsle gitmeyi tercih ederdim.
3 saat sonra Negombo'ya vardik. Buraya ugramamizin tek amaci kumsala inip biraz okyanus havasi almak ve güneslenmek oldugu icin hemen sahilin ne tarafta oldugunu sorduk.
Daha önceden gidilmemis bir yeri talihin de yardimi ile dogru noktadan kesfetmeye baslamak gerekir, ileride bir ask iliskisine dönebilmesi icin. Talih bu sefer bizden yana degildi ve insanlarin yanlis yönlendirmeleri sonucunda baslangic noktamiz igrenc kokulu balik pazari oldu.
Insanlarin güneslendikleri ve tahminimizce zevk aldiklari plaja dogru kumsaldan yürümeye basladik. Günes bir noktada kavurmaya basladiginda kumlara batip cikan botlarim ve sirtimdaki yükümle yürüyüs iskenceye döndü. Her adimimizla da bize laf atan yereller de cabasi. Kumsaldan kurtulup arka yoldan yürüyelim dedik ki bu sefer de bize yol olmadigi söylendi.
Yanlarindan gectigimiz herkesin bize diyecek bir lafi vardi, hatta kucaklarinda torunlariyla birlikte oturan yasli teyzeler dahi birseyler anlatmaya calisiyorlardi. Israrla. Bizi de yanlarinda oturtmak istediler. Israrla. Hem 45 dakikadir günes altinda yürüyor olmamizin verdigi bikkinlik hem de yerellerle ilgili tecrübelerimizin bizde yarattigi tedirginlik sonucunda sadece gülümseyip yolumuza devam ettik.
Kumsal boyunca yanyana insa edilmis derme catma barakalar vardi, tabiri caizse okyanusa sifir, her barakanin önünde de ya sandallar, ya balik aglari, ya da kurutulmak icin musambalarin üzerine serilmis binlerce balik bulunuyordu. Isin ilginc yani ise cevrede bulunan kedilerin, köpeklerin, kuslarin (özellikle de cok sayida bulunan arkadas canlisi, insan korkusu olmayip yakinina gelen kargalarin) bu baliklara dokunmamasi. O kadar kötü kokuyorlardi ki belki de o yüzden onlar bile yanasamiyordu, kim bilir!
Bu balikci köyünü ardimizda birakip otellerin bulundugu kisma geldigimizde 1 saattir yürüdügümüzü
Balık pazarı.. evet, kuru balıklar...
gördüm. Kendimi bir mango agacinin gölgesine attim ve nefes almaya calistim. Üzerimdekileri cikarmaya bile mecalim kalmamisti. En sonunda dogruldugumda ilk saticinin bize yaklastigini gördüm, defetme isini Irem'e biraktim, en son taktigi "bizim hic paramiz yok" cümlesi. Ama buradaki saticilar cetin ceviz ciktilar. Bir türlü gitmiyorlardi. Ben dislerimi sikiyordum, Irem de laf anlatmaya calisiyordu. El yapimi maket gemiler satan bir satici Turk oldugumuzu ögrenince Istanbul'la lafa girdi, kendisinin ekonomi ögrencisi oldugunu söyledi. Ne kadar dogrudur bilemem tabi, zira biz de ögrenci oldugumuzu, bu yüzden paramiz olmadigini söylüyorduk, bir de insanlarin muhafazakar kismina seslenip asilmalari önlemek amaciyla nisanli oldugumuzu ve Istanbul'a döner dönmez evlenecegimizi... Her neyse, lafi Enver Pasa'ya getirdi. Irem ile birbirimize bakakaldik, Atatürk dese anlarim, Erdogan dese anlarim, Tarkan dese yine anlarim, ama Enver Pasa bizi bir süreligine paralize etti. Satis taktigi de olabilir elbet, akabinde yine basladi sunu alin, bunu alin, hersey cok ucuz, hava bedava su degil diye...
Sinirlerimizin kaldirdigi kadar tahammül edip ve yeteri kadar dinlenmis oldugumuza kanaat getirdigimiz anda orayi terk ettik.
Geri dönüs yolu 40 dakika sürdü ana caddeden gidince.
Otobüse bindik, hem de devletinki. Sessizlik icerisinde seyahatimize basladik. Bir ara kendimi o kadar pis hissediyordum ki Istanbul'da biraktigim parfümümü düsündükce hüzünlenmeye basladim.

Negombo sahili
Yine saticilar, dilenciler otobüste is basindaydilar. Bu sefer en önde oturdugumuz icin soför ikaz mekanizmasi dikkatimizi cekti. Sofor koltugunun yakininda tavana asili bir zil vardi, zile bagli bir kordon da otobüsün arka kismina kadar uzuyordu. Insanlar inmek istediginde bu kordona abanip zili caldiriyor ve soförde durakta duruyordu. Ilginc geldi tabi bize.
Negombo - Colombo arasi 30 kilometre, normal bir hesaplama yaptigimizda saatte 60 km giden bir aracin yarim saatte ulasmasi gerekir. Hadi bilemedim 45 dakika olsun. Tam 1,5 saat sürdü, oysa otobüs 60'la gidiyor gibiydi. Bunun üzerine bayagi bir düsündük ve mantikli bir cevap veremedik. Evrenin sirlari kitabina bir konu basligi daha...
Colombo'da müthis bir trafik bize merhaba dedi tüm sevecenligi ile. Durakta inip ya eve yürüyecektik ya sehirici otobuse ya da tuktuka binecektik. Gün icinde cok yürüdügümüz icin tekrar yürümek istemiyorduk, ama bir yandan da tuktuka 200 rupi vermek de zor geliyordu. 5-6 rupi verip otobüse binelim dedik. Kalacagimiz yerden gecen otobüsün hangisi oldugunu bulmamiz yarim saat sürdü, o otobüs de bir türlü duraga gelmeyince tabanlara kuvvet deyip yürümeye basladik. Artik Irem tek kelime edemiyordu, surati bembeyaz olmustu yorgunluktan. Eve vardigimizda ac bilac, susuz ve ölü gibiydik. Ama en sonunda evde idik...
Artik cay ülkesi olarak bilinen, hindistan cevizinden yag dahil yapilacak her türlü maddeyi yapan, pirincin bol oldugu bu baharat cennetini ardimizda birakip Hindistan icin hazirlanma vakti gelmisti.
Yola cikali tam 10 gün oldu. Harcadigimiz para ise sadece 80 USD.
Seviyorum buralarinin ucuzlugunu.

14 Aralık 2010 Salı

Sosyallesmek kimi zaman güzeldir... KANDY - SRI LANKA

14 Aralık 2010


Tren istasyonunda güne başlamak...
Kandy istasyonunda uyandigimizda hava aydinlanmak uzereydi. Gece boyunca insanlar girip cikti uyudugumuz salona. Erkek ve kadin salonlari ayri oldugundan rahattik, disaridan da bakildiginda orada uyudugumuz görülmüyordu. Birkac kez istasyon görevlilerinin gelip bizi kontrol ettiklerini fark ettim, hosuma gitmedi degil tabi ki bu ilgi ve kendilerini sorumlu hissetmeleri.
Uyudugumuz banktan dogrulduk, üzerimizde hala tulum vardi ve sabah muhabbetimize basladik; biliyor musun rüyamda ne gördüm, sinekler gene tüm gece beni pek sevdi vb.
Kahveye gercekten ihtiyacim vardi. Ama dogru düzgün kahve bulmak pek mümkün degil buralarda. Makine kahvesi veriyorlar, onda da mutlaka seker oluyor. O yüzden söylene söylene soguk su ictim.
Sabah 6 olsa da hayat coktan baslamisti. Istasyonda bir sürü insan ise gitmek üzere kosturup duruyordu. Yapmamiz gereken ilk seyin bir pansiyon bulmak oldugunu varsayarak yola düstük. Birkac kisiye sorduktan sonra en sonunda bir yerin adini aldik. Oraya sehirici otobüsü ile gittik ve kapiyi caldik. Acaba bu saatte acik midir degil midir diye süphelerim vardi ama kapinin acilmasi ile rahatladim. Sri Lanka'da her ne kadar hic gece hayati olmasa da gün oldukca erken basliyor.
Kapiyi uzakdogulu bir kesis acti. Zaten mekan da manastira benziyordu. Kalmak ve burayi deneyimlemek istedik ama kesis dolu oldugunu söyledi. Yardimci olmak icin iceriden Lonely Planet kitabini getirip bize birkac otel buldu. Biz de sansimizi diger otellerle denemek icin yeniden yola düstük.

ve Guava keşfedildi...
Gittigimiz ikinci otel gölün kenarindaki ünlü Temple of the tooth denilen ve icinde Buda'nin disi oldugu iddia edilen tapinagin hemen arkasindaydi. Resepsiyondaki görevli otelin su anda dolu oldugunu ama check out zamaninin daha gelmedigini, gidenlerin olabilecegini söyledi. Cantalarimizi oraya birakiabilecegimizi söyleyince telefon numarasini da alip cevreyi gezmek ve kahvalti etmek icin ayrildik. Hemen gölün oraya indik. Gene gayet huzur verici idi. Etrafta fazla kus olmamasina ragmen gölün kenarindaki agaclarin alti kus pisligi kokuyordu buram buram. Birer sigara ictikten sonra yiyecek birseyler bulmak icin merkeze dogru yürümeye basladik. Öncesinde Irem'in para bozdurmasi icin bir bankaya girdik. Bozduracagimiz para alt tarafi 10 dolardi, ama nerdeyse bizden özgecmisimizi isteyeceklerdi, referanslariyla birlikte. Pasaport numarasini verdikten sonra bizden 
Göl ve Tapınak
kaldigimiz yerin adresi istenince gayet ciddi bir sekilde "Tren istasyonu" dedim. Henüz otele giris yapmamistik ve nereye gidecegimiz de mechuldu. Dolayisiyla dun gece yattigimiz yeri söylemek makul geldi o anda. Banka memurunun ve yanimizda para bozduran baska bir yabanci turistin saskin bakislari arasinda en sonunda rupimize kavustuk. Iyi sans dilekleri ile oradan ayrildik ve kahve icmek üzere bir kafeye yönlendik. Zor bir gecenin ardindan icilen kahvenin özel olmasi gerekiyor, öyle 3'ü birarada, makina kahveleri kurtarmaz. O yüzden bayagi bir dolandiktan sonra kahve yapabilecek kapasitede olabileceklerini düsündügümüz lüks bir otelin pastane kismina oturduk. Kahvemizin nasil olacagini detaylandirarak ismarladik: kesinlikle makina kahvesi olmayacak, seker konulmayacak ve süt de soya degil inek sütü olup soguk getirilecek. Süt sicak gelince zor gecenin ardindaki kaprisli müsteri olarak sogugunu istedim. Geldi, ama soya sütü. Konusmaya ve derdimi yeniden anlatmaya üsendim ve kahveme koydum. Kahve yapmayi bilmediklerini fark ettim, bir ölcü konulmasi gereken kahve yarim ölcü konulmustu, annemin deyimiyle "ziril kahve" olmustu. Bir yudum aldim ve biraktim. Tartismak icin cok yorgundum.
Ana caddeye ciktigimizda sagli sollu bir sürü pastanenin oldugunu gördük. Buranin pastane cenneti olduguna karar verip bir tanesine daldik, sebzeli samosa ve rottilerimizle birlikte marketten de daha denemedigimiz guava meyvasini alip göl kenarina geri döndük. Samosa ve rottiler gercekten lezzetliydi ama guava icin ayni seyi söyleyemeyecegim, tatsiz tuzsuz hafif agizda ayvamsi bir his yaaratan bir meyvaydi. Belki de yemeden evvel bir süre bekletmek gerekiyordu, bilemiyorum.
Sehre geri geldigimizi tuktuk soförlerinin tacizleri ile iyice idrak ettik. Oda bosalip bosalmadigini kontrol etmek icin otele geri döndük. Tam o sirada bir kiz cikiyordu ve biz de sayesinde odamiza kavustuk.
Cantalari odaya attiktan sonra hemen yanimizdaki tapinaga gittik.
Oldukca büyük bir girisi vardi ve sabahin 11'i olmasina ragmen oldukca kalabalikti. Giriste de güvenlik aramasindan gectik. Iceri girdigimizde pagodalar, devasa Bo agaci, sunaklar bizi karsiladi. Bir de 2 adamin caldigi mistik bir ilahi vardi havada yayilan. Kutsal fillerinin oldugu yerde biraz zaman gecirdikten sonra tapinakta gezinmeye devam ettik. Kapali alanlarin bir tanesinde kapali bir kapi ardinda yüksek sesle dua okuyan bir rahibi duyduk. Ön kisimda ise elinde bebekle oturan bir anne ve ailesi bulunuyordu. Kisa bir gecmise kadar, adam ve kadin evlenip üzerinden 9 ay gectiginde cocuk olmazsa ebeveynler hakkinda hep spekülasyonlar cikarilirmis. Ama simdi ciftler aile planlamasi yapabiliyorlarmis. 20 milyon nüfus bu kücük ada icin oldukca fazla zaten.
Cocuk dogdugunda mutlaka hediyeler veriliyormus, kiz bebek dünyaya gelirse ona ileride takabilmesi icin annesi tarafindan saklanan mücevher getiriliyormus. Zaten adada mücevher cok önemli, hem degerli ve yari degerli taslarin ihracati icin hem de kadinlar icin. Buraya geldigimden bu yana nerdeyse her kadinin kolunda ya da boynunda bir altin taki gördüm.
Dediklerine göre bir de cocugun dogumunda astroloji büyük önem tasidigi icin mutlaka dogum saati not alinip daha sonrasinda astrologa danisiliyor ve cocugun hayatinda olacak büyük olaylar ögreniliyormus. Astrologun belirledigi zamana göre de ritüelle bebege ilk kati yemegi veriliyormus. (acisiz körili pilav)
Ayrica bu seremonide cocugun önüne 3 obje koyuyorlarmis; yemek, kitap ve altin. Cocuk hangisine yönelirse geleceginin öyle olacagina inaniliyormus. Eger yemege uzanirsa ileride obur ve ac gözlü biri olacagi, kitaba giderse tahsilli biri olacagi, altina giderse de zengin olacagi varsayiliyormus. Cocuk yanlis bir yere yönlenmis olmasi halinde ise annenin genleri sorumlu tutuluyormus. Ilk egitim de Budist rahipler tarafindan veriliyormus.
Buddha'ya sunulanlar..
Simdi de rahip yeni dogan bebegi kutsuyordu. Kutsama töreni sonrasinda, baska bir grup daha geldi, ellerinde Buda'ya sunmak üzere cicekler, tütsüler, meyva sepetleri ile.
Sinhalalilarda gecmisi monarsi dönemine uzanan, ticarete, zanaata veya meslege göre tasfiye edilmis kast sisteminin bugün daha gevsek de olsa halen devam ettigini ögrendik. Govima kasti hiyerarsinin en üst basamaginda yer alirken bunlarin altinda toprak sahipleri ve ciftciler bulunuyormus. En düsükleri de cingene olarak nitelendirilen Rodiyalar. Kast sistemi her ne kadar resmiyette gözükmüyor olsa da Sinhalalilar bariz olarak kendilerini iki gruba ayiriyorlarmis; Kandyden gelenler ve asagi ülkeden olanlar. Kandyliler kralligin köklerini tasidiklarinin varsayimiyla kendilerini aristokrat olarak tanimlarken diger grubu Kandy disindakiler olusturuyormus. Bu grup farkliliklarini disaridan gözlemlemek zor bizim icin, ama farkliliklar anlasilirmis; mesela kadinlarin sarilerini baglayis sekilleri... Artik is hayatinda pek fazla bu kast sisteminden söz edilmese de evliliklerde hala önemini korudugunu duydum. Evlenecek olan adaylarin mutlaka kastina, dinine ve aile gecmislerine bakiliyormus. Hatta gazetelerin seri ilan köselerinde evlenmek isteyenler mutlaka meslek ve kastlarini belirterek ilan veriyorlarmis.
Tamil halkinda ise kast sisteminin geleneksel yapisinin hala korundugu söyleniyor. Ama bir Tamille karsilasmadigim icin bunun boyutlarini ögrenemedim.
Evlenme seremonileri ise üc asamada gerceklesiyormus: nisanlilik dönemi, cilgin müzikleri ve danslariyla evlilik töreni, en nihayetinde de yeni ciftin evlerinde ziyaret.Tabi burada da her kültürde oldugu gibi yeni evlilere cesitli hediyeler veriliyormus.
Ölümlerde ise Budistler ve Hindular ölülerini kadinlarin ve erkeklerin beyaz ve gri tonlarinda kiyafet giydikleri bir seremoni esliginde yakiyorlarmis.Gerci henüz böyle bir törende bulunmadim ama muhtemelen Hindistan'da rast gelirim.
Tapinaktan en son olarak Buda'ya biz de saygimizi sunup ayrildik. Ben yorgunluga dayanamayip bir iki saat kestirmek icin odaya döndüm.
Birkac saat sonrasinda tazelenmis olarak uyandigimda Irem ile birlikte yemek zamaninin geldigini dusunerek "ne yesek acaba" asamasinda tikanarak bir süre etrafta dolandik. En sonunda ise otele dönüp pilav yemege karar verdik. Sri Lankalilar elleriyle yiyorlar, ancak bunun da bir yolu yordami varmis, avuc icine ya da parmaklara degdirmeden sadece parmak uclarini kullanmak gerekiyormus. Aksi takdirde bunu kabalik olarak degerlendiriyorlarmis. Biz sansimizi zorlamak istemeyerek ve kaba olarak adlandirilmaktan cekinerek kasigimizla yiyip günün ikinci kahvesinin icilebilirligini denemek üzere otelin birinci katinda bulunan, tapinak ve göl manzarali balkona gectik. Gün batimini seyretmek üzere manzaraya karsi oturduk ki kahve koca bir demlikte yanimiza geldi.

Gün batımı, tapınaktaki ayin sesler ve binlerce kuş...
Hava kararmak üzereyken binbir tane kus dört bir yandan gelerek göl kenarindaki agaclara kondu ve hep birlikte yurttan sesler korosunu olusturdular. Göl kenarindaki kokunun gizemini böylece cözdükten hemen sonra bu sefer de tapinaktan mükemmel bir ilahi yükselmeye basladi. Tam günes batarken ufkun kizila boyandigi ve siluete dönen agaclarin ardindan görünen göle gökyüzünün renkleri yansidigi sirada, kus sesleri ve ilahi de ahengi tutturup animi bir ritüele cevirdi; nerde oldugumu fark ettim, sükrettim, kendimle gurur duydum ve zamani o anda durdurdum. Ta ki yanimiza sohbet etmek icin 60 yaslarinda Kanadali bir bayan gelinceye kadar.
Abla 3 gün evvel Hindistan'dan gecmis buraya, ancak birkac hafta kalip ardindan yine Hindistan'a dönecekmis. 60 yasinda olmasina ragmen "yasli ve yorgunum" kalibini kirarak buralara kadar gelmis ve geziyor. Tek basina. Ilk seferi de degil üstelik. Nerdeyse tüm dünyayi gezip bitirip Asya'da da ücüncü ya da dördüncü turunu atiyor. O kadar özendim ki... Irem ile "biz de büyüyünce böyle olalim" bakisini attik birbirimize ve kadinin seyahat hikayelerini büyük bir haz alarak dinlemeye basladik. Hindistan'la ilgili dikkat etmemiz gerekenleri, Laos ve Malezya'da mutlaka görmemiz gereken yerleri, buradaki insanlarin turist avciligi hakkindaki sitemini ve bize yolculuk icin gereken tüm tembihleri de dile getirdikten sonra yanimizdan ayrildi.
Günlerdir düzgün bir muhabbet yapmamistik ve gercekten de iletisim kurmak kendimi iyi hissettirdi. Keyifle süpermarkete gidip su ve icecek alip geri döndük. Döndügümüzde yanimiza 2 Fransiz cocuk geldi, surf yapmak icin Sri Lanka'nin plajlarini gezmisler, ama pek istedikleri dalgayi yakalayamamislar. Dayanamayip sordum, Tissa'daki pansiyona gidip gitmediklerini. Tabi ki gitmemisler. Birkac saat muhabbet ettikten sonra odaya gidip yattim. Ertesi gün önce biraz guneslenmek ve okyanustan nasiplenmek icin Negombo'ya ugrayacaktik, ardindan da eve yani Colombo'ya gececektik.

/

13 Aralık 2010 Pazartesi

163 kmlik yol trenle 11 saatte nasil gidilir? ELLA'DAN KANDY'E TREN YOLCULUGU - SRI LANKA

13 Aralık 2010
En sonunda basardik sabahin 7'sinde kalkip yola düsmeyi...
Ella'ya direkt bir otobüs olmadigindan baska bir kasabadan aktarma yapacaktik. Otobüse bindigimizde bir gariplik sezinledik, zira müzik calmiyordu ve yanip sönen isiklar da yoktu. Sonrasinda ögrendik ki iki cesit otobus bulunuyormus, bir tanesi ozel, digeri de devletin. Bu mütevazi otobüs de devletindi. Isin ilginc yani ise ayni güzergahlarda hem özeller hem de devlet calistigi halde farkli fiyat tarifeleri uygulamalari. Tabi özeller daha pahali. Malum isik düzenegi ve ses sistemi belli bir yatirimi gerektiriyor. Bundan sonra karsimiza sadece devlet otobüslerinin cikmasini diledik.
Ella
Ella yolu boyunca hem etrafi seyrettik hem de cevremizdeki ilgiyle bizi izleyen cocuklarla oynadik. Biraz da uyukladik. Otobüs bir ara bizim Harem gibi bir terminalde durdu. Curcuna. Saticilar, otobüsler, kosturan insanlar, kosturan insanlarin yaninda kosturan cocuklar... Irem gidip bir kilo muz aldi yine. Alerji olacagim korkusu ile biraz mirin kirin ettim, ama sonrasinda bu muzlarin hayat kurtaracagini cidden bilmiyordum.
Yine müthis bir doga manzarasi esliginde gidiyorduk. Kiyi seridi ne kadar düzlükse ic kesimler de o kadar daglikti. Selalerin aktigi, maymunlarin yol kenarinda bekledigi bir tirmanis sonunda Ella'ya vardik.
Otobüsten iner inmez yine bir pansiyon sahibi bizi karsiladi. Elinde kartviziti ile. Ama otobüste 
Bildiğimiz çay, Seylan çayı
Ella'da kalmamaya karar vermistik zaten. Cantalarimizi tren istasyonuna birakip biraz etrafta dolanacaktik. Sonrasinda da trenle ya Kandy'e ya da Kandy yolu üzerinde ve oraya 10 dakikalik bir mesafede olan Perdeniya'ya devam edecektik. Adama kalmayacagimizi söyleyerek tren istasyonuna dogru yürüyüse gectik.
Turistlerin ugrak yeriydi. Botanik bahcesi ile ünlü. colombo'dan ayrildigimizdan bu yana hic kahve icmemistim ve artik bu hasrete dayanamiyordum, o yuzden bir cafeye oturduk, en sonunda 200 rupi verip büyük bir husu icerisinde kahvemi yudumlayabildim.
Tren istasyonuna vardigimizda önce saatleri kontrol ettik. Günde 3 sefer vardi. sabah, öglen ve aksam. Memurla konusup kacar saat sürdügünü ögrenince en makulunun saat 1 deki treni yakalamak olduguna karar verdik. Anlamadigimiz bir sekilde 163 km uzakliktaki krallik döneminin baskentlerinden biri olan Kandy'e 8 saatte gidiliyordu, yani böylelikle aksam 9 gibi orada olabilecektik. Nispeten büyük bir sehir oldugundan vardigimiz saatte kalacak bir yer bulabilecegimizi düsünüyorduk.
Gece treni ekspres olmasina ragmen gece 2'de sehre vardigi icin bize uymuyordu.
En sonunda trene bindigimizde yerlerimize oturduk ve seyahatin keyfini sürmeye basladik. Hava kararinca cevreyi seyretme sansimiz kalmayacakti...
Her durdugumuz istasyonda gereginden fazla kaldigimizi hissettigimizde biraz canimiz sikilmaya basladi. Hatta bazilarinda yarim saati buluyordu. Ama kesin bir mola süresi vermek imkansizdi. Anladigimiz kadariyla baska bir trenin gecmesini bekliyor, ardindan hareket ediyordu. Yanindan gectigimiz cay tarlalari, kasabalar karanlikla birlikte kaybolmaya basladi. Yanimizda bir harita olmadigindan dolayi nerde oldugumuzu, kac istasyon kaldigini da bilemiyorduk.
Baktik ki bu duraksamalarla bizim Kandy'e varmamiz gecikecek, büyük bir kasabada inip geceyi orada gecirebilecegimize karar verdik. Ilk istasyonda Irem inip memura oralarda bir pansiyon bulunup bulunmadigini sordu. Geri gelip ancak 500 rupi verip Nuwara Eliya'ya gidersek bir yer 
ve Aslı trene bakar...
bulabilecegimizi söyleyince duraksadim. Burasi da gitmek istedigimiz bir noktaydi aslinda. Bir ayak izinin bulundugu Adam's peak adli verilen bir dorugu vardi. Hiristiyan ve Müslüman inanclarina göre Adem'in ilk ayak izi, Budistlere göre Buda'nin adayi ücüncü ziyaretinde bastigi yer, Hindulara göre ise Siva'nin ayak izi. Ama Tissa'da buranin cok soguk oldugunu söyledikleri icin cesaret edemeyip gitmeyelim demistik. Simdiyse yine tereddüt ediyordum, hem ayirdigimiz bütceyi asacaktik hem de feci üsüyecektik. Riski göze aldik ve trenden inmeyip Kandy'e devam ettik.
Daha kaç saat süreciğini farketmemiştim...
Saatler gectikce ve karanlik da basinca hava iyice sogudu. Pencereyi kapattik, ama daha 15 dakika bile gecmeden pencere düstü. Birkac deneme sonrasinda pes ederek uyku tulumunu cantadan cikarip altina girdik. Her durakta devamli birileri inmeye basladi, vagonda bir süre sonra disi olarak sadece Irem, ben ve muhtemel sivrisinekler kalinca ürkmeye basladik. Bir de adamlarin dik ve bir sure sonra rahatsizlik veren bakislari da eklenince iyice paranoyaya bagladik. Durdugumuz her istasyonda insanlar pencereye yaklasip merhaba diyordu ve bizi izliyorladi. Kendimi hayvanat bahcesinde kafese tikilmis nesli tukenmekte olan hayvanlar gibi hissetmeye ve cevrede "findik, fistik atmak yasaktir" yazisi aranmaya basladim. Kimse ile gözgöze gelmemeye calisarak Irem ile birbirimize odaklandik, uykumuz geldigi halde gözlerimizi kapatmaya cesaret edemiyorduk. Bir istasyonda üstüne 15-16 yaslarinda 10-15 erkek cocugu da vagona binince ve bos bir sürü yer varken 2 tanesi de cantalarimiz oldugu halde gelip karsimiza oturunca belanin bizi buldugunu düsündük. Nitekim bizimle konusma cabasina girdiler. Hic cevap vermemenin daha tahrik edebileceginden korktugumuzdan kisa ve öz cevaplar veriyorduk. Ancak bir tanesi cep telefonundan porno film seyrettirmeye baslayinca hisimla yerimizden kalkip, cocuklu ve uzun sakalli bir müslüman amcanin yan sirasina oturduk. Arkamizdan bir süre bagrindilar kendi dillerinde. Allahtan bir süre sonra uyuyakaldilar ve vagona sessizlik hakim oldu, biz de biraz rahatladik.
Kandy'e vardigimizda gece yarisi olmustu. Istasyon görevlisine gidip nerede bir otel bulabilecegimizi sorduk. Bu saatten sonra oraya gitmek icin taksi bulmanin mümkün olmadigini söyleyince sinirli ama edepli bir sekilde bunun sorumlusunun tren oldugunu, 9 da burada olacagimizin söylendigini belirttim. Adam da bana özür dilercesine bildigini söyleyince sakinleserek istasyonun sabaha kadar acik olup olmadigini sordum. Hayatin nerdeyse 10'da bittigi bu yerde sabaha kadar istasyonun acik olmasi mucize gibiydi. Görevlinin bulunduğu alana yürürken gözümüze carpan restroomda uyumamizin güvenligimiz acisindan bir sorun yaratip yaratmayacagini konustuktan sonra buraya gittik. Uyku tulumlarini cantamizdan cikardik ve oldukca rahatsiz olan tahta banklara uzandik. Uykuya dalmadan evvel en son düsündügüm Isvicre'deki trenlerin asla rötar yapmadiklariydi...'