10 Haziran 2011 Cuma

Bebek köpekbalıkları ile yüzdüm... PERHENTIAN – MALEZYA

Kuala Besut
10 Haziran 2011
Otobüs, Perhentian Adaları’na teknenin kalktığı Kuala Besut’a kadar gitmeyecekti. Sabahın 4’ünde Jerteh’de bırakacak, ardından da 2-3 saat otobüs bekleyecektim yine.
Yol gözümde büyüyordu ama yapacak da fazla birşey yoktu. Bu adalar hakkında çok fazla tavsiye almıştım. Dönüş yoluma geçmeden evvel buraya gelmem ve sistemimden çıkarmam gerektiğini biliyordum.
Büyük ve küçük olmak üzere iki ada vardı. Malezya’nın kuzeydoğusunda olduğundan dolayı özellikle Taylandlılarla yapılan ticarette ‘durak noktası, bekleme yeri ’ olduğundan dolayı Perhentian ismini almış. Turizm cennetine dönüşünceye kadar da burada yüzyıllarca yıl balıkçılık yapılmış, ama ulusal deniz parkı ilan edilince balıkçılık da, sahillerindeki mercanların toplanması da yasaklanmış.
Nedense bir heyecan basmış, tam otobüsün yanında sigara üstüne sigara içmeye başlamıştım ki Türkçe sesler duydum ve duyduğuma da inanamadım... Malum yurtdışı hemşeri durumu cereyan edince hemen muhabbete daldım. Almanya’da yaşayan bir aileymiş, anne ve kız, bir de kuzen. Grupta iki kişi daha varmış ama onlar adadaymışlar. Kız, Elif, Penang’ta 6 ay boyunca staj yapmış. Stajını bitirince geri dönmeden evvel ailesini ağırlamak istemiş. Anneye bayıldım. O ne enerjiydi... Kadın 50 yaşlarındaydı ama içinde cidden bir genç kız vardı, yerinde duramıyordu, ışıl ışıldı.
Hemşerilerimle karşılaşmak çok iyi geldi. Otobüs şoförü yanımızda gelip kafa başı 10 ringit daha verirsek bizi adalar iskelesine kadar bırakacağını söyledi. Biz de üzerine atladık teklifin tabi ki.
Sabah 5 gibi en sonunda Kuala Besut’taydık. Otobüsten iner inmez tekne bileti satmak için acentelerden birileri başımıza üşüştü. 70 RM’ye sattıkları biletleri 60 RM’ye kapattım. Fazla uğraşmam gerekmedi gerçi, sadece Malay bir arkadaşımın bilet fiyatı için 60 RM dediğini söylediğimde iş bitti. Zaten pazarlık yapabilecek halde de değildim hani...
Çantaları acentaya bıraktıktan sonra açık bir restorana oturduk. Roti Canai yedim, dal ile birlikte, sabah kahvaltısı niyetine.
Coral Beach
7’de tekneye binmek üzere iskeleye geldik. Beklentim bizim şehirhatları vapurları misali bir gemi gelecek ve bizi alıp götürecek. Ancak ‘hızlı bot’ dedikleri şey, bizim bildiğimiz sürat teknelerinin bir iki boy büyüğü çıktı. Zaten 12 kişiden fazla müşteri almaları da yasakmış. Hatta birkaç batma olayı yaşandığından dolayı devlet ciddi şekilde teknelerin takibini yapıyormuş.
Koruma altında olduğu için adalara girişte ‘park ücreti’ ödedik, kafa başı 4 RM. Artık kimin cebine gidiyorsa bilemiyorum, zira bize karşılığında verilen makbuzların tarihinde 2010 ibaresi vardı. Neyse şimdi milletin günahını almadan yazıma devam edeyim.
Tekneye kendimizi atar atmaz hemen can yeleklerimiz verildi ve demir alındı. Ben daha nerde kalacağımı tam bilmiyordum. D’Lagoon diye bir yere rezervasyonumu yaptırmıştım ama önce diğer koyları görüp ona göre karar vermek istiyordum. O yüzden herkesle birlikte ben de Coral Beach’de indim.
Bu ne ya dememek elde değildi, zira çok güzeldi. Tabi sahil boyunca bir sürü otel vardı ama en azından ‘sahilin konseptine uygun mimaride’ olduklarından göze batmıyordu. Ancak buralarda kalmak da malesef pahalıydı. O yüzden fazla oyalanmadan ‘Long Beach’e gittim, 10 dakikalık cangılda bir yürüyüşün ardından vardığımda hayal kırıklığı oldu. Coral Beach’in o cennet atmosferinden eser yoktu. Yeşillik azdı, otellerin ve insanların sayısı fazlaydı, büyüktü ve her adım başı deniz taksilerinin ‘taksi madam’ naraları süslüyordu.
D’Lagoon’un en azından kendine özel bir koyu olduğunu biliyordum ve oraya gitmeye karar verdim. Önce yürürüm dedim ama 1 saatlik yokuşlu bir parkur olduğunu görünce denize doğru elimi uzatıp ‘Taksi’ diye bağırdım.
Long Beach koyundan çıkıp D’Lagoon’una döndüğümüzde yine doğru bir karar verdiğimi anladım. Evet, çok uzaktı partilere, eğlencelere... Ama allahaşkına artık kimin umrundaydı!
Mr. Razak ailesi ile birlikte D’Lagoon’u işletiyordu. 50 yaşlarında Malay bir amcaydı, tüm çalışanlar ona baba diyordu. Güler yüzü ile karşıladı beni. Sabahın 8’i olduğundan daha check out yapılmamıştı. O yüzden beklemeye koyuldum. Mr. Razak amca beni heme diğer misafirleri ile tanıştırdı. Kuala Lumpur’dan haftasonu kaçamağına gelen çok güleryüzlü, daha üniversite öğrencileri olan iki Malay’ın yanına oturdum. Bana Malezya’daki son durağım olacak Kuala Lumpur konusunda bir iki fikir verdiler, onun dışında gündelik hayatlarından ve benim yolculuklarımdan bahsettik.
Malezya ekonomisinde turizm çok önemli olduğu halde hala ‘gezgin’ kafasıyla dolaşanları anlayamıyorlardı. ‘Onu yaptım, burayı gördüm, bunu yedim’ gibi her cümle kurduğumda gözlerinden şaşkınlıklarını rahatlıkla anlayabiliyordum. Bunu tasvip etmediklerinden dolayı değil aslında, sadece bunun yapılabileceğini bilmediklerinden. Bir zamanlar ben de bilmiyordum zira...
Yatakhane hazır olunca, hemen çantamı alıp yatağa gittim. Üzerimi değiştirip denizle tanışmaya hazırdım. En sonunda, Tayland’da bile es geçtikten sonra, iç rahatlığı ile denize girecektim. Artık yaram tamamen kapanmıştı ve korkum yoktu. En güzeli ise, bacak ve ayaklarımdaki milyonlarca sivrisinek yaralarına da tuzlu su ilaç olacaktı.
Denize girdiğimde cidden gözlerime inanamadım, bir su bu kadar mı şeffaf olur, derinlere gittikçe bile denizin dibindeki o balıklar renklerine kadar rahatlıkla seçilebiliyordu... Tevekkeli değil dünyanın şnorfkerle yüzülen en güzel yerkerinden biri olarak nitelendiriliyor. Denizden çıkınca cangılın içinden 5 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde Kaplumbağa Koyu, 10 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde de Adem ve Havva Koyu olduğunu öğrendim. Bunları keşfetmek için ertesi günü bekleyecektim. Zira denizden çıkar çıkmaz beyaz kumların ve mercanların arasında uyuyakaldım.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder