26 Aralık 2010 Pazar

Şehirden ve ana caddelerden uzakta yaşarım ben... HAMPİ - HİNDİSTAN

Hampi'ye bakış...
Sukunet...
Gopuram önünde bir maymun...
26 Aralık 2010
Tamil Nadu’dan, önce Andhra Pradesh eyaletini geçtik. Şimdi de Karnataka eyaletinin eskiden Vijayanagar olan bilinen bu turistik ve şirin yerindeydik.
Kasabanın tek bir ana caddesi vardı, caddenin başlangıcında da heybetli Virupaksha tapınağı, hacıların uğrak yeri. Shiva’ya adanmış bu tapınak yüzyıllar boyunca kutsallığını koruyarak hala daha tapınmak amacıyla kullanılmakta. Tapınağa girişte gopuram adı verilen çok yüksek bir kule bulunuyor. Zaten bu kule Hampi’nin neresine gitsek görünüyordu.
Biz de ayağımızın tozuyla bu tapınağa girdik. Girer girmez de bizi inşaat iskelelerinden sarkmış 10’larca maymun karşıladı. Birbirine sarılan, sevişen, bakan, poz veren, kaşınan, bit ayıklayan, muz yiyen...İskelelerin tam altında ise birkaç inek vardı, maymunların yediği muzların kabuklarını da bu inekler yiyordu. Gayet sistematik...
Biraz etrafta dolandıktan ve buradaki kadınların çoğunun ayağına taktığı yüzüklerden satın aldıktan sonra güzel müziklerin çaldığı çok şirin bir restoran bulduk. Güleryüzlü sahibi karşıladı bizi. Yorucu bir yolculuktan sonra duvarlarında Salvador Dali’den Ganesha tanrısına kadar, fosforlu renklerde parlayan figürlerin yer aldığı bezden posterlerin sallandığı bu yerde kahveye kavuşmak beni Hintlilerin dediği gibi shanti shanti yaptı.
Biraz muhabbet, biraz çevreyi ve gelen turistleri inceleme ile geçirdiğimiz birkaç saat sonrasında odamıza dönerken pansiyon sahibi ile karşılaştık. Tam pansiyonun önünde, Hint işi kıyafetler, çantalar dikip sattığı küçük bir tezgahı vardı. Geldiğimizde ne kadar kalacağımızı bilmediğimizi söylemiştik. Çok yorgun olduğumuz için bir yandan 2 gece kalmak istiyor, ama bir yandan da sevmezsek hemen terki diyar eyleyelim diyorduk, o yüzden kadına birşey diyememiştik. Etrafı gördükten sonra 2 gece kalabileceğimize karar verdik ve söyledik. Biraz işlerinden, ailesinden söz ettik. Biraz kendimizden bahsettik. Sonra da gidip yattık.
Bilgisayarımı şarja koyduğumdan dolayı henüz kullanamamıştım. Sabah erkenden gözlerimi açar açmaz bilgisayarı kapıp bir gece evvel gittiğimiz restorana gittim. Keyifli keyifli bilgisayarımı kurcalamaya ve kahvemi yudumlamaya başladım. Bir saate kadar İrem geldiğinde kahvaltımızı edip etraftaki harabeleri gezmeye çıktık.
Harabeler küçük bir nehir boyunca 2-3 km boyunca ilerliyordu, 15. Yüzyıldan kalma Vijavanagara İmparatorluğu döneminin başkenti olan bu bölgedeki tapınaklar, yerleşim ve ticaret alanlarını gezmeye başladık. Daha doğrusu Müslüman akınlarından kalan kısımlarını...
Etrafta en çok dikkati çeken ise granit dev kayalardı. Pürüzsüz ve gerçekten de büyük. Hani altında kalsan kemiklerinden toz bile kalmaz cinsinden... Bu kentin yeşille yoğrulmuş doğasına o kadar yakışmıştı ki dürüstçe diyebilirim ki beni buranın tarihi harabelerinden daha çok etkilemişti.
Günlük turumuzu öğlen gibi Vittala Tapınağı’na geldiğimizde bitirmeye karar verdik. Hava çok sıcak olmuştu, daha fazla dayanılacak gibi değildi. Geri kalan yerleri de ertesi sabah gezecektik.
Dönüş yolunda bir sigara molası vermek için sadece bizim sığabileceğimiz darlıkta, basamak gibi bir yerde otururken yanımıza 12-13 yaşlarında 10 çocukla birlikte enlice diyebileceğimiz bir adam geldi. Heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladılar. Sri Lanka’dan beri artık yerel halkın odak noktası olmaya alışmıştık, papağan misali herşeyi yineleyip duruyorduk. Bu kadar çok çocuk olunca da okul gezisi mi acaba diye düşündük. Meğer geniş bir aileymiş. Kuzenler, yeğenler... Yanlarında gelen enli adam ise gerçek amcalarıymış. Kızlardan bir tanesinin kucağında 6 aylık diye tahmin ettiğim bir bebek vardı. Bebeği kucağıma verdiler ve fotoğraf çekmeye başladılar. İrem’le birbirimize aptal aptal bakıp ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, hepsi ayrı ayrı tam ortamıza oturup fotoğraf çektirmeye başladılar. Bir türlü bitmedi ve iyice sersem olduk. En sonunda da o heybetli amca ortamıza oturup fotoğraf çektirmeye çalışınca gülme krizine tutulduk. Herşeyin başlangıcını yarattığına ve şu anda da uykuda olduğuna inanılan en büyük tanrıları Brahman’ın uyandığını ve tam yanımıza gelip fotoğraf çektirdiğini düşündük.
Yola devam etmeye başladığımızda anladık ki burada turistlerle fotoğraf çektirmek oldukça doğal. (Turist = Bollywood yıldızı) Bizi yol boyunca gören herkes 32 dişlerini birden göstererek, ellerinde fotoğraf makinaları ile yanımıza koşmaya başladı. Bir iki defa tamam da bir süre sonra insan hem sıkılıyor hem de olduğu yerde saymaktan ilerleyemiyor... Yoğun ısrar karşısında çözümü para istemekte bulduk. Fotoğraf başı 10 rupi. İşe yaradı...
Akşam kentin en uzak köşesinde kalan, muz ağaçlarının arasındaki küçük bir patikadan varılan, nehir manzaralı büyük bir mango ağacının altındaki güzel bir restorana gittik. Oraya vardığımızda İrem’i oturtturup odaya dönmem gerekti. Müziğimi taktım kulaklarıma ve yürümeye başladım tek başıma. Yanından geçtiğim hiçbir satıcıyı, tuktukçuyu duymuyordum. Nehir kenarında ilerledim, dükkanların olduğu ara sokaklardan yürümeye devam ettim. Yürüdükçe huzur buluyordum, huzur buldukça daha da yavaş yürüyordum. Bir an sokağın kenarında oturmuş yabancı bir adam dikkatimi çekti, o da büyük bir huşu içinde neye benzeyen bir enstrüman üflüyordu. Gözgöze geldik. O an aynı huzuru paylaştığımızı hissettim, gülümseyip devam ettim, ana caddeye girmeden, büyükşehirlere gitmeden...
Kafeye geri döndüğümde yemeğimizi ısmarladık; gözlemeye benzeyen chapati eşliğinde körili ve kajulu sebze yemeği, tabak yerine muz yaprağı üzerinde servis edilen. Çok lezzetliydi ama etraftaki sivrisineklere de biz pek lezzetli geliyorduk. Uzaklaştırmak için bir muz dilimine diktikleri tütsü çubuğu dahi işe yaramıyordu. Dayanamadık ve kalkıp kentin en popüler mekanı olduğuna karar verdiğimiz, sabah, öğlen, her boşlukta gitmeye başladığımız restorana döndük. Kürkçü dükkanımız...
Hampi’de içki yasağı olduğundan burada turistler de kepenkleri erken indiriyor. Odaya döndük ve geceyarısına kadar birşeyler okuyup uyuduk.
Sabah uyandığımızda harabelerin geri kalanını keşfetmek için yola düştük. Şehrin en yüksek noktasına kadar tırmanıp etrafı izledik. Yine öğlen olunca pilimiz bitti ve döndük.
Akşama Goa’ya gitmek üzere yola çıkacağımızdan sabah eşyalarımızı toplayıp çantaları pansiyonun bir odasına bırakmıştık. Buradan Panaji’ye (Goa’nın başkenti) Hospet’ten ya trenle gidecektik ya da otobüsle. Tren sabah 6.30’da olduğundan buradan yetişmemiz imkansızdı. O yüzden de otobüsle gitmeye karar verdik. Yataklı otobüsler var, bir de lokal otobüsler. Yataklılarla lokaller arasında ise 250 rupilik bir fark olduğundan lokal otobüsle gidelim dedik. 11 saatlik bir yolculuk elbette zor olacaktı. Ama en nihayetinde Goa’da kalacağımız bir ev olduğundan artık orada dinleniriz bol bol diye düşündük.
Hospet’e gitmek üzere yola çıktık, pansiyoncu kadından son dakika kazığı yiyerek. Sabah bagajları bırakabileceğimizi söylerken bunun için para istediğini belirtmemişti. Tam çantaları alırken bunu deyince önce neden önce söylemediğine dair sitem ettik, sonra da istediği paranın yarısını bırakarak oradan ayrıldık.
Otobüs durağına geldiğimizde biri daha bekliyordu Hospet’e gitmek üzere. Fransız. 2 aydır Hindistan’daymış. Yolculuğu boyunca çok güzel insanlarla tanışmış olduğunu, ama yine de bir molaya ihtiyaç duyup Hindistan’a bağlı Andaman adalarına gitmiş, feribotla 4 günde. 2 hafta inin cinin top oynadığı bir kumsalda kalıp kendime geldim dedi. Sonra da kaldığı yerden devam etmek üzere geri dönmüş. Ocak ayının ortalarına doğru da ülkesine dönecekmiş. Muhabbetimiz devam ederken Kanadalı bir çift geldi. Sırtlarında küçücük bir çanta görünce şaşkınlığımı dile getirdim, ardından da tebriklerimi sundum. (Özellikle de kıza) Hem Fransız hem de Kanadalılar Türk olduğumuzu duyunca çok şaşırdılar. Yolculukları esnasında hiç bir Türkle karşılaşmadıklarını, Türklerin yolculuk yapmayı sevip sevmediklerini sordular. Biz de bunu yaptığımız için çoğu insanın bize deli gözüyle baktığından bahsettik...
Otobüs geldiğinde duraktaki turist sayısı bayağı artmıştı. Herkesin tek sıra olup kapıya yığılmadan, koltuk kapma yarışı olmadan otobüse binmesi İrem’le bizi bayağı bir eğlendirdi. Yine geldiğimiz rakamdan bambaşka bir rakam ödeyerek kelimenin tam anlamıyla güle oynaya, yolculuk hikayeleri anlatıla anlatıla Hospet’e gittik.
Durağa vardığımızda herkes birbirine yolculukla ilgili iyi dileklerini dile getirip, ‘belki tekrar bir yerlerde karşılaşırız’ cümlesi sarkederek farklı yönlere gitti. Biz de İrem’le Goa otobüslerini sormak için memurlara yöneldik...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder