27 Ocak 2011 Perşembe

Varkala’da planlar değişir, rahat ol! VARKALA - HİNDİSTAN

Gece vardığımız pansiyonu ancak sabah görebildik...
27 Ocak 2011
Hava kararmak üzereydi ve çok yorulmuştuk. Bulduğumuz ilk pansiyona yerleştik. Kerala eyaletinin kendi misafirhanesiydi. Resepsiyondaki görevlinin ukalaca ve sinir bozucu tavrına rağmen o gece orada kalmaya karar verdik. Aklı sıra bize iyilik yapıyordu. Yarın sabaha odanın rezervasyonu varmış da o yüzden sadece bir gece kalabilirmişiz ve sabahın 8’inde odayı boşaltmamız gerekiyormuş... Bu cümlenin doğruluğuna şüphem yoktu, şüphem verdiğimiz odanın parasının devletin kasasına mı memurun cebine mi gideceği konusundaydı. Zira eyaletin neresine gittiysek bizden nerdeyse ikametgah bile istenmişken burada ne hikmetse adımızı bile soran olmadı. Ama ne demişler, köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı diyecektik.
Bir duş alıp dışarı çıktık. Karanlık olduğu için pek fazla bir şey görmek mümkün değildi. Okuduğum kitaba göre sahil kısmı ve yamaç kısmı vardı. Yamaç kısmında tezgahlar, barlar ve restoranlar yer alıyordu. İki tane de kumsalı vardı.
Birşeyler içmek için yamaç kısmına tırmandık. Hayat vardı. Canlılık vardı. İnsanlar vardı... Hatta burası Hindistan’ın en turistik yeriydi. Goa’dan bile kalabalıktı ve turistlerin profilini incelediğimde daha derli toplu, entellektüel tiplerin olduğunu gördüm. İyi hissettim.
Sadece pahalıydı. İçki de yasaktı. Dolayısıyla barlar ve restoranlar el altından içki satıyordu. İçki içmeyi en azından o gece düşünmediğimden beni fazla rahatsız etmedi.
Burada 2 gece kalmayı planlıyorduk. Ardından da daha güneye inecektik.
Yorgunluktan sesimiz soluğumuz kesilmiş olarak odaya dönüp yatağa girdiğimiz gibi sızdık. Sabahın köründe kalkıp çantalarımızı resepsiyona bıraktık ve oda avına çıktık. Yolumuza çıkan her otele soruyorduk, değil geceliği 150-200 rupiye oda bulmak, çoğunda yer bile yoktu. Her adımda ümidimiz tükeniyordu ve sahile doğru yaklaştığımızda buranın muhteşem bir yer olduğunu görünce erkenden gitmek zorunda kalacağımızdan dolayı moralimiz de bozuluyordu. 
En sonunda çaresizlik içerisinde Allepey’de garsonun bizi yönlendirdiği arkadaşına gittik. Derdimizi anlattığımızda yakından ilgilendi ve hemen birkaç telefon konuşması yaptı. Yeri görmek için gittiğimizde sahibinin orada olmadığını öğrendik. İşimizin acil olduğunu, ona göre buradan gidip gitmeyeceğimize karar vermek istediğimizi söylediğimizde adama telefon açtılar. İrem oda için 250 rupiye 2 gece kalacağımız konusunda pazarlık yaptı. Bütçemizin çok üzerinde idi, ama kalmak çok istiyorduk en nihayetinde. Adam en sonunda razı oldu, kimseye bu fiyata verdiğini söylemeyeceğimize dair söz verdikten sonra. Ama tam telefonu kapatırken bu gece yemek yiyelim gibi bir laf edince İrem acayip sinirlendi ve ne demek istiyorsun diye bağrınca adam geri adım attı, ‘yok öyle birşey demek istemedim’ diyerek.
Başka bir seçeneğimiz yoktu, orada kalacaktık bir şekilde. Ama içim içimi yiyordu benim. Oldukça güvenli bir yerdi burası, Hintliler’e de ‘hayır’ dediğinde anlayıp geri çekiliyorlardı, fakat yine de biz büyük şehirden gelen 2 hatunduk ve insanlara güvenme konusunda oldukça problemliydik. İrem çantasını diğer pansiyondan akşam üstü alacağını söyleyerek plajda kaldı, bense biran önce taşınmak ve konuyu artık düşünmemek için yola düştüm. Yolda bir pansiyon gördüm ve biran şansımı denemek istedim. Sahibi önce 300 dedi. Bende ‘Teşekkürler, ama bizim o kadar paramız yok’ dedim. 200’e anlaşınca kendimle bir gurur anı yaşadım. Odayı görünce de çok mutlu oldum. Bu zamana kadar kaldığımız en düzgün oda olacaktı. Güzel haberi İrem’e de söyleyip eşyalarımı oraya taşıdım.
Sıra denizi test etmekte idi...
Ya da deniz beni test edecekti. Dalgaların büyük olmasının yanı sıra çok da güçlü bir akıntı vardı. O yüzden zaten devamlı sahilde cankurtaranlar bekliyor, devamlı düdüklerini çalarak insanları uyarıyordu: ‘Abla çok gittin, geri gel’, ‘Abi, canına mı susadın sen, görmüyor musun kumsaldaki bayrakları, hemen sınırların içine dön’...
Akşam üzeri gün batımından önce otele gidip temiz odamızda biraz zaman geçirmek istedim. Gün batımına doğru da bir cafeye gidip kendi kendime romantik dakikalar yaşamayı planlıyordum bilgisayarımla. Tam yamacın oraya vardım ki ne göreyim, benim Allepey tren istasyonunda görerek dibimin düştüğü çocuk, bana doğru yürüyor hem de... Yine gülümsedi bana, yine gülümseyerek o mükemmel dişleri ile dünyamı aydınlattı.
O gece, İrem’le daha güneye inmemeye karar verdik. 3 gece burada kalacaktık ve sonrasında doğaya vatani, pardon manevi görevimizi yapmak adına bir ay gönüllü çalışacağımız güney doğudaki Pondicherry yakınlarındaki Auroville’e gidecektik.   

26 Ocak 2011 Çarşamba

Hindistan’da bir bayram sabahı yine yollardaydık...ALLEPEY - HİNDİSTAN

Tren manzaramız
26 Ocak 2011
Her ne kadar zorladıysak da fazla erken kalkamadık. İrem de biraz hasta olduğundan endişeliydim, yola düşüp düşmemek konusunda şüphelerim vardı. Ama İrem yola çıkabileceğini, gerçekten de iyi hissettiğini söyleyince daha fazla ısrar etmedim. Hamad bizi istasyona bıraktı. Backwaters turu için Alleppey’e gidiyorduk ve sadece birbuçuk saat uzaklıkta idi.
Tren, ilk defa boştu.  Muhtemelen festival etkisi. Gün Hindistan’ın kurtuluş günüydü ve her yer tatildi. Hala uykum vardı, gayet hintvari şekilde ayakklabılarım çıkarıp oturduğumuz sıraya uzandım ve uyudum, tam bir buçuk saat tatlı tatlı kendimden geçtim.  
İstasyondan şehrin merkezine gitmek için otobüse bindik. Kerala eyaleti turistik bir yer olduğu için yerel halk beyaz insana alışıktı ve kendimizi uzun süreden beri ilk defa artık hayvanat bahçesindeki maymunlar gibi hissetmeyi bırakmıştık. Şehrin merkezine yakın bir yerde inip oda aramaya başladık.
İlk girdiğimiz yer büyük öğrenci yurduna benziyordu, gri, sıvaları dökülmüş ve karanlık. Ben resepsiyondaki adamla pazarlık yaparken İrem odalara bakmak için yukarı çıktı. Adam 190 rupi istiyordu oda için, bense 150’ye indirme peşindeydim. Bana ukala ve oldukça sinir bozucu bir tavırla Hindistan’da 150 rupiye kalmamın imkansız olduğunu söyleyip yalancı olduğumu ima edince beynimden vurulmuşa döndüm. İrem odaya ölse bitse de orada asla kalmamaya karar vermiştim ki arkadaşım da o sırada gelip bana ‘hadi gidiyoruz’ işaretini verdi.
‘Fazla kasvetli idi, tabuta girmiş gibi hissettim’ dedi dışarı çıkıp merkeze doğru yürümeye başladığımızda. Uzun süre yürüdük, bir sürü yere girip çıktık, ya tiplerini ya da fiyatları beğenmedik. En sonunda bir tane turizm bürosu bulduk. Adamlara oda aradığımızı söylüyorduk, adamlar bize Backwaters turu satmaya çalışıyorlardı. En sonunda derdimizi dinlemeye karar verdiklerinde, birkaç telefon ettiler ve bize oda buldular, 300 rupiye. ‘Bizim o kadar bütçemiz yok ki’ deme çabalarımız sonuç vermedi, otel sahibi bir anda belirdi. Gene afakanlar basmıştı bana. Başladım biz en fazla 200 


Kanallar
rupi verebiliriz diye bağırmaya.Hepsi aynı anda gülmeye başlayınca orayı terk ettik. Nehrin kenarına oturup kara kara ne yapabilirizi düşünmeye başladık. Çantalarla etrafta oda aramak zor olduğundan bu işlemi vardiyalı yapmaya karar verdik. Artık 250 rupiye dahi razıydık zaten, 1 saatten fazla etrafta dolanıyorduk ve yorulmuştuk.
Önce İrem gitti. Yarım saate kalmadan geldi. Gözlerinde zafer ışıltısı vardı. 200’e bir oda bulmuştu. İşin komik tarafı pazarlık bile yapmamıştı. ‘Fiyatını duyunca o kadar şaşırdım ki yapamadım’ dedi. Gidince Palolem’de yaptığımızı yapacaktık, ben burun kıvırıp burada ancak 150’ye kalırsak kalırım diyecektim. Biraz da abartıp İrem ile tartışıyor gibi yapacaktık.
Ama bazı durumlar vardır ve bazı insanlar vardı. O insanların iç güzelliği, saflığı gözlerine ve yüzüne o kadar yansımıştır ki numara yapmayı, yalan söylemeyi imkansızlaştırır. Otelde odayı gösteren 16 yaşındaki çocuk da bu insanlardan biri idi. Bir cümle ettikten sonra gülmeye başladım ve oyundan direkt vazgeçip anahtarları aldım.
Öğleden sonra olmuştu. Backwaters turu yapmaya zamanımız kalmamıştı. O yüzden sadece dışarıya çıkıp kahve içmeye karar verdik.  Ama önce pasaportları kaydettirmemiz gerekiyordu. Her otele girişte binlerce soruyu cevaplamamızın yanı sıra Kerala’da bir de pasaportların fotokopisini istiyorlardı.Hem kaydımızı yapıyor hem de sohbet ediyorduk ki bu daha önce uğrayıp bize otel ayarlamaya ve tur satmaya çalışan devlet turizm ofisinden bahsetmeye başladık ve neden bu otelin ismini vermediklerini sorduğumuzda onların komisyonla çalıştıklarını, o yüzden sadece para aldıkları yerleri önerdiklerini söylediler. İrem ertesi gün oraya bir uğramaya karar verdi...
Allepey’in merkezinin pek çekici bir yanı yoktu açıkçası. Sadece şehrin içinden Backwaters adı verilen nehrin kolları geçiyordu, turlar da buradan yapılıyordu. Şehrin içinde kalmaktansa deniz kenarında kahve içmeye karar verdik ve otobüse binip 15 dakikalık mesafedeki sahile gittik.
Buranın sahil kasabası olmasına rağmen deniz özelliğinin fazla ön plana çıkarılmamasının nedeni bir bakışta anlaşılıyordu. Fazlasıyla düzensiz ve kirliydi. Yine de gün batımı denizin üzerinden olacaktı. O yüzden gözümüze ilişen muz bahçesi içerisindeki kafeye oturduk.
Nepal’den gelen garsonumuzla konuşurken onun Varkala’dan buraya geldiğini öğrendik. Yani bizim


Gün batımı
ertesi gün öğleden sonra gideceğimiz yerden. Bize kalabileceğimiz birkaç yer adı verdi. Bir de orada restoranı olan çok yakın bir arkadaşının ismini. Ona gidersek bize yardımcı olacağını söyledi.      
Yine muhteşem bir akşam üstü idi. Hindistan’a geldiğimden bu yana her güneş doğuşu ve batışı ertesi gün yaşamam için önemli bir neden olmaya başlamıştı. Zaten Johnnie’de yaşadığım aydınlanmadan sonra dünyaya ait her detay beni hayranlık içerisinde bırakıyordu. Anı yakalamak. Ne kadar zordu benim için. Şimdiyse sadece önümde kahvem, bilgisayarım, dostum, gün batımı, bana yardımcı olan bir Nepalli garsonun tebessümü hayatta her an aslında doğru noktada olduğumu kanıtlıyordu. Kaderimi yaşıyordum senelerdir inkar ettiğim, yaşamaktan çekindiğim. O yüzden mutluydum ve şükrediyordum...
Akşam otele dönerken sandviçler için yine ekmek aradık ve yine bulamadık. Artık bu ‘ekmek’ bulamama olayı beni eğlendirmeye başlamıştı, bir çeşit oyun olmuştu. Şehrin altını üstüne getirerek normal bir ekmek arama turu; Allepey ayağı.
Backwaters turları çok pahalı olduğundan nehirde dolaşıp bir tatlı huzur almak yerine devletin  Allepey’den kalkıp Backwaters’ı izleyerek Kottalayam’a giden tekneleri vardı. Normalde halkın gündelik ulaşım ihtiyacını karşılamak için kullandığı bu tekne yolculuğu 2,5 saat sürüyordu. İlki sabah 8’de idi ve biz de onu yakaladık.
Gecesi 5000 rupilik yüzen evler...
Kottalayam’a olan yolculuğumuz harika idi. Muhteşem bir doğa manzarası eşliğinde nehirden ilerliyorduk. Her 15-20 dakikada bir tekne derme çatma iskelelere yanaşıyor, yolcu indirip bindiriyordu. Nehir etrafında küçük küçük yerleşim alanları vardı. O yüzden bu teknelerin burada yaşayanlar için önemi büyüktü. Çocuklar okula, insanlar işe gitmek için bunları kullanıyorlardı. Nehir gerçekten de kalabalıktı. Tekneler, balıkçı tekneleri ve ‘yüzen evler’... Yüzen ev dedikleri, üzerini sazlık ve bambularla kapatıp içinde insanların gece rahat rahat kalabileceği, vakit geçirebileceği tekneler. Genelde turistik amaçlı ve oldukça lüks. İçinde ahçısı bile var. Hindistan’daki en pahalı turistik aktivite olarak geçiyor rehber kitapta. Geceliği 5000 rupiden başlıyor, teknenin büyüklüğüne, talep edilen hizmete ve pazarlık gücüne göre fiyatlar değişiyordu. İrem’le bir dahaki gelişimizde daha zengin olmaya ve en az bir gece bu evlerden birinde kalmaya karar verdik.
Kottalayam’a vardığımızda nehrin üzerinde sallana sallana geçirdiğimiz yolculuk dolayısıyla sersemledim. Aynı tekne ile geri döneceğimiz için iskelede beklemeye başladık. O sırada ‘beyaz’ bir ağır abi geldi, 50 yaşlarında, uzun beyaz saçlı, her tarafı dövmeli. Sigara içerken muhabbet etmeye başladık. Avusturyalıymış, ama İsviçre’de yaşıyormuş. Her sene de Hindistan’a gelip önce 1 ay kadar Goa’da kalıp ardından da geziyormuş. Abinin Almanca ile karışık aksanını anlamakta zorlanınca konuşmayı bitirip teknede uyumaya gittim.
5 saatlik tur gerçekten de çok uzunmuş. Artık son dakikalarda sıkıntıdan ne yapacağımızı şaşırmış halde idik İrem’le. Bir an önce varmak, çantamızı kapıp kendimizi Varkala’ya giden tren ya da otobüse atmak istiyorduk. Ama yol bitmiyordu bir türlü. Tekneye binen insanları inceliyor, fotoğraflar çekiyor, nehirde her gördüğümüze el sallıyor ya da nanik yapıyor, etraftaki tüm hayvanlara bakıyor, tekrar fotoğraf çekiyor, uyuyor, bisküvi yiyor ve bol bol ‘of’luyorduk.
Vardığımızda toprağı öptük. İrem sıkıntının da vermiş olduğu sinirle turizm ofisine gidip ortalığı dağıttı. Dünkü bize kaba davranışlarını ödetti diyelim kısaca. (Çok kanlı olmadı, ama bıraktığımızda şaşkınlığın en az 1 saat kadar suratlarında kaldığına eminim)
Otobüs durağının şehre uzak bir noktada olduğunu öğrenince Varkala’ya trenle gitmeye karar verdik. İstasyona girince önce biletlerimizi hallettik. Sonra da istasyonda su almak için etrafta dolanırken restoran gibi bir yere girince dünyanın 8. harikası ile karşılaştım. Bir masada oturuyordu. Uzun zamandır çok yakışıklı birisi ile karşılaşmadığım için çocuğun suratına bakakaldım. Tabi yukarıdakine içimden yine takdirlerimi sunarak. Gözlerimde kocaman ve siyah gözlüklerim olmasına rağmen artık nasıl kalmışsam, çocuk bana gülümseyerek selam verdi. Ben de gülümsedim. (Nasıl gülümsedim ben de bilmiyorum, genelde şaşkınlık içinde iken bir tepki vermeyi unuturum, büyüyorum herhalde) Sonra İrem’in koluna yapışıp ‘Gördün mü, gördün mü?’ diyebildim, malum sadece benim değil, canım arkadaşımın günü de güzelleşsin istedim.
Restorandan çıktığımızda nehir yolculuğunun yorgunluğu bir anda mucizevi bir gülümseme ile ortadan kalkmıştı. Hergün böyle bir gülümseme ile karşılaşsam herhalde Everest’e bile tırmanma enerjisini bulabilirim. 
Alleppey'de ilerlerken...

Tren geldiğinde kalabalıktı. Bindiğimiz vagon ise şans eseri ‘kadınlar koğuşu’ çıktı. Ülkede otobüslerde, trenlerde kadınlar için özel bölümler olduğunu daha önce okumuştum, ama uygulamada tanık olamamıştım. Kerala ilginç bir şekilde, ilginç diyorum çünkü komünist olduğu için, bu kuralların daha sıkı uygulandığı bir eyaletti. Otobüslerde de ön tarafta kadınlar, arka tarafta da erkekler oturuyordu. Gerçi işime gelmedi de değil. Ne olursa olsun kadınlarla olmak daha rahattı. Trene bindiğimizde koltukların üzerindeki bagaj bölümüne tırmanıp oturduk İrem’le. Yabancıların bu çılgın hareketi karşısında Hintli ablalar şaşırarak bizi uzun bir süre izlediler. En sonunda bir noktada ilgilerini kaybettiler.

25 Ocak 2011 Salı

Fort Cochin’in dev balıkçı ağlarına takılan balıklar... COCHIN - HİNDİSTAN


Kochin
25 Ocak 2011
Sabah 5’te varınca insanın doğal olarak konuşmaya pek hali olmuyor. Dolayısıyla hemen sızdık. 9 gibi uyandığımızda hem yolculuğun hem de az uykunun verdiği sersemlik vardı üzerimizde ama yine de keşfedeceğimiz bir şehir olmasının verdiği heyecanla kendimizi sokaklara attık.
Evde Hamad ile birlikte Zülfü de kalıyordu. Her ikisi de Hindistan’ın iyi ailelerinden gelen, temiz, eli düzgün, işinde gücünde olan insanlardı. Sabah Hint kahvaltısı etmek için bir otelin restoranına gittik. Herşeyden tatmamız için bir sürü şey ısmarladılar, biz de ellerimizle mercimekten yapılan dosaya, idliye daldık.
Ertesi sabah Backwaters turu yapmak için Allepey’e geçmek istediğimizden burada tek bir günümüz vardı ve görebileceğimiz herşeyi görmek istiyorduk. Kahvaltıdan sonra bizi Fort Cochin’e giden teknelerin olduğu iskeleye bıraktılar. İstanbul’daki şehir hatları vapurları misali burada da tekneler vardı adalar ve ana kara arası.
10 dakikalık bir yolculuk sonrasında Fort Cochin’e vardık. İlk adımda bizim İstanbul’daki Prens Adaları’nı anımsattı. Tabi faytonsuz olanından. Kerala eyaleti, Hindistan’ın Kominizm ile yönetilen 2 eyaletinden biriydi. Güncel hayatta diğer eyalettekilerinden hiçbir farklılık yoktu. Sadece daha düzenli ve organize görülüyordu. Yolda, yaya kaldırımı bile vardı. En çok hoşuma giden de bir yere olan mesafeyi gösteren trafik levhalarındaki o yere gelindiği takdirde ‘0’ km olarak göstermesi oldu.

Dev balık ağları
Fort Cochin’de Kochin’in simgesi haline gelmiş, yerel adıyla Cheevala olarak bilinen Çin devasa balık ağlarını görmeye gittik. Ağlar, hamak misali bambular üzerine gerilip deniz üzerine yatay olarak tuturulmuştu. Bambulardan uzanan iplere bağlı taşlarla dengelenmişti. Herbiri  yaklaşık 20 metrelik bir alana kurulmuştu. Teknik olarak diğer avlanma tekniklerinden biraz farklıydı. Ağlar, denize bırakılıp birkaç dakika bekletilip nazikçe aşağı yukarı 6 balıkçı tarafından tek seferde kaldırılıyordu. Tüm bu 6 balıkçı ağı sudan çıkarırken de aparatın dengesini kesinlikle bozmaması gerekiyordu.
Bir süre bu balıkçıları izledikten sonra yolumuza devam etmeye karar verdik. Deniz kenarından biraz yürüdükten sonra içerilere doğru girdik. Karşıma en sevdiğim çiçeklerden Hibiscus çıktı. O kırmızı açmış kocaman çiçekleriyle yine muhteşem gözükünce dayanamadım ve bir tanesini koparıp saçlarıma taktım. Yürüdükçe insanların bana bakıp gülmesi üzerine durumda bir tuhaflık olduğunu sezinledim. Fort Cochin’in ünlü katedraline girdiğimizde orada görevli bir Hintli kadın beni en sonunda uyardı. Meğerse bu Hibiscus çiçeğini kim kafasına takarsa, ona herkes deli gözü ile bakıyormuş. Bir nevi bizdeki huni yani. Peki dedim, doğru söze ne hacet, boşa değil onca sene her gördüğümde bu çiçeklere yapışıp saçıma iliştirmem. Desinler, değişemem!
Ardından Yahudi mahallesine gittik. Burada birçok antika dükkanı vardı. Muhteşem ve gerçekten de çok pahalı parçalarla doluydu. Her dükkanın içinde de küçük bir cafe veya restoran bulunuyordu. Fiyatları el yakan cinsinden. Durum böyle olunca birer paket bisküvi alıp iskeleye gittik. Güya Hamad’lara akşam yemek pişirecektik ama yine bisküviyi fazla kaçırdığımdan dolayı ne yemek yapacak ne de yiyecek halim kaldı. Zaten İrem de biraz grip gibiydi. Sıra ona gelmişti.

Yahudi Mahallesi
7 gibi en sonunda Hamad’lar bizi gelip aldılar. Bu yaz Türkiye’ye gelmeye düşünen Hamad’a 15 günlük bir gezi rotası çıkardık. Başlangıç noktası tabi ki İstanbul ve özellikle de Sultanahmet Camii. Zira Osmanlı zamanında Yemen Valiliği’ni yapan ve öldüğünde Sultanahmet Cami’sine gömülen Hamad’ın büyük büyük büyük babasıymış. Zaten kendisi de müslüman bir aileden geliyordu. Ailesi çoktan gidip ziyaret etmiş, sıra onda idi.
Birkaç bara uğrayıp birkaç şey içtikten sonra eve dönüp İrem ile kelimenin tam anlamıyla bayıldık. Ertesi gün Hindistan’a gideceğimizi söylediğimiz herkesin bize bahsettiği, uğramadan gelmeyin dediği Uzakdoğu’nun Venedik’i olan Backwaters’ı görmeye gidecektik...


Kochin
 

24 Ocak 2011 Pazartesi

Sabahın 4’ünde İsviçre Basel’in sokaklarında dolaşmak’tan çok daha farklıydı...COCHIN - HİNDİSTAN



On the bus, again...
24 Ocak 2011
Ooty’e gidip önce Coimbatore’ye, oradan da Kochi’ye geçecektik. Evin yakınlarındaki Mudumalai Ulusal Parkı’ndan saat 12 otobüsü ile gidecek iken Johnnie bizi Ooty’e kadar bırakacağını söyledi. Dolayısıyla gözlerimi açtığım güzel sabahı hiç telaş etmeden, sindire sindire yaşayabilecektim. Hintli çift erkenden kalkıp gitti. İşe yetişmeleri gerekiyordu. Biz de güzel bir kahvaltı hazırladık. Ne yapacağımızdan ve Johnnie ile ne zaman tekrar buluşabileceğimizden konuştuk. Benim fikrim mutlaka Laos ya da Vietnam’da bizi yakalamasıydı. En kötü ihtimalle de artık İrem ya da benim düğünüme gelecekti.
Toparlanırken İrem de ben de sessizdik. Gitmemiz gerektiğini biliyorduk. Buradaki zamanımızı doldurmuştuk. Hem yolların tozunu ve sandviçlerimizi özlemiştik. Yine terleme ve kirlenme vakti gelmişti...
Öğleden sonra gibi cangılı terk ettik. Ooty’ye vardığımızda son bir yemek yedik. Kocaman bir dosa. En sonunda iyi niyetler dile getirildi, teşekkürler edildi ve 4 gibi Coimbatore’e giden otobüse binildi.
3,5 saatlik yolculuğumuzu dağlar arasında yaptık. Manzara o kadar muhteşemdi ki burada olduğumuz için yine minnet duyduk ve kendimizi aldığımız karardan dolayı kutladık.
Şehre geldiğimizde, Kochi’de kalacağımız yere telefon açıp varacağımız saati bildirmek istediğimde gördüm ki yine bizim hat gitmiş. Türk telefonumuzdan mesaj attık bu sefer. Hesabımıza göre sabahın 4’ünde varacaktık, bu da bizim toplu taşıma araçlarının çalışmasını birkaç saat beklememiz gerektiği anlamına geliyordu. Neyseki evinde kalacağımız arkadaş, onu geldiğimizde hemen arayabileceğimizi ve bizi gelip alacağını söyledi. Sadece bize söylediği buluşma noktasına gidecektik.
Coimbatore’de Kochi bileti için önce yer rezervasyonu gerekiyormuş. Neyseki otobüste yer vardı ve bize hemen şoförün arkasındaki koltuğu verdiler. Otobüse bindiğimiz anda uykuya daldık. Gözlerimizi açtığımızda Kochi’nin karadaki kısmı olan Ernakulam’a varmıştık.
Kochi böyle bir şehirdi işte. Kara kısmının dışında adalardan da oluşuyordu. Adalar birbirlerine ve ana karaya köprülerle bağlanmıştı. Otobüsten indiğimiz anda sıcak hava çarptı yüzümüze. Dağlardan denize inmiştik ve hava değişimini hissettik.
Sabahın 3 buçuğuydu. Buluşacağımız nokta hakkında da hiçbir fikrimiz yoktu. İnsanlara sormaya başladık. Kimisi 3 km, kimisi 4 km diyordu. Herkes farklı yönler gösteriyordu. En sonunda otobüs terminalindeki bir görevliye soralım dedik. O da rikşa ile gitmemizin daha doğru olduğunu söyleyince ikna olduk. Memur, önce bir rikşa çağırdı yanımıza. Bu arada bizim gecenin o saatinde orada ne yapacağımızı öğrenmeye çalışıyordu. Ben de efendi efendi arkadaşımızla buluşacağımızı söyledim. Ancak bir anda etrafımızda 10 tane adam belirdi ve bizim o saatte kiminle buluşacağımız hakkında hararetli bir tartışma başladı. Tartışma uzadıkça uzadı ve tam ağlamak üzereyken müdahale ettim. ‘Bana sadece hangi yöne yürüyeceğimi söyleyin, bu yeterli olacaktır’ diye çığlık atınca, elleri ile karşıdaki caddeyi takip etmemizi söylediler. Biz de koşar adımlarla yanlarından ayrılıp karanlık yollara daldık.
Önümüze çıkan her kişiye yön soruyorduk. Önce bu saatte bu kadar karanlık bir yolda yürümekten tedirginlik duyduk. Ama sonra baktık ki etrafta tek tük gördüğümüz kişilerin hepsi eli yüzü düzgün, kibar görünümlüydüler. Hiçbir taşkınlıkları yoktu. İsviçre Basel’de sabahın 4’ünde uçağa yetişmek için yola düştüğümüzde rastladığımız Türklerin sarkıntılıkları bizi çok ama çok daha fazla tedirgin etmişti... Buluşma yerine vardığımızda aradık Hamad’ı ve beş dakika içinde gelip bizi aldı. Eve varır varmaz uykuya daldık. Muhabbeti de ertesi güne bıraktık.

Kaldırması zor bir doğumgünü hediyesi... MUDUMALAI - HİNDİSTAN

24 Ocak 2011
Doğumgünleri zordur. Özellikle hassas ve duygusal bir insansan. Hatırlanmak istersin. Hayatlarında olduğun için insanların mutlu olduğunu duymak istersin. Sevildiğini hissetmek istersin...
Allahtan facebook var, unutulmayı güçleştiren, sağ üst köşede doğumgünü hatırlatması yapan. Muhtemelen benim doğumgünüm olduğunun ibaresi de 21 Ocak’ı bitirir bitirmez gece 12’den itibaren, yani ayın 22’si olması ile belirdi arkadaşlarımın sayfalarında. Tabi ki tebrikler yağmaya başladı gurur okşayıcı.
İyi ki vardım...
Doğumgünümü kumsalda geçirmek istiyordum. Hatta İrem’le genelde kaldığımız düşük bütçeli pansiyonlardan ziyade daha düzgün bir yerde kalıp güzel bir restoranda doğumgünü yemeği yemeyi planlıyorduk. Ama planlar bazen değişir. Bu sefer de planımız iyi ki değişti diyorum. Doğumgünü sabahı uyandığımda günümü Johnnie’nin cangılında geçirmeye karar verdiğim için ne kadar şanslı olduğumun henüz farkında değildim.
Hala biraz griptim. Ama hem hasta olduğum hem de doğumgünüm olduğu için özel ilgi görmek çok hoşuma gidiyordu. Londra’da yalnız geçirdiğim, ateşim çıktığında bana çorba yapacak kimse olmadığı için ağladığım günler gibi hiç değildi. Kardeşim olarak gördüğüm, yola birlikte çıktığım dostum mutfakta benim için pasta yapıyordu. Yolumda karşıma çıkan ve canlılara olan sevgisi ve şefkati ile beni büyüleyen Johnnie ise akşam yemeğinde yiyebileceğimiz ekmeği yoğuruyordu. Öğlene bir de Johnnie’nin Bangalore’den arkadaşları gelecekti. Polonyalı bir kız ve kızın arkadaşı olan bir çift.
Müthiş bir doğumgünü kahvaltısı yaptık. Türk usulü. Hasta olduğum sürece Johnnie’nin cangıl kedisi Pepper hep kucağımda idi, misafirler gelinceye kadar da kucağımdan kalkmadı.
Polonyalı Ula, 22 yaşlarında ‘harbi hatun’lardan biriydi. Dünyayı tek başına gezen, Johnnie’ye gelirken eyalet sınırında polis çevirmesinde arabadaki içkileri almakla tehdit eden memurun kendisine ‘bebek’ demesi üzerine ‘siktir’i çekebilen, deli dolu, birkaç aydır da Bangalore’deki bir firmada işletme üzerine staj yapan bir kız. Birlikte geldiği Hintli çift de, bu güzel insanın arkadaşları olabilecek nitelikte açık fikirli, sevimli, sohbeti zevkli idi.
Kendimizi ev sahibi gibi hissediyorduk. Herşeyi bize soruyorlardı; tabaklar nerde, çatallar nerde, suyu nerden doldurabiliriz, filler ve kaplanlar gece eve kadar geliyorlar mı... Ev sahibi gibi hissetmek güzeldi.
Gece yaklaşınca beraberlerinde getirdikleri Kerala usulü yoğun baharatlı balıklardan yedik. İçimiz ve ağzımız yana yana... Pasta kesildi, tuttuğum dileğe konsantre olmuş şekilde 10 dakika süren bir mum üfleme seremonisi eşliğinde.
Telefonum devamlı elimde idi. Birileri arar diye. Beklediğim telefonlar da geldi.
Güzel hayaller kurarak uykuya dalmak üzereyken insan hayatındaki trajediler geldi aklıma. Doğumgünü ve bir yaş daha ‘büyüme’ etkisi herhalde. Sonrasında da Johnnie...
Bu güzel insan, 35 sene boyunca aynı yastığa kafayı koyduğu ve çok sevdiği eşi tarafından defalarca aldatılmış, defalarca da onu affetmişti. En sonunda 6 Ocak’ta resmen boşanmış ve hayata geri dönmüştü. İşin umut dolu kısmı, içinde hala o kadar büyük bir sevgi vardı ki, insanlara bunu vermekten çekinmiyor ve korkmuyordu. Taj Mahal’i daha ziyaret etmemiş olmasının nedeni orayı elinden tutup götüreceği, o romantik havayı birlikte soluyacağı bir kadının hayatında olmamasıydı. Kafasını omzuna dayacağı, kollarında şefkat bulacağı ve hayatının sonuna kadar birlikte yaşayacağı o özel kadını arıyordu. En güzeli ise bunu dile getirerek karizmayı bozmak gibi bir kuruntusu yoktu. Herşeyi ile ortada ve dürüsttü. Hayattan tek beklentisi sevgisini , kalbini verebileceği, kalan günlerini birlikte geçirebileceği biriydi.
Kaç yaşında olursa olsun bir insanın hayata yeniden başlayabileceğinin ve gelecekten de umut dolu sözedebileceğinin canlı kanıtıydı. Evet, hayat haksızlıklarla doluydu. Ama bunların karşısında insanın iki seçeneği var, ya ‘kendine acır’ ya da ‘hayata güvenerek yoluna devam eder’.
Her zaman ilk kategoride yer almış bir insan olan ben, doğumgünümden bir gün sonra garip geçen bir gece ve yarım saatte diktiğim 5 duble viskinin ardından, gözlerimi sabahın 5’inde açıp yataktan fırladığım gibi verandaya attım kendimi. Değil ev ahalisi, doğa bile uyanmamıştı. Uyku tulumuma sarınıp elimde sigaramla günün doğuşunu kuş cıvıltıları eşliğinde izlemeye başladım. Gün yavaş yavaş doğarken içimdeki huzurun gitgide arttığını hissediyordum. Gün, yine yola düşme günüydü. Hayata ve bana getireceklerine inanma günüydü.
Bileğimdeki Fatma’nın elinin olduğu bilekliğe baktım bir süre. Yola çıktığımdan bu yana hiç çıkarmamıştım bunu kolumdan. Artık bilekliğin benim için anlamı bitmişti, hediye olarak verildiğindeki o güzel, dostane, saf ve en önemlisi de iyi niyetli düşünceler bir şekilde yitirilmişti, çok uzaklarda da olsa yaşanılan bir kırgınlığın sembolü haline gelmişti. Daha fazla üzerimde taşıyıp taşımamak adına bir karar vermek istiyordum.
Çıkarıp atmam ve bu bileklikten kurtulmam yine bir ‘kendime acıma’ hareketi olacağını düşündüm bir an. O yüzden daha iyisini yaptım ve kendime söz verdim; bu bileklik bana bu sabahı anımsatacaktı bundan sonra; ‘yolumda’ daha birçok çirkin insan karşılaşacağımı, ama her zaman karşıma Johnnie gibilerinin de çıkacağını artık bildiğimi, hayata ve bana getireceği sürprizlere inandığımı, dünyaya iyimser, umut dolu ve en önemlisi de sevgiyle baktığımı hissettiğim bu muhteşem sabahı hatırlatacaktı.
Herşey ve herkes değişmişti benim için. Bir gecede. Yolun beni yavaş yavaş değiştirdiğini fark ediyordum. Yol, hayat yolumda başıma gelenler ve yaşadıklarımla baş etmemi kolaylaştırıyor ve beni çok güçlü kılıyordu. Fakat bu garip gece beni özellikle farklı değiştirmişti. Yolumun açık olduğunu, güzel insanların beni beklediğini biliyor ve hayata güveniyordum artık.
İyi ki yaşıyordum, iyi ki buradaydım ve iyi ki vardım.
Düşüncelerimi doğrularcasına, Johnnie arkamdan gelerek omzuma dokundu ve benim için hazırladığı Hindistan’ın en iyi kahvesinden bir fincan uzattı. Cangıl kedisi Pepper da kucağımda kendine yer hazırlayıp uykuya daldı.
Çok güzel bir sabahtı ve sıra Kochi’yi, Allepey’i ve Varkala’yı ziyaret edeceğimiz Kerala eyaletine gelmişti...

17 Ocak 2011 Pazartesi

Cangıl’da bir Aslı ve İrem... MUDUMALAI - HİNDİSTAN


Cangıl Evi
17 Ocak 2011
Sabah heyecandan erkenden kalkmamız beklenirdi. Ancak biz kendimizi yataktan kazımakta zorluk çekince evden ancak öğlen çıkabildik. Güya sabah erkenden çıkıp Chaumundi tepesine gidecek ve oradaki tapınağı gezecektik, sonra da eve gelip eşyalarımızı toplayacak, telefon sorunumuzu çözüp Johnnie ve Manish ile buluşacaktık...
Öğlen kalkınca Chaumundi’ye gitmeye zamanımız kalmadığından acele etmeden, ağır ağır hazırlandık, duşlarımızı aldık. Herkese büyük bir seremoni eşliğinde veda ettik. Tam çantalarımızı sırtımıza yükleyip odadan çıkmak üzereyken anne geldi, elinde de 2 tane küpe ve bindi seti (Hintli kadınların alınların ortasına yapıştırdıkları 3. göz anlamındaki küçük aksesuar)...
Gözlerim yaşardı. Gösterdikleri misafirperverliğin tam karşılığını veremedim diye hayıflanırken, bir de bu güle güle hediyelerini vermiş olmaları beni o kadar duygulandırdı ki kendimi tutamadım. Evden çıktığımızda hala sesimiz soluğumuz çıkamıyordu. Evet, onları çok sevmiştik, kalbimize dokunmuşlardı. O zaman yeniden hatırladım neden yolda olduğumu; kalbime ve ruhuma dokunacak, içime yaşam sevgisi dolduracak ve hayatta ne kadar şanslı bir hatun olduğumu hatırlatacak güzel insanlarla tanışacaktım.
Telefon işimizi yine halledemedik. Sim kartı Tamil Nadu eyaletinden aldığımız için ancak oradan halletme şansımız olduğunu söylediler. Goa’da sorunumuzu çözmüş olduklarını söylememiz pek birşey ifade etmedi. Eyaletler ve eyaletlerin kendi kuralları.. Belki de sadece bizimle ilgilenen görevlinin tembelliği...
Öğlene doğru Manish’in söylediği buluşma noktasına ulaştık. Park Plaza’daki restoranda öğle yemeği yiyorlardı. Johnnie ile en sonunda tanıştık. Yanlarında 2 kız daha vardı, bir tanesi İsviçreli diğeri İsviçre’de yaşayan bir Amerikalı. İki kızla da öğle yemeği boyunca muhabbet ettik, onlar da 4 gün boyunca Johnnie’de kalmışlardı ve şimdi de turlarının Mysore bölümünü yaşamak için buraya gelmişlerdi. Johnnie bizden uzak oturduğu için muhabbete katılamadı. Ama tanıştığımızda bir İngiliz olarak elini uzatıp tokalaşmasını beklerken bize sarılması hoşuma gitti. Beyaz sakallı, beyaz saçlı hafif Noel Baba görünümünde bir amca, evet göbekli.
Tanışmamızdan sonra ilk muhabbetimizi sigara içmek için girdiğimiz restoranın içindeki ‘sigara fanusunda’ yaptık. Ekmek nasıl yapılır, cangıldaki genel hayat, kedisi Pepper ...
Yarım saat sonrasında yola çıkmaya hazırdık, kızlar kendi bavullarını arabadan aldılar, biz de kendimizinkini bıraktık. Manish ile vedalaştık, İstanbul’a mutlaka beklediğimizi söyledik ve yola düştük...
Arabada, benim gibi bir kahve manyağı ile tanışmış olduğumu fark ettim ve üstelik Hindistan’ın en iyi kahvesinin kendi evinde olduğunu da iddia edince ‘cennete mi yol alıyoruz?’ diye düşünmeden edemedim...
İlk tanıştığım insanlarla genelde konuşacak bir konu bulmakta zorlanırım. Ortak yönleri bilmezsin, o yüzden dediklerin karşı tarafın ne kadar ilgisini çekebileceği konusunda şüphelerin vardır. Ama Johnnie ile öyle olmadı. 2 saatlik yol boyunca devamlı konuştuk. Biraz o hikayesini anlattı, biraz da biz... Mudumalai yakınlarına geldiğimizde akşam üzeri oluyordu. Bizi bir nehrin kenarına götürdü. Hayatımda ilk defa bir filin nehirde yıkanmasına tanık oldum.
Bakıcısı sırtında iken nehre girdi, nehrin ortasına kadar gitti ve bir noktada sulara gömüldü. Sadece hortumunun ucu dışarıda kaldı. Bir iki dakika suyun altında o şekilde kaldıktan sonra dışarı çıktı. Günün yorgunluğunu nehrin sularında atmış, akşam yemeğine hazırdı.
Yanımızda başka bir fil daha vardı, bir ağaca bağlı duran. Kafasını deli gibi sağa sola sallıyordu. Daha önce Colombo’da gittiğimiz tapınakta da görmüştüm kafasını headbang edası ile sallayan bir fili. Haklıymışım, filler sıkıldıklarında kafalarını sallıyorlarmış...
Nehirde kaldığımız yarım saat boyunca yan gözle Johnnie’yi izledim. O kadar büyük bir şefkatle filleri seyrediyordu ki içindeki canlılara olan kocaman sevgisini hissettim. Yine doğru bir insanla tanışmıştım.
Eve zorlu bir patikadan vardık. Jipin içinde zıplayıp durduk. Muhteşem evine geldiğimizde İrem ile nutkumuz tutuldu. Koskocaman bir bahçe içerisinde, arkasında heybetli dağların olduğu harika bir ev. Toplamda 3 odası vardı. Johnnie’nin yatak odası, salon ve çalışma odası. Ama en önemlisi, hayatını geçirip son nefesini orada vermekten bir an bile gocunmayacağın koskocaman bir veranda.
İrem ile biz çalışma odasında kalacaktık, o yüzden çantaları oraya bıraktık. Verandaya çıktığımızda Johnnie’nin komşusu ile tanıştık. Nigel. Onun hakkında yolda Johnnie bizi uyarmıştı. Kendisinin İngiltere’de ünlü bir aktör olduğundan fazlasıyla paparazzi korkusu varmış. O yüzden evinin oralarda fotoğraf çekmememizi söylemişti. Birkaç gün sonrasında Londra’ya gidecekmiş. Margaret Thatcher’ın hayatının konu edildiği bir filmde Merly Streep ile oynuyormuş.
Sevdim bu ünlü cangıl adamını. Geveze denebilecek kadar konuşkan, aynı zamanda oldukça karizmatik ve sempatikti.
Bir yandan muhabbet ediyor, bir yandan biramı yudumluyor bir yandan da derin derin burada nasıl mutlu ölebileceğimi düşünüyordum. Herşey vardı; doğa vardı, sevgi vardı, şefkat vardı, lüks vardı. En önemlisi de huzur vardı.
Akşam gitarlar çalındı, şarkılar söylendi, ekmekler yapıldı, yemekler yendi. ‘Kendimizi cidden evimizde hissettik’. Bunun rahatlığı ile gözlerimi kapattığımda o gece, biran önce sabah olması için dua ettim.

Johnnie ve ben, alışverişte...
2 gün kalacaktık. Ama 2 gün sonra Johnnie’nin babasının doğumgünü olduğunu öğrendik ve bizim için de ‘klüpte’ rezervasyon yapmışlardı. Gitmemek olmazdı tabi, ayıp. Ne olacak bir gün daha kalırız dedik.
Günün doğumunu gördük. Dağlara o muhteşem ışığın yansımasını ve doğanın canlanışını izledik. Bir gün daha kalalım dedik.
Evin yakınlardaki köye gittik ve dağa tırmandık. Dağın doruğundaki tapınağa gittik ve rahip tarafından kutsandık. Artık acılara karşı dayanıklı hale geldik. Bir gün daha kalalım dedik.
Cumartesi benim doğumgünümdü, Johnnie pasta yapacağım, mumları üfleyeceğin dedi. Doğumgünümü de geçirmek için kalalım dedik.
2 gün kalacağımız yerde tam bir hafta kaldık.
Her günümüz ayrı güzeldi. Bir gün fil kampına gittik. Akşam üzeri gelip fillerin yemeklerini 
yedikleri restorana. Johnnie, bir şekilde bakıcıları ayarlayınca bebek fillerin yanına girdik ve onları
Fil kampı
sevdik. Hortumlarıyla öptüler bizi, kokladılar uzun uzun. Bir tanesi 4,5 yaşında diğeri ise daha 2 bile değildi. Fillerin 80 yaşına kadar yaşadıklarını o zaman öğrendim ve çalışmayı da çok sevdiklerini. Kampa gittiğimiz gün Johnnie’nin Bangalore’den gelen bir arkadaşı da bize eşlik etti. Birkaç güne kadar Singapur’da işe başlayacak olan sessiz sakin Vivek. Birkaç ay evvel Singapur’da çalışan bir kızla tanışmış, onunla birlikte olmak için de şimdi kendisi oraya taşınıyormuş. Muhafazakar bir Hindu ailesinden gelmesine rağmen pek kurallarla arası iyi olmayan sevimli bir insan. Kalbinin götürdüğü yere giden. Et yiyen. İçki içen.
Johnnie’nin babasının doğumgününe gittiğimiz gün hasta oldum. Klüp, 2500 metre yükseklikteki bir dağa kurulmuş olan Ooty’de idi. Johnnie, Hindistan’daki beşinci kuşaktı. Gerçi İngiltere’de doğmuş, İngiltere’de büyümüş olmasına rağmen ancak emekli olunca sürekli burada yaşamaya başlamış. Soylu bir aileden geliyor. Hatta annesi ve babası Londra’daki o efsanevi St. Paul katedralinde evlenmişler. Muhteşem insanlar. Johnnie’nin içindeki sevgiyi ailesinden aldığını görebiliyorduk. Nerdeyse 60 yıldır evliydiler ve hala dizdize, gözgöze oturuyorlardı. Baba, eşine olan aşkını anlatırken gözleri doluyordu. Anne ise hafif bir utangaç tavırla kendini naza çekiyordu.
Ve en önemlisi de biz o sadece filmlerde gördüğümüz, kitaplarda okuduğumuz centilmenler klübünde idik. Daha gelmeden evvel beni gaza getirmesi için George Orwell’in Burma Günleri’ni okumuştum. 
İngiliz gentleman club
Fazlasıyla bu klüp anlayışı ile haşır neşir olmuştum. Sömürge zamanında İngilizlerin sosyalleşmek için bu klüpleri kullandıklarını biliyordum. Ama hala var olduklarından haberim yoktu. Gerçi sadece beyaz İngilizlerin klübü olmaktan çoktan çıkmış, daha ziyade şehrin ileri gelenlerin takıldığı, yemek yediği bir klüp haline gelmişti. Yine de duvarlarda o zamanlara ait resimler, doldurulmuş kaplan başları duruyordu. Johnnie’nin dediğine göre yapı aynen muhafaza edilmiş. Muhteşem yemekler yedik, şampanya eşliğinde. Tabi genelde ben fantezi dünyamda 1900’lü yılların başını yaşamakla meşgül olsam da arada sırada muhabbete katılmayı başardım.
Dönüşte, telefon problemimizi çözdükten sonra alışverişimizi de yapıp yola çıktığımızda hayatımda yediğim en güzel çikolatayı tattım. İnanılır gibi değildi. O kadar Belçikalara, İsviçrelere, İtalyalara gittim ve hayatımın en güzel çikolatasını Hindistan’da yedim.
Ama dönüşte hasta oldum. Ateşim çıktı. Dolayısıyla 2 gün boyunca yatakta yattım. Verandadaki ama. Royal Enfield’deki motor derslerimiz yarım kaldı, bir de tapınaktaki şenliği de kaçırdım, ama yine de hayat güzeldi...
Bulaşıkları yıkamamak güzeldi, etrafı toplamamak güzeldi, bilgisayarı verandada bırakmak güzeldi. 

Barınak'ta...
Zira Johnnie’nin yanında çalışanlar hem bekçilik hem de ev işlerini yapıyordu. Tamil Nadu’nun yerlilerindendiler, yerli derken öyle köy insanından ziyade kabilelerden söz ediyorum. Normalde bu yerliler cangılda geyik avlayıp hayatlarını kazanırlarmış. Ama devlet avlanmayı yasaklayıp hayatlarında sadece avlanmayı bilen bu kabile üyelerine bir iş edindirmek yerine, teşvik olsun diye toplu bir para verince, para da belli bir süre sonunda bitince hemen hemen hepsi alkolik olmuş. Johnnie’nin kahyası da alkolikmiş. Ama Johnnie ikinci şanslara inanan biri olduğundan ona bu işi vermiş. Şimdi ailesini geçindiren, işinde gücünde bir adam. Oldukça mutlu. Johnnie’ye bakarken gözleri minnetle ışıldıyordu.
9 kişi Johnnie için çalışıyordu, ihtiyacı olmasa da bu insanlara, Johnnie onların geçimini sağlamaları için iş veriyordu. Aynen arabasını yıkatmak için her seferinde aynı adama götürmesi gibi, kendisi araba yıkamasını çok severken..
Hayatımda ilk defa evde birisi ev işi yaparken, benim gönlüm çok rahattı.




16 Ocak 2011 Pazar

İrem ve Aslı yemek yaptığında Hindistan usulü yaz türlüsü yapar... MYSORE - HİNDİSTAN

16 Ocak 2011
Sabah kalktığımda önce maillerimi kontrol ettim. Manish bir gece evvel, Mysore’a 2 saat uzaklıkta Mudumalai yakınlarında yaşayan bir adamdan bahsetmişti. Johnnie, İngiltere’den gelip seneler evvel bu cangıla yerleşmiş, hizmetçileri ile birlikte tek başına yaşayan, gezginleri ağırlamaktan hoşlanan ve ‘hikayesi’ olan 50’li yaşlarda bir ağır abi. Tabi ki cangılda zaman geçirmek fikri beni benden almıştı.
Hayatımın tecrübesi olacağına inanıyordum. O yüzden gece yatmadan evvel Manish’in adını da zikrederek ona uzun bir mail atmıştım. Henüz cevap gelmediğini görünce biraz üzüldüm, ama yine umudumu korumaya karar verdim.
O gün Mysore’da büyük bir şehir turu yapacaktık. İlk durağımız ise Devaraja Market olacaktı. Ama öncesinde telefonu yaptırmak için müşteri hizmetlerine gittik.Festival devam ettiği için kapalıymış, pazartesiyi beklemek zorundaydık. Yani 2 gün daha telefonsuzduk, hay Allah!
Devaraja Market, dikdörtgen planlı, oymalarla bezenmiş dört giriş kapısı olan, beyaz renkli üstü açık bir yapının içinde yer alıyordu. Kapalıçarşı gibiydi, sadece çatısız. Yanyana bir sürü stand vardı, meyva standları, çiçek standları, tütsü standları… Hindular ibadetlerinde tanrılarına çiçek sunduklarından bu çiçek standları Hindistan’ın her yerinde buluyordu. Yaseminleri de genelde kadınlar saçlarına bağladıklarından etraf buram buram yasemin kokuyordu… Pazarın içinde şöyle bir yürüdükten sonra Maharaja Sarayı’na gitmek üzere yola çıktık.

Maharaja Sarayı
Mysore Sarayı da olarak bilinen bu fantastik yapı Hindistan’ın en büyük yapılarından biriymiş ve gerçekten de etkileyiciydi. Hint masallarından fırlamış gibiydi. Gerçi 1897’de atlattığı yangın sonrasında orjinaline sadık kalınarak tekrar restore edilmiş.Saatlerimizi orada geçirdikten sonra evdekilere Türk yemeği yapmak için gereken sebzeleri almak üzere markete gittik.
Hint usulü yaz türlüsü: 2 soğan ve birkaç diş sarımsak doğranarak biraz da domates püresi ilave edilerek mutfakta bulunan tek yağ olan hindistan cevizi yağında kavrulur, üstüne biraz havuç, kabak dilimlenip biraz su eklenir. Ele geçen, yemeğe uygun olabileceği düşünülen baharatlar koklanarak serpilir. Son olarak büyük bir dilim sevgi de konularak tencerenin kapağı kapanır ve sıcak servis edilir.
Çok sevdiler. Özellikle anne tabağını devamlı doldurup durdu. Beğenmelerinden mutluluk duyduk. Vejetaryen olduklarını bildiğimiz için sebze yemeği yapmıştık. Marketten önce patatesli yumurta yemeği yaparız diye bir sürü yumurta satın almıştık. Ama sonrasında Manish’ten öğrendik ki Cenist olduklarından yumurta yemiyorlarmış meğerse.


Hmmm... :)
Cenizm dininde, tüm canlıları sevmek ve saygı duymak adına hiçbir hayvanın etini yemiyorlardı ve yumurta da mutfaklarına girmiyordu. Aslında buna bir din demek ne kadar doğru olur pek emin değilim, daha ziyade bir öğreti gibiydi. Zira tapınmak için kiliselere de, camilere de, tapınaklara da gittiklerini söylediler. Kast sistemine ve Hinduizmin dayatmalarına başkaldırı şeklinde 6. Yüzyılda ortaya çıkmış. Özgürleşmenin, ruhların temizliği ile mümkün olduğuna inanıyorlardı. Şu anki liderleri insanların arasına çıktığında mutlaka ağzını bir bezle kapatıyormuş, kendisinden hiçbir mikrop yayılmasın diye. Bazı fanatikler ise doğaya ve başkalarına saygı adına zararlı olabilecek tüm teknolojileri kullanmayı reddediyorlarmış, mesela araba ya da başka hiçbir motorlu araç kullanmıyorlarmış. Manish’in ailesi bu derece fanatik değildi tabi. Ama gerçekten de o kadar sevgi doluydular ki, gözlerindeki pırıltıda sevgi görülüyordu. Etkilenmemek mümkün değildi. Belki de annenin yaptığı yemeklerin bu kadar lezzetli oluşunun nedeni de buydu. Hepsi büyük bir sevgi ile yapılıyordu.
O gün böyle güzel insanlarla tanıştığım için şükrederek uyudum. Gerçi hala cangıl Johnnie’den haber çıkmamıştı ama içimde iyi bir his vardı. Son dakikaya kadar bekleyecektik. Eğer cevap gelmezse bir sonraki durağımız olacak olan Kerala için biletimizi alacaktık.
Ertesi gün Manish’in ailesinin tavsiye ettiği 2 saat uzaklıktaki Golden Temple’in olduğu Bylakuppe’deki Tibet köyünü ziyarete gittik. İrem Tibet çayı içti ve hayatında ilk defa yediği ya da içtiği birşeyi bitiremeden bıraktı. Çay tuzluydu. O zaman anladık neden yabancılar, özellikle de İtalyanlar ayran dediğimizde suratlarını buruşturuyorlardı. Alıştıkları bir tad vardı ve yoğurt denince de hep meyvalı yoğurt yemiş olduklarından tuzlu bir sulu yoğurt düşüncesi pek hoşlarına gitmiyordu. Sanırım bizim için de tuzlu çay düşüncesi bir garip, tadı da beklentimiz dışında.
Otobüsün bizi bıraktığı yerden köye yürümemiz 1 saatimizi aldı. Tabi rahat rahat rikşa ile gidebilirdik, ama hayır, ona vereceğimiz para ile akşama kendimize güzel bir kahve ziyafeti çekebilirdik. Hem bu gece Mysore’daki son gecemiz olacaktı, Manish’e bizi ağırladığı için teşekkür etmek adına bira ısmarlayabilirdik.
Yolda Manish’ten mesaj geldi. Akşam üzeri mutlaka dönmüş olmamızı, bir sürprizi olduğunu söylüyordu. Tabi hemen hayal kurmaya başladım; Johnnie onu aramış ve bizi misafir etmek istediğini söylemiş olabileceğine dair. Başka bir alternatif de abisinin bizim çok sevdiğimiz ama hazırlanmasının saatler sürdüğü Tibet mutfağının göz bebeği Momolardan pişirmiş olabileceğiydi. Gerçi bu da güzel bir haber olurdu, ama yine de cangıla gitmeyi o kadar çok istiyordum ki benim için kesin hayalkırıklığı olurdu. Evet, kesinlikle sürpriz hakkında beklentim yüksekti.
Golden Temple, Budist tapınağı idi. Sri Lanka’daki Budist tapınaklarından çok büyüktü. Tapınakta aynı zamanda keşişlerin de yaşadığı ve eğitim gördüğü kocaman bir manastır bulunuyordu. Etrafta turuncu kıyafetleri içinde öğrenci keşişler dolanıyordu. Yine bir Pazar günü olduğu için bir sürü Hintli aile vardı, gezmeye gelmiş ve keşişlerle fotoğraf çektirmek için sıraya giren. Tabi bizi de birkaç fotoğraf karesi içine çekmeyi başardılar.

Golden Temple
Tapınağın içinde devasa 3 tane Buda heykeli vardı. Hepsi de altın suyu ile kaplı. Önlerinde ise baştan sona uzanan üzerinde canlı ve plastik çiçeklerin bulunduğu kocaman bir sunak. Tapınak duvarlarında ise Buda’nın öğretilerini anlatan bolca resim. O kutsal yerlerin verdiği huzur da vardı tabi ki.
Bir süre oturup içimize Budizm havası çektikten sonra dönüş yoluna geçtik. Mysore’a vardığımızda Manish ile buluşup önce kahve içtik ve ardından da birer olarak başlayıp sonra ikişere ve sonrasında da üçere çıkan biralarımızı yudumladık.



Golden Temple
Ama ben içmeyeyim de kim içsin. Evet, Johnnie aramış ve bizi misafir etmekten mutluluk duyacağını söylemiş. Hatta hayalimde bile aklıma gelmeyen bir jest daha yaparak bizi almaya Mysore’a gelecekmiş. Dediğim gibi ben içmeyeyim de kim içsin… Ha bir de Manish’in abisi bizim için momo yapmış ve bizi evde bekliyorlarmış.
3 bira ardından momo ziyafeti ve ertesi gün başlayacak, neden olduğunu bilmesem de hayatımı ve beni değiştireceğine inandığım bir cangıl deneyiminin heyecanı!

14 Ocak 2011 Cuma

Gerçekten de birşeyleri doğru yapmışım bu hayatta... MYSORE - HİNDİSTAN



14 Ocak 2011
Muavinlere hiç güvenim kalmadı. Her seferinde otobüste farklı bir ücret ödemekten çok sıkıldım. Ancak eskiden olsa sesimiz çıkmadan, istenen ne ise verirdik, ama şimdi işler değişti. Artık yolda olduğumuzu idrak ettim ya…
Madgao’ya vardığımızda tren istasyonuna gitmek için tekrar otobüse bindik. Daha önce İrem bilet almak için istasyona gitmiş olduğundan 7 rupi olduğunu biliyorduk. Bizden utanmadan 10 rupi istediler. Neden 3 rupi fazla olduğunu sorduk. Yeni bir kural çıktı karşımıza, 20 günlük Hindistan turumuzdan sonra öğrendik ki meğerse çantalara da para ödememiz gerekiyormuş. Dalga mı geçtiğini sordum. Biraz dayılanınca sustu tabi ki. Evet, zamanla eli maşalı olmayı daha da iyi öğreneceğim. Yolda olmak gerçekten de hergün yeni birşey öğretiyormuş insana…
Tren istasyonuna vardığımızda daha hala birkaç saat vardı önümüzde. Yiyecek birşeyler aldık biz de ve treni beklemeye başladık. Dileğimiz ve umudumuz trendeki kompartımanda muhabbet edebileceğimiz birileri ile karşılaşmaktı. Ama yine de bunu İrem ile birbirimize dile getiremiyorduk.
Tren istasyona ulaştığında 13. vagonu bulmak için ters yöne gidince koşmak zorunda kaldık. Nefes nefese bindiğimizde çantalarımızı ranzaların altındaki alana tekmeleyerek ve ittirerek bir şekilde sığdırdık. Tren tecrübemiz olduğundan sabah yola düşmeden evvel internetten trenin hangi istasyonlarda ve ne kadar süre ile duracağına bakmıştık, sigara ihtiyacını gidermek benim için hayati bir önem taşıdığından bunu kontrol etmeyi akıl ettiğimden dolayı kendimle ne kadar gurur duysam azdı.
Kompartımanda 3 kişilik bir aile ile birlikte, yalnız yolculuk eden iki amca vardı. Bir süre sonra bu iki adam birbirleriyle muhabbet etmeye başladı. Hala alışamamıştım iki Hintli’nin birbirleriyle İngilizce konuşmasına. Ama Hindistan’da 200’den fazla lisan bulunduğu ve hemen hemen her eyalette de farklı dil konuşulduğu için insanlar birbirleriyle iletişim için genelde İngilizce’yi tercih ediyorlardı. Gerçi çoğu Hindu dilini de biliyordu ama yine de İngilizce’yi seçiyordu.
İrem’le kendimizi çok sakin hissediyorduk artık. Alışmıştık. Bizi ne beklediğini biliyorduk. Kaçta yatılacağını, ışıkları nerden söndürebileceğimizi, tuvaletlerin nerde olduğunu, hatta yatakları istersek birileri ile değiştirebileceğimizi bile biliyorduk…
Bunun rahatlığı içerisinde gün batımını izlemek için vagonun kapısına oturduk. Bir yandan ne kadar gürültü çıkardığımıza aldırmadan, zira Hintliler için gürültü denen birşey söz konusu değildi, şarkı söyledik, fotoğraf çektik, ayaklarımızı vagondan aşağı sarkıttık… Yanımızda biten Hintliler ile muhabbet edip gittiğimiz yer hakkında notlar aldık. Zamanı geldiğinde yine sandviç ve bisküvi yedik. Yarım saat duracağını bildiğimiz istasyonda inip sigaramızı içtik. Biraz dolandık. Geri binmekte gecikince Hint usulü trene atladık. Canımız sıkıldığında ise liseden sonra ilk defa gizli gizli tuvalette sigara içtik, koskoca trende bizim dışımızdaki tek beyaz adam bizi tuvalette bastı.
Gece iyice düşerken de en üst ranzaya çıkıp bilgisayardan film izledik. Penelope. Gülümseyerek uyuduk. Sabah uyandığımızda Bangalore’ye gelmek üzere idik.
Bangalore’de birkaç saat kalıp etrafı gezecektik. Ama şehrin gürültüsüne istasyondan dahi katlanamayacağımıza karar verip ilk trenle Mysore’a devam etmek için bilet aldık. Platformda otururken de kahvaltımızı ettik.
Bindiğimiz banliyö treni idi ve ‘koltuk kapmaca’ oyunu eşliğinde oturacak yer bulduk. Bu işte İrem gerçekten de çok iyi, hakkını vermem lazım. İnsanlara önce hafif bir omuz atıyor, ardından da hafifçe vücudunu ön tarafa alıp arkadakilerini bertaraf ediyor. Boy avantajını da kullanarak kapıdan ilk olarak içeri giriyor. Biz de böylelikle ayakta kalmak zorunda kalmıyoruz.
Tren çok kalabalıktı. İnsanlar devamlı bize nerden geldiğimizi soruyor, biz de Türki diyip duruyorduk. Çoğu neresi olduğunu bilmediğinden sadece kafa sallamakla yetiniyordu.
3,5 saat sonunda Mysore’a vardık ve Mysore’un düzenli, temiz ve güzel istasyonu karşısında kalakaldık.
Telefonumuz yine bozulduğu için evinde kalacağımız çocuğu arayamamıştık. Ancak allahtan bu sefer en azından çağrı alabiliyorduk. O yüzden bizi istasyondan alacağını biliyorduk.
Manish’in evinde ailesi ile kalacağımız için heyecanlıydık. İlk defa bir Hint ailesinin içerisine giriyorduk. Evde Manish ve anne babasının yanı sıra abisi de kalıyordu. Manish, işe döneceğinden dolayı adres bilgilerini de vererek bize bir rikşa ayarladı. Karnataka eyaletinin en güzel hizmeti rikşalardaki taksimetrelerin çalışması ve ona göre para ödemen. Yani pazarlık etmemize ve şoförlere dayılık yapmamıza gerek kalmadı.
Rikşadan indiğimizde Manish’in abisi Amit karşıladı bizi. 35 yaşlarında tipik bir Hintli adamdı. Evde annesi ve babası da vardı. Herkes İngilizce konuştuğu için hemen muhabbete başladık.
Bu daha içinde bulunduğum ilk Hintli ailenin evi olduğu için genelleme yapamam, ama dikkatimi çeken evde koltuğun olmaması idi. Oturma odasında plastik sandalyelerde oturuyorduk. Hemen bize su ikram edildi. Bu da bir Hint geleneğiymiş, su çok değerli olduğundan misafirperverlik göstermek için önce su ikram edilirmiş. Mysore’a kuzeyden gelmişler. Hatta Manish’in anne ve babasının kökleri Butan’a dayanıyormuş. Babalarının Nepal’de çay tarlaları varmış. Amit de onunla birlikte çalışıyormuş. Ama Manish iş için Mysore’a taşınınca zamanlarının çoğunu bu şehirde geçirmeye başlamışlar.
Bize Manish kendi odasını verdi. Palolem’de kaldığımız harabeden sonra bu temiz cennette ilk yaptığımız tabi ki duş almak oldu, keselene keselene… Duştan çıktığımızda annesi bizim için sofra hazırlamıştı. Küçük kaselerin birinde ıspanaklı bir yemek, diğerinde patatesli bir yemek, bir diğerinde ise karnıbaharlı bir yemek vardı. Yanında da chapati. Hindistan’a geldiğimden hatta yola çıktığımdan bu yana yediğim en lezzetli yemekti. Chapatinin arasına koyduk bu yemekleri ve dürüm yapıp yedik. Bir de kaç gündür besin kaynağımız sadece peynirli sandviç ve bisküviden ibaret olduğu düşünülürse nasıl hissettiğimizi anlatamam. Zaten oradan ayrılıncaya kadar dönüp dolaşıp annesinin ne kadar güzel yemek yaptığından bahsettik. Karnımız doyunca hem şu telefon işini halletmek, hem bir sonraki destinasyonumuz olan Kochi’ye otobüs bileti sormak hem de Manish’i işinde ziyaret edip bir merhaba demek için şehir merkezine inmek üzere otobüse bindik.
Yolların düzgünlüğü, şehrin sistemli ve organize olması dikkatimizi çekti. Bu kadar büyük olmasını da beklemiyorduk burasının. Hindistan’da Ayurveda ve yoganın en önemli şehirlerinden birisi olduğunu daha önceden okumuş olsak da etraftaki yoga kurslarının ilanlarını, ayurveda koleji ve hastanesini görünce gerçekten de etkilendik. Turistik bir şehirdi, bu yüzden de diğer şehirlere nazaran temizdi.
Şehre vardığımızda önce Manish’in yanına uğradık. Ev eşyaları satan bir mağazada çalışıyordu. Telefonla ilgili problemimi söylediğimde yanında çalışan birilerini gönderdi telefonumla birlikte. 5 dakika sonra kimlik tespiti ile ilgili bir sorun yaşandığını, müşteri hizmetlerine bizzat gidip başvurmamız gerektiğini söyledi. Artık ertesi gün gideriz dedik. İş sonrası kahve içmek üzere evin yakınlarında bir yerde buluşmak için sözleşerek oradan ayrıldık.
Biz oraya otobüsle varıncaya kadar, o scooterı ile çoktan gelmiş, masada oturmuş ve bizi bekliyordu.
Geleneksel bir Hintli’den çok farklı bir çizgisi vardı. O da gezmek için çalışıyordu. Ama işinin rahat olduğunu ve 4 ay Cumartesi Pazar demeden çalışıp yeteri kadar para biriktirdiğinde birkaç ay yurtdışına gidebildiğini söyledi. Ocak sonunda da Kamboçya ve Vietnam’a gidecekti.
Muhafazakar bir Hintli ailesinin oğullarının 30 küsür yaşında hala bekar ve ‘gezgin’ olmasını kabul etmeyeceğini bildiğimden nasıl oldu da ailesinin buna musamma gösterdiğini sordum. Gerçekten de farklılardı. Tipik bir Hint ailesi değil, oldukça modern olduklarını ve kendisine saygı gösterdiğini söyledi. Dünyanın birçok yerinden gelen yabancıları ağırlamış. Ama biz ilk Türklerdik (her zamanki gibi). Türkiye’den konuştuk, Hindistan’dan konuştuk, seyahatlerden konuştuk. Kahveler bitti, yenilerini söylemeyip bira ile devam etmek üzere başka bir mekana geçtik. Bahçe içinde müstakil bir evi restoran yapmışlardı ve sürahilerle bira servis ediliyorlardı.
Gece ilerliyordu ve Manish’e aç olup olmadığını sorduk. O da belli bir yemek saatinin olmadığını, eve gittiğinde annesinin hazırladığını ve yediklerini söyledi. Bu saat gece 10, 11 ya da 12 olabilirmiş…
Nitekim eve döndüğümüzde 11’i geçiyordu ve onlar sofraya otururken biz bir önceki gecenin tren yolculuğunun etkisiyle yatağa çoktan yatmıştık.

 

12 Ocak 2011 Çarşamba

Ve gözlerimi geceyarısı açtığımda tavanda bir kedi bana gülümsüyordu... GÜNEY GOA - HİNDİSTAN

12 Ocak 2011
Sabah evden çok erken bir saatte ayrılacağımız için geceden Erkin ve Onur ile vedalaştık. Uyanır uyanmaz da yolluk kendimize bir sürü sandviç hazırlayarak beslenme çantamız ve biz yeniden yola düştük.
Gideceğimiz yer sadece birkaç saat uzaklıkta idi, ama yine de yolda olmak büyük bir keyif verdi. Hatta çantamın ağırlığı bile ilk defa bana batmadı. Evi ardımızda bıraktığımızda en sonunda ‘yolda’ olduğumuzu fark ettim. Bir ay sonrasında gelen bir aydınlanma... Geç idrak diyelim. O an geçmişimden ve İstanbul’dan artık sadece cismen değil, ruhen de kopma noktasında olduğumu gördüm. Arkama değil, yoluma bakıyordum artık. Yolun beni nereye götüreceği de pek önemli değildi, bundan sonra yolda nelerle karşılaşacağım, neler yaşayacağım, nelerle mutlu olup nelere üzüleceğim beni daha çok ilgilendirmeliydi.
Hindistan'a geldiğimizden bu yana ilk defa, otobüsün içinde ödeme yapmak yerine gişelerden bilet alıp Panjim’den Madgao’ya gitmek üzere otobüse bindik. Madgao’ya geldiğimizde 2 gün sonrası için Mysore’a tren bileti ayarlamak için İrem tren istasyonuna gitti, ben de çantaların başında bekledim. İstasyon uzak olduğu için gidip dönmesi 2 saat sürdü. Ama geldiğinde Palolem’e direkt giden otobüsü bulduk ve hemen atladık.
Bir buçuk saatlik bir yolculuk sonunda vardığımızda saat 3’e geliyordu. Önce bir yer ayarlayıp çantalarımızdan kurtulmamız lazımdı, sonrasında deniz sefası yapabilirdik. Sorduğumuz birkaç pansiyonun oda fiyatları bütçemizi çok aşıyordu. Fazla turistik bir yer olduğu için yaptığımız pazarlıklar da bir anlam ifade etmiyordu. Adamların 500 rupilik odaları için 150 öneriyorduk en nihayetinde. En sonunda bir adamla anlaştık, odaya 200 rupi verecektik. Odayı görmeye gittiğimizde ise şok olduk. Chennai’de kaldığımız oda bile bunun yanında saraydı. Pisliğini geçtim diyelim, duvarlarında delikler vardı ve çatı kirişleri de açıktı. Cibinlik yoktu. Duş denen şey ise kovaya doldurulmuş sudan ibaretti. Tuvalet zaten dışarıdaydı. Fazla seçeneğimizin olmadığını bildiğimizden bu harabede ancak 150 rupiye kalacağımızı söyledik. Adam da kabul etti. Zor bir gece olacağını tahmin ediyordum.
Kumsala indiğimizde gecenin ne kadar zor olacağını düşünmekten çoktan vazgeçmiş, güneşin tatlı tatlı beni sarması ile kendimden geçmiştim. Sahile eğilip denize reverans veren palmiyeleri ve hindistan cevizi ağaçlarıyla, altın rengi kumuyla, denizi ile bir cennetteydim.
O pis kovadan duş yapmamızın imkansız olacağını bildiğimizden denize kafamızı sokmadan girdik. Denizde boğuşmak zorunda olduğumuz dalgalar da yoktu üstelik. Bir hayalin gerçekleşmesi...
Artık kemerleri iyice kısma kararı aldığımızdan dolayı birkaç gün boyunca sadece sandviç yiyecektik. Beslenme çantamızla dolanıp duruyorduk o yüzden. En azından aç kalmıyorduk. Günde bir kere de bir restoranda soda ya da çay içme hakkımız vardı. Onu da akşama saklıyorduk.
Akşam olduğunda kumsaldaki bar ve restoranların hepsi sahile masa atmışlardı. Normalde sahilde ateş yakmak yasak olduğu halde kontrollü olduğundan dolayı restoranların ateş yakmalarına izin verilmişti. Ateş çevresinde oturup insanlar ya içiyor ya da yemek yiyorlardı. Canlı müzik duyduğumuz bir bara girip oturduk ve günün sodasını içtim, İrem de nane çayı.
Etrafta çok fazla yabancı vardı. Burada Kuzey Goa'dan daha fazla sayıda İngiliz ve İspanyol bulunuyordu, Ruslardan ve İsrailliler azdı. Hatta birkaç İtalyan’a dahi rastladık...
Keyifli bir geceden sonra odaya döndüğümüzde ışıkları söndürüp uyumaya cesaret edemedik. Gecenin karanlığında belirebilecek herhangi bir haşarat veya sürüngeni görmek hayati önem taşıyabilirdi. Gece boyunca asayişi kontrol etmek için birçok kez uyandım, bir keresinde ise nerden ve nasıl girdiğini kesinlikle anlayamadığım, tavan kirişlerinde salına salına yürüyen beyaz bir kedi ile göz göze geldim. Önce gelincik sandım, tabi uyku sersemi tavanda ne işi olabileceğini düşünmeden, renginin beyaz olduğunu da gözlerimi iyice açtığımda fark ettim. Birkaç saniye süren bakışmadan sonra odayı duvardaki bir delikten terk etti.
Sabah kalktığımızda gece boyunca her ne kadar birden fazla kez uyanmış olsam da güzel bir uyku çekmiş olmamızın şaşkınlığı içerisindeydim, acısız, böceksiz, yılansız ve akrepsiz bir gece keyfimi yerine getirmişti.

Yine de şansımızı fazla zorlamayalım dedik, çantaları odada bırakarak ucuz bir oda bulup bulmayacağımıza bakmak için kumsaldan Pantem’e doğru yürümeye başladık.
Hemen yan koya geçtiğimizde küçük bir cennetle karşılaştık. Ağaçlar, kayalıklar ve etraftaki renkli bungalovları ile masal diyarı gibiydi. Hemen fiyat sorduk ama tahmin ettiğimizden de fazla idi. O kadar huzur dolduk ki başka bir yer bulmak için uğraşmaktan vazgeçtik. Bir gün daha duşsuz idare edebiliriz dedik.
Tüm gün kumsalda yürüdük, kayalıklardan tırmandık, insanları izledik. Gece de başka bir barda çaylarımızı içerek günümüzü tamamladık.
Geceyi sağ salim atlattıktan sonra yine yol düşme vaktimiz gelmişti. Madgao’ya dönüp trenle önce Bangalore'ye, oradan da Mysore’a geçecektik...

6 Ocak 2011 Perşembe

Yolcu yolunda gerek... GOA - HİNDİSTAN


6 Ocak 2011
Sabah uyandığımda hala toktum. Evvelki gece çok para kaybetmiş olsa idik muhtemelen günü yatağın içerisinde kendimize acıyarak geçirirdik. Ammavelakin, hem daha görmemiz gereken birkaç yer olduğundan hem de öngörmediğimiz bir para kaybetmediğimizden kendimizi dışarı attık.
Sıra Arambol’a gelmişti...
O kadar geniş bir plajı vardı ki gördüğümüzde aklımız çıktı. Şaşkın şaşkın etrafımıza bakarken çevreyi gezmeden önce bir kafede oturmaya karar verdik. Orada bir süre daha dinlenmek isteyen İrem’i bırakıp denize girebileceğim en güzel noktayı bulmak için yürümeye başladım. Kumsalın bitiminden başlayan, rengarenk evlerin bulunduğu yamaç ilgimi çekti ve dümeni o tarafa çevirdim. Merdivenlerden tırmanıp yamaç boyunca uzanan evlerin arasındaki küçük bir patikada ilerlemeye başladım. Hintişi eşyaların satıldığı karşılıklı tezgahlar vardı. Küçük bir pazar yolu gibiydi. Tabi daha güzel manzaralı ve rengarenk.
Satılan eşyaları görmesem kendimi güney İtalya ya da Portekiz’de tur atıyormuşum gibi hissedebilirdim. Patikanın sonunda da başka bir koya vardım. Günün sürprizi oldu. Burada deniz hem daha sakindi hem de arka tarafta küçük bir lagünü vardı.
Hemen İrem’i alıp buraya geri gelmek için dönüş yoluna geçtim ki ‘Şuradaki sokak nereye gidiyor acaba?’ dememle yine dağıldım ve ancak 1 ya da 2 saat sonra İrem’in yanına varabildim.
Tabi bu arada da hiç denize girmedim.
Akşamüstü olmuştu, önce küçük bir Arambol turu atıp tekrar kumsala indik. Bu arada ben de yola çıktığımızdan bu yana peşinde olduğum ateşli poilere en sonunda kavuştum. Çetin pazarlıklarla... Yeni oyuncağımla oynamak için sabırsızlanıyordum.
Kumsal her türlü insanla doluydu gün batımını izlemek için gelen. Hollahop çevirenler, kafasında şeffaf bir küreyle dolaşanlar, sopa çevirenler, yoga, tai-chi, meditasyon yapanlar, kulaklarında kulaklık çılgınca dans edenler... Doğru yeri bulmuştuk en sonunda, rahat rahat takılıp kimsenin yadırgayan gözlerle bakmayacağı.

Konser görüntüleri...
Hava karardıktan sonra kumsalın diğer tarafından müzik sesleri gelmeye başladı. Tabi biz de hemen aksiyonun olduğu yöne hareket ettik. 3 kişi djembe ile müthiş bir ritm tutarken, 1 kişi de gitarla eşlik ediyordu. Etraflarında deli gibi dans eden en azından 30 kişilik bir grup vardı. Tam yanlarına çömeldik ki bir çocuk da trompetle müziğe katıldı. Herkes bir şekilde gruba dahil oldu, danslarıyla, ayaklarıyla ritm tutmalarıyla, kahkahalarıyla, ateş danslarıyla, ortamla bütünleşen ruhlarıyla...
Arambol’un içine döndüğümüzde karşımıza bir barda tabla ve perküsyon dinletisi çıktı. Keyif içinde orada da zaman geçirdikten sonra odamıza döndük. Oda demek tabi biraz güç, daha ziyade tek odalı küçük bir bungalow. Her zamanki gibi, her yeri dökülüyordu.
Rusların yılbaşısı olduğu için etraftan geç seslere kadar bağrışma, çağrışma, gülüşme, ‘dasdrovye’ çığlıkları geldi. Bizi uyandırdı diyemem zira biz uyanıktık. Buraya sabah gelirken ufak bir ayrıntıyı yanımızda getirmeyi atlamıştık; uyku tulumlarımızı. Geceyarısını geçmesiyle gözlerimizi ürpermeden ziyade ‘titreme’ ile açtık. O kadar üşüyorduk ki ne yapacağımızı şaşırdık. Yanımızda olan tüm tişörtleri üstüste giymemiz hiçbir anlam ifade etmedi. Sabahı sabah ettik. Belki biraz sıcaklık yayar diye bilgisayarımı dahi açıp kafamın üstüne dayadım, tabi ki işe yaramadı. En sonunda saat 5’e gelirken İrem yüzükoyun dizlerini başına çekip top vaziyette, bense ayaklarım çantamda, kafam yastığa gömülü, çantanın hemen üstünden başlayıp kafamın üzerine uzanan pareonun altında uyuyakalmışız. Uyanınca tabi kendimizi kumsala atıp güneşin altında uyukladık. Akşam üzeri oradan ayrıldığımızda üşümemiz geçmişti.
Vagator’a gitmek üzere aktarma yaptığımız Mapusa’da İrem biraz fotoğraf çekmek için kaldı. Bense eve döndüm ve kendimi hemen duşa attım. Ertesi gün Panaji’yi keşfedelim diyorduk ama sabah uyandığımda kolumu bile kıpırdatamadığımı fark ettim, İrem gitti, bense tüm günü yatakta geçirdim ve ancak ertesi gün toparlanıp ‘Old Goa’ya gidebildim.
Old Goa, 16. ve 18. yüzyıllar arasında Doğu’nun Roma’sı olarak bilinen, ancak 1835’lerdeki kolera ve sıtma salgını dolayısıyla şehrin terkedilmesinden ötürü 1843 yılında başkent ünvanını Panaji’ye kaptırmış, birkaç kilise ve katedralin bulunduğu turistik küçük bir kasabaydı. Pazar günü gittiğimiz için hemen hemen tüm kiliselerde ayin vardı ve Goa nüfusunun %24’ünü oluşturan Hıristiyan topluluğun da büyük bir kısmı bu ayinlere katılmak için buraya gelmişti.
Daha önceki Avrupa gezilerimizden zaten birçok kilise ve katedral görmüştük. O yüzden bize pek farklı gelen birşey olmadı. Buralara Hindistan ve Hint kültürünün etkisini merak ediyorduk, ama tek etkisinin Hıristiyan Hintlilerin bu ayinlere katılımı olduğunu gördük. Bir de Bom Jesus olarak anılan kilisenin adının Bom Shiva’dan geldiği konusunda umudumuzu koruduk.

Arambol sahili
Eve döndüğümüzde İrem’in Bollywood kariyerinin başlamadan bittiğini anladık. Yeni yıl sabahı kumsala tek başına gittiğinde yanına bir Hintli adam yaklaşmış, filmde rol alıp almayacağını sormuştu. Günde 1500 rupi verdiklerini söylemişlerdi. Bu rakamın buradaki yaşantımızı oldukça kolaylaştıracağı düşünülürse, tüm hafta boyunca adamla telefonda konuştuk; ne zaman başlayacak, nerde çekilecek vb. hakkında. Hatta işe ben de talip oldum. Ama adamdan ses soluk çıkmayınca en sonunda böyle bir filmin olmayacağına ikna olduk. Bollywood hikayemizin bir sonraki durağımızda yazılması umuduyla tekrar yola düşmeye ve Kuzey Goa’dan ayrılmaya karar verdik. Yeni güzergahımız Güney Goa’daki Palolem idi...