1 Ocak 2011 Cumartesi

Yılbaşı itirafları GOA - HİNDİSTAN

Yılbaşı süsleriyle donatılmış balkonumuz...
Anjuna pazarı manzaraları...
1 Ocak 2011
Goa, 1400’lerde Delhi Sultanlığı’ndan Vijayanagar İmparatorluğu’na, Adil Shah of Bijapur’dan Marathas’lara kadar birçok devletin himayesi altına girdikten sonra 1510’da Portekizlilerin eline geçmiş. İşin bizi şaşırtan kısmı ise 1961’de bağımsızlığını elde edinceye kadar da Portekizlilerin sömürgesi altında kalmış. Zaten Portekiz etkisi her şekilde kendini gösteriyor Goa’da, özellikle de mimaride. Henüz Lizbon’a gitmedim, ama Lizbon’un fotoğraflarından aklımda kalan hep rengarenk evleri olmuştur. Goa’da da bu tarz evler dikkatimi çekti. Doğu’nun mistik havasından ziyade Akdeniz meltemi yani. 60’larla birlikte de hippilerin mekanı haline gelmiş burası. Özellikle Anjuna, Arambol, Vagator, Chapora.
Her Çarşamba Anjuna’da bit pazarı kuruluyor, çiçek çocukları zamanında ya eve dönmek ya da burada daha fazla kalabilmek için ellerinde ne varsa satmak adına kurmuşlar ilk kez bu pazarı. Sonrasında da bu bir gelenek haline gelmiş, nam-ı yürüyüp bu zamanlara kadar gelmiş. Tabi ilk kuruluş amacı ile şimdiki arasında pek bir ortak nokta kalmamış, zira bu Pazar için artık ülkenin dört tarafından satıcılar gelip tezgahlarını kuruyorlar. Tibet antikaları, Hintişi kıyafetler, çantalar, takılar, baharatlar, binbir çeşit çaylar, ayaküstü atıştırmalıklar, hatta canlı müzik sesi gelen barlar bile vardı. Buraya vardığımızda saat öğlene geliyordu ve gerçekten de trafikle cebelleştik yolda. Hem kalabalıktan hem de rengarenk ortamdan biraz başımız dönmüş olarak ilk alışverişimizi yaptık; güneş gözlükleri. Benim gözlükler Tangalle’daki kumların altında kalmıştı, ertesi gün Tissa’ya vardığımda gözlüğün yokluğunu fark etmiştim. İrem’in zaten en baştan niyeti buradan almak olduğu için de sıra sıra güneş gözlükleri tezgahlarını gezmeye başladık. Açılış fiyatı 650 rupi olan gözlükleri 200 rupi’ye alıp, ardından halhal faslına geçtik. Halhal işini de kişi başı 25 rupi’ye halletikten sonra olayın havasına kaptırdık kendimizi, antreman olsun diye almayacağımız şeyler için pazarlık yapıp tezgahlardaki baharatları koklamaya başladık, anason gibi taneli olanlardan da ara ara ağzımıza atıyorduk.
Bir iki saat daha geçmemişti ki kalabalıktan iyice başımız dönüp sersem sersem etrafa bakmaya başladık, bu durumda daha çok alışveriş yapma olasılığımız olduğundan ve para saçma hevesimiz arttığından en iyisi herşeyi tadında bırakmak diyerek motorlara döndük. Akşama Anjuna kumsal partilerini keşfedecektik.
O yüzden de eve geldiğimizde büyük bir heyecanla hazırlandık ve müziğin geldiği yöne doğru ilerledik.
Yüzlerce park etmiş motorun yanında sığışacak bir alan bulmamızla kumsala yürümemiz bir oldu. ‘Aman parti kaçmasın’ şeklinde hızlı hızlı yürüyorduk. Önce Curly’s diye bir mekana gittik. Önündeki kumsala bir sürü plastik sandalye ve masayla birlikte, bizim sucuk ekmek misali birçok satıcının pişirip satış yaptığı tezgahlarını da aştıktan sonra ikinci kattaki dans pistinin olduğu yere kavuştuk. Bir yere oturup ilk içkilerimizi söyledikten sonra etrafı izlemeye başladım. Dans pistinde daha çok en fazla 20 yaşlarında birkaç Hintli kendinden geçmiş şekilde dans ediyordu. Oturduğumuz kısımda da Ruslar, İsrailliler, İngilizler, Hintliler diye tahmin ettiğim birçok grup ya muhabbet halinde ya da kopmuş halde oturuyorlardı. Ya da ayakta zenne misali yarı çıplak göbek atıyorlardı. Birkaç kişi de sürünerek dans pistine ulaşma çabasındaydı. Şaşkın şaşkın etrafı izleyip birkaç yorum yaptıktan sonra tebdili mekanda ferahlık vardır diyerek kalktık. Sağolsun barın çıkışında ‘muhafazakar’ Hintli dostlar kıçımı yoklamadan geçit vermediler, deli oldum tabi.
Kumsalda yanyana bir sürü bar vardı, hepsinden ayrı müzik geliyordu. O yüzden sanırım biraz Bodrum’a benzettim, ama farklı olarak barların hemen önünde değildi deniz, kumsal en azından 20 metre eninde idi. Biraz yürüdükten sonra canlı müzik yapılan bir bara girdik. Birer bira daha içtik ve eve döndük.
Açıkçası biraz hayalkırıklığı oldu burası. Duyduğum onca hikayeden sonra beklentilerim tabi ki biraz yüksekti. Ama işin güzel yanı ise bu tarz eğlencelerden hoşlanmıyorsan her zaman kafanı dinleyebileceğin bir yerin olması idi, kaçabileceğin ve huzur bulabileceğin başka bir yer mutlaka bulunuyordu. Mesela küçük Vagator’un plajı. Kimsecikler yoktu. Neden ateş yakılmadığını merak ettim, meğerse yasakmış. Hem takdir ettim hem de hayalkırıklığına uğradım. Ateş etrafı muhabbetleri oldum olası severim. Bir de ateş çevirebileceğim poi veya sopam da varsa değmeyin keyfime. Ama hala ne poi ne de sopa bulabildim buralarda. Arambol’da bulmayı ümit ediyordum. Artık oraya ne zaman gidersek, herhalde yeni yılda...
Eve döndüğümüzde biraz içkinin de etkisi ile yeni yıl kutlamalarına hemen ertesi gün yani ayın 30’unda başlamak gerektiğine karar verdik. Türk usulü rakı balık yapalım dedik.
Sabah o yüzden önce Mapusa’ya gidildi, balık bakıldı, balıklar beğenilmeyince, İrem ile biz mutfağa girip rakı mezesi hazırladık; sofraya oturduğumuzda saat 8’e geliyordu. Erkin, Türkiye’den en son gelişinde bir sürü rakı bardağı getirmiş, onları bavulunda sakladığı çoraplardan teker teker, büyük bir incelik ve özenle çıkarıp binbir tembihle masaya koydu.
Rakıyı seviyorum ne yalan söyliyim, hele ki masada yapılan rakı muhabbetini daha da çok seviyorum. Yılbaşı için özenip aldığımız ışıklarla bezediğimiz balkona çıkıp devam ettik muhabbete. Herşey güzeldi, en güzeli de o an duymadığım ama varlığını hissettiğim okyanus dalgalarının hemen oracıkta olduğunu bilmekti.
Gece geç saatlere kadar konuşuldu, ilk pes eden İrem oldu ve gidip yattı, gerçi yatağa yattığında dahi hala dışarı çıkalım, gidip dans edelim kumsalda diye sayıklıyordu... Biliyorum ki giderdi de üşenmeyip, ama biz fazlasıyla üşeniyorduk. Hem ertesi gün yılbaşı idi, bünyeyi de fazla yormamak, ertesi gün erkenden çaptan düşmemek gerekiyordu.
2010 yılının son gününe uyandığımda senenin muhasebesini yaptım gözlerimi açar açmaz. Ne çok yaşanmışlık vardı, bazıları gerçekten mutsuz anlardı, göz yaşı dolu. Şubat başlarıydı doğru hatırlıyorsam, bir gece İrem’le Babylon’da bir konsere gitmiştik. Konser sonrası Asmalı’da uzun uzun oturup hayatta ne kadar tıkanmış olduğumuzu fark etmiştik. Doğum sancısı işte o zaman başlamıştı. Değiştirmemiz gerekiyordu. Ama o kadar da kolay değildi o değişimi kabul etmek. Bayağı ayak diredik, unutmaya çalıştık birbiri ardına yuvarladığımız viskilerle, yeni tanıştığımız insanların bizden daha vahim gözüken hayatlarıyla. Fakat herkes kendi hayatını yaşıyordu, artı ve eksileriyle, memnuniyet ya da memnuniyetsizlikleriyle. Bazıları daha cesurdu hayatlarındaki eksikleri görüp bunları değiştirmek için adım atabilmek adına, bazıları ise sadece kendini kandırmaya çalışıyordu, camdan bir fanus içinde korunaklı olduklarının inancıyla. İlk radikal değişimi yapmaya karar veren İrem oldu. Eylül başı, araştırma görevlisi olarak senelerdir sürdürdüğü akademik kariyerini bırakacak ve şansını İtalya’da deneyecekti. Hemen araştırmalarına başladı İtalya’daki üniversiteleri. En kolay başlangıç ise, tecrübesi olduğu mimarlık alanında bir doktora programı bulmak olabilirdi, sonrası da onun sosyal becerilerine kalacaktı.
Bir karar verdikten sonra bekleme süreci gerçekten çok acı verici, sabra gerek var hem de fazlasıyla. Onun sabahları işe gitmek için ne kadar zorlandığını görebiliyordum. Hem de bu iş ki daha ortaokuldan hayalini kuruyordu. Hayatımda, küçüklükte ne olmak istediğine karar verip büyüdüğünde o işi yapan tek insan İrem olmuştu ve şimdi o kadar aşık olduğu işten gittikçe soğuduğunu görmek beni de üzüyordu. Ama bir yandan da esin vericiydi ve bu değişim için benim de birşeyler yapmamın gerektiğinin bir işareti idi. Tatminsiz bir hayat yaşıyordum ben de; kendime ait bir evim yoktu, değil bir aile kurmak doğru düzgün bir ilişki yaşamayalı zaten yıllar olmuştu, para dediğin şey haftasonu partilerinde suyunu çekiyordu... Hayatım boyunca tek bir hayalim olmuştu, o da dünyayı gezmek. Bunun için de yapmam gereken tek şey biraz cesur olup tek başıma gidebileceğime ve güvenle gezebileceğime inanmamdı. Allahtan hayatım boyunca bu cesareti bulup yollara düşmüş birçok gezginle karşılaşmıştım, tabi ki hepsi yabancı, örnekler olunca karşında herşey daha kolay gözüküyordu.
Yine de nihai kararı almak aylarımı aldı. ‘Ben gidiyorum’ dediğimde temmuz ortasıydı. Bu kararla birlikte hem rahatladım hem de para biriktirmek adına gece hayatından feragat ettim. Zaten zamanı da gelmişti, bu kadar eğlence ve hayatı unutmaya çalışma yeterdi.
İrem ve ben ayrı amaçlar için hazırlıklarımızı son sürat sürdürüyorduk. Karar veremiyordum, Afrika’dan mı Asya’dan mı başlasam diye. Afrika’nın yalnız bir yolculuk için daha tehlikeli olduğu gerçeği karşısında Asya’yı tercih ettim.
Ağustos başıydı, İrem, İtalya başvurularından red almaya başlamıştı. İçten içe İrem’in de bu yolculuğa benimle çıkmasını istiyordum, ama bu onun en büyük hayali değildi, dolayısıyla baskı yapmamak adına lafını bile açmıyordum. Allahtan bunu dile getiren başkaları oldu. Bir gece Burgaz adada muhteşem bir gün batımı sonrası İrem kararını vermişti, o da benimle gelecekti.
Araştırmalar iki koldan devam etmeye başladı o zaman. Forumlara giriliyor, haritadan rota çizilmeye çalışılıyor, her gün yeni bir fikir doğuyor, en ucuz nasıl ve ne şekilde gidilire bakılıyor, gönüllü çalışabileceğimiz yerler kontrol ediliyordu...
23 Ağustos’ta aralık başında gitmek üzere Sri Lanka uçak biletlerimizi aldık. (Özlem, beni affetttt!!) Başlangıç noktamız orası olacaktı, oradan da artık kader bizi nereye götürürse...
Karar vermek zordu, karardan sonra ‘o günü’ beklemek daha da zordu. Şüpheye düşmediğim kısa anlar olmadı da değil hani. Ama hep aynı sonuca vardım, şimdi yapamazsam bir daha asla yapamayacaktım ve bunu yapmadığım sürece de kurulu bir düzenim hiçbir zaman olamayacaktı, zira farkında olmadan bu ’gitme’ hayaliyle seneler boyunca kendimi, ilişkilerimi hatta kariyerimi sabote etmiştim ve bunu daha fazla sürdürmem sadece mazoşizm ve beni sevenler için de sadizmdi.
Çok sancılı ve sıkıntılı geçirmiş olsam da 2010 yılına kendim ve hayattan beklentilerim adına öğrettiği şeyler için minnettar kalacağım herhalde diyerek bu son günde yataktan kalkıp yılın son kahvaltısını Vagator’da etmek üzere yola çıkan ev ahalisine katıldım. Taze meyva, ‘curd’ dedikleri yoğurt, müsli ve baldan oluşan kahvaltım, her ne kadar İstanbul’da her Pazar sabah yaptığımız kuş sütünün eksik olmadığı, Cumartesi gecesi kritiklerinin yapıldığı ve boşlukların tamamlandığı kahvaltılarla bir olmasa da yılın son kahvaltısı olarak oldukça başarılıydı. Sonrasında ise yeni yıl münasebetiyle İstanbul’la bağlantıya geçilmeye çalışıldı. En sonunda sim kartımızla ilgili sorunumuz da hallolmuştu. Meğerse Mamallapuram’da doldurduğumuz belgeler GSM merkezine ulaşmayınca hattımızı kesmişler, bir de üstüne üstlük eyaletler arasında ‘roaming’ olması dolayısıyla kontör yüklememiz gerektiğini ve kontörsüz çağrı bile alınamadığını bilmediğimizden iki gündür de ulaşılamıyormuşuz. Her neyse, en sonunda hallettik bu sorunu, ama bu sefer de hatların yoğunluğundan kimse bize ulaşamadı. En azından annemler böyle söyledi. Tüm gün boyunca hem İrem’in hem de benimkiler ulaşmaya çalışmış ama nafile... Yurtdışında bu telefonlar gelmeyince insan kendini daha bir yalnız ve terkedilmiş hissediyor, bir de atılan birkaç mesajın cevabı da gelmiyorsa insan çok içleniyor, ne kadar çabuk unutuldum diye. Londra’da yaşarken bunu çok hissederdim, burada da bu anılar canlandı bir anda.
Neyseki parti zamanıydı ve parti gün batımı ile başlayacaktı. Onur ve Erkin’in Rus bir arkadaşının bize katılmasıyla birlikte Chapora Fort’a gittik. Tepede, kumsala bakan Portekizliler zamanından kalma bir kale, motorla beş dakika kadar uzaklıkta. Hala daha kendi başımızdan kullanamadığımızdan ‘arkadaki yolcu’ olarak seyahat etmeye devam ediyorduk. Ama yine de rüzgarı hissederken etrafı izleyip millete maydanoz olmak güzeldi. Burada motor ehliyeti istememelerinin İrem’in benimle gelmesinin en büyük nedeni olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.


senenin son gününü uğurlamak için muhteşem yer...
Chapora Fort’tan senenin son güneşini batırdıktan sonra Tibet restoranına gidip momo yedik, isteğe göreiçinde sebze ya da peynir ya da et olan ve sıcak servis edilen mantı benzeri bir yemek. Yılın son gününde bile bir ilki gerçekleştirmek pek bir zevkliydi.
Eve dönüp hangi parti ile başlayacağımıza karar verip yine yola düştük. Önce Anjuna yolu üzerinde olan dünyaca ünlü DJ’lerin çaldığı bir partiye gittik. Ama giriş parası 1500 rupi olunca ve bu paranın da normalde bizim 5 günlük bütçemiz olduğundan ücretsiz girebileceğimiz başka bir yere yöneldik Anjuna’da. Bara vardığımızda hemen içkilerimizi aldık. Malum yılbaşı ve herşey 3 katıydı. 80’lerdeki yazlık diskolar tadında, sadece müziğin günümüz müziği olduğu, Hintlilerin çoğunlukla kenarda durup hatun kestiği, oldukça karanlık bir ortamdı. Birkaç tepindikten sonra geceyarısı yaklaşırken havai fişeklerimizi alıp Vagator plajına gittik. Hayatımın en büyülü yarım saatini orada geçirdim. Geceyarısına doğru her yerden havai fişek yükselmeye başladı, gökyüzü devamlı parlıyordu. Bu gecelik çevreciliği bir kenara bırakıp biz de kendi fişeklerimizi ateşledik. Ayaklarımız suda, gökyüzüne bakıp kendi çevremizde360 derece dönerek ve bağıra çağıra şarkılar söyleyerek 2011’e girdik. Eve partiler arası ufak bir mola için döndüğümüzde bana bu gece yaşadığımın yettiğini düşündüm ve bir buçuk gibi yüzümde güzel bir tebessümle uyuyakaldım. Ev ahalisi sabaha kadar partilemeye devam etmiş gerçi, tabi ben uyurken...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder