14 Ocak 2011 Cuma

Gerçekten de birşeyleri doğru yapmışım bu hayatta... MYSORE - HİNDİSTAN



14 Ocak 2011
Muavinlere hiç güvenim kalmadı. Her seferinde otobüste farklı bir ücret ödemekten çok sıkıldım. Ancak eskiden olsa sesimiz çıkmadan, istenen ne ise verirdik, ama şimdi işler değişti. Artık yolda olduğumuzu idrak ettim ya…
Madgao’ya vardığımızda tren istasyonuna gitmek için tekrar otobüse bindik. Daha önce İrem bilet almak için istasyona gitmiş olduğundan 7 rupi olduğunu biliyorduk. Bizden utanmadan 10 rupi istediler. Neden 3 rupi fazla olduğunu sorduk. Yeni bir kural çıktı karşımıza, 20 günlük Hindistan turumuzdan sonra öğrendik ki meğerse çantalara da para ödememiz gerekiyormuş. Dalga mı geçtiğini sordum. Biraz dayılanınca sustu tabi ki. Evet, zamanla eli maşalı olmayı daha da iyi öğreneceğim. Yolda olmak gerçekten de hergün yeni birşey öğretiyormuş insana…
Tren istasyonuna vardığımızda daha hala birkaç saat vardı önümüzde. Yiyecek birşeyler aldık biz de ve treni beklemeye başladık. Dileğimiz ve umudumuz trendeki kompartımanda muhabbet edebileceğimiz birileri ile karşılaşmaktı. Ama yine de bunu İrem ile birbirimize dile getiremiyorduk.
Tren istasyona ulaştığında 13. vagonu bulmak için ters yöne gidince koşmak zorunda kaldık. Nefes nefese bindiğimizde çantalarımızı ranzaların altındaki alana tekmeleyerek ve ittirerek bir şekilde sığdırdık. Tren tecrübemiz olduğundan sabah yola düşmeden evvel internetten trenin hangi istasyonlarda ve ne kadar süre ile duracağına bakmıştık, sigara ihtiyacını gidermek benim için hayati bir önem taşıdığından bunu kontrol etmeyi akıl ettiğimden dolayı kendimle ne kadar gurur duysam azdı.
Kompartımanda 3 kişilik bir aile ile birlikte, yalnız yolculuk eden iki amca vardı. Bir süre sonra bu iki adam birbirleriyle muhabbet etmeye başladı. Hala alışamamıştım iki Hintli’nin birbirleriyle İngilizce konuşmasına. Ama Hindistan’da 200’den fazla lisan bulunduğu ve hemen hemen her eyalette de farklı dil konuşulduğu için insanlar birbirleriyle iletişim için genelde İngilizce’yi tercih ediyorlardı. Gerçi çoğu Hindu dilini de biliyordu ama yine de İngilizce’yi seçiyordu.
İrem’le kendimizi çok sakin hissediyorduk artık. Alışmıştık. Bizi ne beklediğini biliyorduk. Kaçta yatılacağını, ışıkları nerden söndürebileceğimizi, tuvaletlerin nerde olduğunu, hatta yatakları istersek birileri ile değiştirebileceğimizi bile biliyorduk…
Bunun rahatlığı içerisinde gün batımını izlemek için vagonun kapısına oturduk. Bir yandan ne kadar gürültü çıkardığımıza aldırmadan, zira Hintliler için gürültü denen birşey söz konusu değildi, şarkı söyledik, fotoğraf çektik, ayaklarımızı vagondan aşağı sarkıttık… Yanımızda biten Hintliler ile muhabbet edip gittiğimiz yer hakkında notlar aldık. Zamanı geldiğinde yine sandviç ve bisküvi yedik. Yarım saat duracağını bildiğimiz istasyonda inip sigaramızı içtik. Biraz dolandık. Geri binmekte gecikince Hint usulü trene atladık. Canımız sıkıldığında ise liseden sonra ilk defa gizli gizli tuvalette sigara içtik, koskoca trende bizim dışımızdaki tek beyaz adam bizi tuvalette bastı.
Gece iyice düşerken de en üst ranzaya çıkıp bilgisayardan film izledik. Penelope. Gülümseyerek uyuduk. Sabah uyandığımızda Bangalore’ye gelmek üzere idik.
Bangalore’de birkaç saat kalıp etrafı gezecektik. Ama şehrin gürültüsüne istasyondan dahi katlanamayacağımıza karar verip ilk trenle Mysore’a devam etmek için bilet aldık. Platformda otururken de kahvaltımızı ettik.
Bindiğimiz banliyö treni idi ve ‘koltuk kapmaca’ oyunu eşliğinde oturacak yer bulduk. Bu işte İrem gerçekten de çok iyi, hakkını vermem lazım. İnsanlara önce hafif bir omuz atıyor, ardından da hafifçe vücudunu ön tarafa alıp arkadakilerini bertaraf ediyor. Boy avantajını da kullanarak kapıdan ilk olarak içeri giriyor. Biz de böylelikle ayakta kalmak zorunda kalmıyoruz.
Tren çok kalabalıktı. İnsanlar devamlı bize nerden geldiğimizi soruyor, biz de Türki diyip duruyorduk. Çoğu neresi olduğunu bilmediğinden sadece kafa sallamakla yetiniyordu.
3,5 saat sonunda Mysore’a vardık ve Mysore’un düzenli, temiz ve güzel istasyonu karşısında kalakaldık.
Telefonumuz yine bozulduğu için evinde kalacağımız çocuğu arayamamıştık. Ancak allahtan bu sefer en azından çağrı alabiliyorduk. O yüzden bizi istasyondan alacağını biliyorduk.
Manish’in evinde ailesi ile kalacağımız için heyecanlıydık. İlk defa bir Hint ailesinin içerisine giriyorduk. Evde Manish ve anne babasının yanı sıra abisi de kalıyordu. Manish, işe döneceğinden dolayı adres bilgilerini de vererek bize bir rikşa ayarladı. Karnataka eyaletinin en güzel hizmeti rikşalardaki taksimetrelerin çalışması ve ona göre para ödemen. Yani pazarlık etmemize ve şoförlere dayılık yapmamıza gerek kalmadı.
Rikşadan indiğimizde Manish’in abisi Amit karşıladı bizi. 35 yaşlarında tipik bir Hintli adamdı. Evde annesi ve babası da vardı. Herkes İngilizce konuştuğu için hemen muhabbete başladık.
Bu daha içinde bulunduğum ilk Hintli ailenin evi olduğu için genelleme yapamam, ama dikkatimi çeken evde koltuğun olmaması idi. Oturma odasında plastik sandalyelerde oturuyorduk. Hemen bize su ikram edildi. Bu da bir Hint geleneğiymiş, su çok değerli olduğundan misafirperverlik göstermek için önce su ikram edilirmiş. Mysore’a kuzeyden gelmişler. Hatta Manish’in anne ve babasının kökleri Butan’a dayanıyormuş. Babalarının Nepal’de çay tarlaları varmış. Amit de onunla birlikte çalışıyormuş. Ama Manish iş için Mysore’a taşınınca zamanlarının çoğunu bu şehirde geçirmeye başlamışlar.
Bize Manish kendi odasını verdi. Palolem’de kaldığımız harabeden sonra bu temiz cennette ilk yaptığımız tabi ki duş almak oldu, keselene keselene… Duştan çıktığımızda annesi bizim için sofra hazırlamıştı. Küçük kaselerin birinde ıspanaklı bir yemek, diğerinde patatesli bir yemek, bir diğerinde ise karnıbaharlı bir yemek vardı. Yanında da chapati. Hindistan’a geldiğimden hatta yola çıktığımdan bu yana yediğim en lezzetli yemekti. Chapatinin arasına koyduk bu yemekleri ve dürüm yapıp yedik. Bir de kaç gündür besin kaynağımız sadece peynirli sandviç ve bisküviden ibaret olduğu düşünülürse nasıl hissettiğimizi anlatamam. Zaten oradan ayrılıncaya kadar dönüp dolaşıp annesinin ne kadar güzel yemek yaptığından bahsettik. Karnımız doyunca hem şu telefon işini halletmek, hem bir sonraki destinasyonumuz olan Kochi’ye otobüs bileti sormak hem de Manish’i işinde ziyaret edip bir merhaba demek için şehir merkezine inmek üzere otobüse bindik.
Yolların düzgünlüğü, şehrin sistemli ve organize olması dikkatimizi çekti. Bu kadar büyük olmasını da beklemiyorduk burasının. Hindistan’da Ayurveda ve yoganın en önemli şehirlerinden birisi olduğunu daha önceden okumuş olsak da etraftaki yoga kurslarının ilanlarını, ayurveda koleji ve hastanesini görünce gerçekten de etkilendik. Turistik bir şehirdi, bu yüzden de diğer şehirlere nazaran temizdi.
Şehre vardığımızda önce Manish’in yanına uğradık. Ev eşyaları satan bir mağazada çalışıyordu. Telefonla ilgili problemimi söylediğimde yanında çalışan birilerini gönderdi telefonumla birlikte. 5 dakika sonra kimlik tespiti ile ilgili bir sorun yaşandığını, müşteri hizmetlerine bizzat gidip başvurmamız gerektiğini söyledi. Artık ertesi gün gideriz dedik. İş sonrası kahve içmek üzere evin yakınlarında bir yerde buluşmak için sözleşerek oradan ayrıldık.
Biz oraya otobüsle varıncaya kadar, o scooterı ile çoktan gelmiş, masada oturmuş ve bizi bekliyordu.
Geleneksel bir Hintli’den çok farklı bir çizgisi vardı. O da gezmek için çalışıyordu. Ama işinin rahat olduğunu ve 4 ay Cumartesi Pazar demeden çalışıp yeteri kadar para biriktirdiğinde birkaç ay yurtdışına gidebildiğini söyledi. Ocak sonunda da Kamboçya ve Vietnam’a gidecekti.
Muhafazakar bir Hintli ailesinin oğullarının 30 küsür yaşında hala bekar ve ‘gezgin’ olmasını kabul etmeyeceğini bildiğimden nasıl oldu da ailesinin buna musamma gösterdiğini sordum. Gerçekten de farklılardı. Tipik bir Hint ailesi değil, oldukça modern olduklarını ve kendisine saygı gösterdiğini söyledi. Dünyanın birçok yerinden gelen yabancıları ağırlamış. Ama biz ilk Türklerdik (her zamanki gibi). Türkiye’den konuştuk, Hindistan’dan konuştuk, seyahatlerden konuştuk. Kahveler bitti, yenilerini söylemeyip bira ile devam etmek üzere başka bir mekana geçtik. Bahçe içinde müstakil bir evi restoran yapmışlardı ve sürahilerle bira servis ediliyorlardı.
Gece ilerliyordu ve Manish’e aç olup olmadığını sorduk. O da belli bir yemek saatinin olmadığını, eve gittiğinde annesinin hazırladığını ve yediklerini söyledi. Bu saat gece 10, 11 ya da 12 olabilirmiş…
Nitekim eve döndüğümüzde 11’i geçiyordu ve onlar sofraya otururken biz bir önceki gecenin tren yolculuğunun etkisiyle yatağa çoktan yatmıştık.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder