17 Ocak 2011 Pazartesi

Cangıl’da bir Aslı ve İrem... MUDUMALAI - HİNDİSTAN


Cangıl Evi
17 Ocak 2011
Sabah heyecandan erkenden kalkmamız beklenirdi. Ancak biz kendimizi yataktan kazımakta zorluk çekince evden ancak öğlen çıkabildik. Güya sabah erkenden çıkıp Chaumundi tepesine gidecek ve oradaki tapınağı gezecektik, sonra da eve gelip eşyalarımızı toplayacak, telefon sorunumuzu çözüp Johnnie ve Manish ile buluşacaktık...
Öğlen kalkınca Chaumundi’ye gitmeye zamanımız kalmadığından acele etmeden, ağır ağır hazırlandık, duşlarımızı aldık. Herkese büyük bir seremoni eşliğinde veda ettik. Tam çantalarımızı sırtımıza yükleyip odadan çıkmak üzereyken anne geldi, elinde de 2 tane küpe ve bindi seti (Hintli kadınların alınların ortasına yapıştırdıkları 3. göz anlamındaki küçük aksesuar)...
Gözlerim yaşardı. Gösterdikleri misafirperverliğin tam karşılığını veremedim diye hayıflanırken, bir de bu güle güle hediyelerini vermiş olmaları beni o kadar duygulandırdı ki kendimi tutamadım. Evden çıktığımızda hala sesimiz soluğumuz çıkamıyordu. Evet, onları çok sevmiştik, kalbimize dokunmuşlardı. O zaman yeniden hatırladım neden yolda olduğumu; kalbime ve ruhuma dokunacak, içime yaşam sevgisi dolduracak ve hayatta ne kadar şanslı bir hatun olduğumu hatırlatacak güzel insanlarla tanışacaktım.
Telefon işimizi yine halledemedik. Sim kartı Tamil Nadu eyaletinden aldığımız için ancak oradan halletme şansımız olduğunu söylediler. Goa’da sorunumuzu çözmüş olduklarını söylememiz pek birşey ifade etmedi. Eyaletler ve eyaletlerin kendi kuralları.. Belki de sadece bizimle ilgilenen görevlinin tembelliği...
Öğlene doğru Manish’in söylediği buluşma noktasına ulaştık. Park Plaza’daki restoranda öğle yemeği yiyorlardı. Johnnie ile en sonunda tanıştık. Yanlarında 2 kız daha vardı, bir tanesi İsviçreli diğeri İsviçre’de yaşayan bir Amerikalı. İki kızla da öğle yemeği boyunca muhabbet ettik, onlar da 4 gün boyunca Johnnie’de kalmışlardı ve şimdi de turlarının Mysore bölümünü yaşamak için buraya gelmişlerdi. Johnnie bizden uzak oturduğu için muhabbete katılamadı. Ama tanıştığımızda bir İngiliz olarak elini uzatıp tokalaşmasını beklerken bize sarılması hoşuma gitti. Beyaz sakallı, beyaz saçlı hafif Noel Baba görünümünde bir amca, evet göbekli.
Tanışmamızdan sonra ilk muhabbetimizi sigara içmek için girdiğimiz restoranın içindeki ‘sigara fanusunda’ yaptık. Ekmek nasıl yapılır, cangıldaki genel hayat, kedisi Pepper ...
Yarım saat sonrasında yola çıkmaya hazırdık, kızlar kendi bavullarını arabadan aldılar, biz de kendimizinkini bıraktık. Manish ile vedalaştık, İstanbul’a mutlaka beklediğimizi söyledik ve yola düştük...
Arabada, benim gibi bir kahve manyağı ile tanışmış olduğumu fark ettim ve üstelik Hindistan’ın en iyi kahvesinin kendi evinde olduğunu da iddia edince ‘cennete mi yol alıyoruz?’ diye düşünmeden edemedim...
İlk tanıştığım insanlarla genelde konuşacak bir konu bulmakta zorlanırım. Ortak yönleri bilmezsin, o yüzden dediklerin karşı tarafın ne kadar ilgisini çekebileceği konusunda şüphelerin vardır. Ama Johnnie ile öyle olmadı. 2 saatlik yol boyunca devamlı konuştuk. Biraz o hikayesini anlattı, biraz da biz... Mudumalai yakınlarına geldiğimizde akşam üzeri oluyordu. Bizi bir nehrin kenarına götürdü. Hayatımda ilk defa bir filin nehirde yıkanmasına tanık oldum.
Bakıcısı sırtında iken nehre girdi, nehrin ortasına kadar gitti ve bir noktada sulara gömüldü. Sadece hortumunun ucu dışarıda kaldı. Bir iki dakika suyun altında o şekilde kaldıktan sonra dışarı çıktı. Günün yorgunluğunu nehrin sularında atmış, akşam yemeğine hazırdı.
Yanımızda başka bir fil daha vardı, bir ağaca bağlı duran. Kafasını deli gibi sağa sola sallıyordu. Daha önce Colombo’da gittiğimiz tapınakta da görmüştüm kafasını headbang edası ile sallayan bir fili. Haklıymışım, filler sıkıldıklarında kafalarını sallıyorlarmış...
Nehirde kaldığımız yarım saat boyunca yan gözle Johnnie’yi izledim. O kadar büyük bir şefkatle filleri seyrediyordu ki içindeki canlılara olan kocaman sevgisini hissettim. Yine doğru bir insanla tanışmıştım.
Eve zorlu bir patikadan vardık. Jipin içinde zıplayıp durduk. Muhteşem evine geldiğimizde İrem ile nutkumuz tutuldu. Koskocaman bir bahçe içerisinde, arkasında heybetli dağların olduğu harika bir ev. Toplamda 3 odası vardı. Johnnie’nin yatak odası, salon ve çalışma odası. Ama en önemlisi, hayatını geçirip son nefesini orada vermekten bir an bile gocunmayacağın koskocaman bir veranda.
İrem ile biz çalışma odasında kalacaktık, o yüzden çantaları oraya bıraktık. Verandaya çıktığımızda Johnnie’nin komşusu ile tanıştık. Nigel. Onun hakkında yolda Johnnie bizi uyarmıştı. Kendisinin İngiltere’de ünlü bir aktör olduğundan fazlasıyla paparazzi korkusu varmış. O yüzden evinin oralarda fotoğraf çekmememizi söylemişti. Birkaç gün sonrasında Londra’ya gidecekmiş. Margaret Thatcher’ın hayatının konu edildiği bir filmde Merly Streep ile oynuyormuş.
Sevdim bu ünlü cangıl adamını. Geveze denebilecek kadar konuşkan, aynı zamanda oldukça karizmatik ve sempatikti.
Bir yandan muhabbet ediyor, bir yandan biramı yudumluyor bir yandan da derin derin burada nasıl mutlu ölebileceğimi düşünüyordum. Herşey vardı; doğa vardı, sevgi vardı, şefkat vardı, lüks vardı. En önemlisi de huzur vardı.
Akşam gitarlar çalındı, şarkılar söylendi, ekmekler yapıldı, yemekler yendi. ‘Kendimizi cidden evimizde hissettik’. Bunun rahatlığı ile gözlerimi kapattığımda o gece, biran önce sabah olması için dua ettim.

Johnnie ve ben, alışverişte...
2 gün kalacaktık. Ama 2 gün sonra Johnnie’nin babasının doğumgünü olduğunu öğrendik ve bizim için de ‘klüpte’ rezervasyon yapmışlardı. Gitmemek olmazdı tabi, ayıp. Ne olacak bir gün daha kalırız dedik.
Günün doğumunu gördük. Dağlara o muhteşem ışığın yansımasını ve doğanın canlanışını izledik. Bir gün daha kalalım dedik.
Evin yakınlardaki köye gittik ve dağa tırmandık. Dağın doruğundaki tapınağa gittik ve rahip tarafından kutsandık. Artık acılara karşı dayanıklı hale geldik. Bir gün daha kalalım dedik.
Cumartesi benim doğumgünümdü, Johnnie pasta yapacağım, mumları üfleyeceğin dedi. Doğumgünümü de geçirmek için kalalım dedik.
2 gün kalacağımız yerde tam bir hafta kaldık.
Her günümüz ayrı güzeldi. Bir gün fil kampına gittik. Akşam üzeri gelip fillerin yemeklerini 
yedikleri restorana. Johnnie, bir şekilde bakıcıları ayarlayınca bebek fillerin yanına girdik ve onları
Fil kampı
sevdik. Hortumlarıyla öptüler bizi, kokladılar uzun uzun. Bir tanesi 4,5 yaşında diğeri ise daha 2 bile değildi. Fillerin 80 yaşına kadar yaşadıklarını o zaman öğrendim ve çalışmayı da çok sevdiklerini. Kampa gittiğimiz gün Johnnie’nin Bangalore’den gelen bir arkadaşı da bize eşlik etti. Birkaç güne kadar Singapur’da işe başlayacak olan sessiz sakin Vivek. Birkaç ay evvel Singapur’da çalışan bir kızla tanışmış, onunla birlikte olmak için de şimdi kendisi oraya taşınıyormuş. Muhafazakar bir Hindu ailesinden gelmesine rağmen pek kurallarla arası iyi olmayan sevimli bir insan. Kalbinin götürdüğü yere giden. Et yiyen. İçki içen.
Johnnie’nin babasının doğumgününe gittiğimiz gün hasta oldum. Klüp, 2500 metre yükseklikteki bir dağa kurulmuş olan Ooty’de idi. Johnnie, Hindistan’daki beşinci kuşaktı. Gerçi İngiltere’de doğmuş, İngiltere’de büyümüş olmasına rağmen ancak emekli olunca sürekli burada yaşamaya başlamış. Soylu bir aileden geliyor. Hatta annesi ve babası Londra’daki o efsanevi St. Paul katedralinde evlenmişler. Muhteşem insanlar. Johnnie’nin içindeki sevgiyi ailesinden aldığını görebiliyorduk. Nerdeyse 60 yıldır evliydiler ve hala dizdize, gözgöze oturuyorlardı. Baba, eşine olan aşkını anlatırken gözleri doluyordu. Anne ise hafif bir utangaç tavırla kendini naza çekiyordu.
Ve en önemlisi de biz o sadece filmlerde gördüğümüz, kitaplarda okuduğumuz centilmenler klübünde idik. Daha gelmeden evvel beni gaza getirmesi için George Orwell’in Burma Günleri’ni okumuştum. 
İngiliz gentleman club
Fazlasıyla bu klüp anlayışı ile haşır neşir olmuştum. Sömürge zamanında İngilizlerin sosyalleşmek için bu klüpleri kullandıklarını biliyordum. Ama hala var olduklarından haberim yoktu. Gerçi sadece beyaz İngilizlerin klübü olmaktan çoktan çıkmış, daha ziyade şehrin ileri gelenlerin takıldığı, yemek yediği bir klüp haline gelmişti. Yine de duvarlarda o zamanlara ait resimler, doldurulmuş kaplan başları duruyordu. Johnnie’nin dediğine göre yapı aynen muhafaza edilmiş. Muhteşem yemekler yedik, şampanya eşliğinde. Tabi genelde ben fantezi dünyamda 1900’lü yılların başını yaşamakla meşgül olsam da arada sırada muhabbete katılmayı başardım.
Dönüşte, telefon problemimizi çözdükten sonra alışverişimizi de yapıp yola çıktığımızda hayatımda yediğim en güzel çikolatayı tattım. İnanılır gibi değildi. O kadar Belçikalara, İsviçrelere, İtalyalara gittim ve hayatımın en güzel çikolatasını Hindistan’da yedim.
Ama dönüşte hasta oldum. Ateşim çıktı. Dolayısıyla 2 gün boyunca yatakta yattım. Verandadaki ama. Royal Enfield’deki motor derslerimiz yarım kaldı, bir de tapınaktaki şenliği de kaçırdım, ama yine de hayat güzeldi...
Bulaşıkları yıkamamak güzeldi, etrafı toplamamak güzeldi, bilgisayarı verandada bırakmak güzeldi. 

Barınak'ta...
Zira Johnnie’nin yanında çalışanlar hem bekçilik hem de ev işlerini yapıyordu. Tamil Nadu’nun yerlilerindendiler, yerli derken öyle köy insanından ziyade kabilelerden söz ediyorum. Normalde bu yerliler cangılda geyik avlayıp hayatlarını kazanırlarmış. Ama devlet avlanmayı yasaklayıp hayatlarında sadece avlanmayı bilen bu kabile üyelerine bir iş edindirmek yerine, teşvik olsun diye toplu bir para verince, para da belli bir süre sonunda bitince hemen hemen hepsi alkolik olmuş. Johnnie’nin kahyası da alkolikmiş. Ama Johnnie ikinci şanslara inanan biri olduğundan ona bu işi vermiş. Şimdi ailesini geçindiren, işinde gücünde bir adam. Oldukça mutlu. Johnnie’ye bakarken gözleri minnetle ışıldıyordu.
9 kişi Johnnie için çalışıyordu, ihtiyacı olmasa da bu insanlara, Johnnie onların geçimini sağlamaları için iş veriyordu. Aynen arabasını yıkatmak için her seferinde aynı adama götürmesi gibi, kendisi araba yıkamasını çok severken..
Hayatımda ilk defa evde birisi ev işi yaparken, benim gönlüm çok rahattı.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder