16 Ocak 2011 Pazar

İrem ve Aslı yemek yaptığında Hindistan usulü yaz türlüsü yapar... MYSORE - HİNDİSTAN

16 Ocak 2011
Sabah kalktığımda önce maillerimi kontrol ettim. Manish bir gece evvel, Mysore’a 2 saat uzaklıkta Mudumalai yakınlarında yaşayan bir adamdan bahsetmişti. Johnnie, İngiltere’den gelip seneler evvel bu cangıla yerleşmiş, hizmetçileri ile birlikte tek başına yaşayan, gezginleri ağırlamaktan hoşlanan ve ‘hikayesi’ olan 50’li yaşlarda bir ağır abi. Tabi ki cangılda zaman geçirmek fikri beni benden almıştı.
Hayatımın tecrübesi olacağına inanıyordum. O yüzden gece yatmadan evvel Manish’in adını da zikrederek ona uzun bir mail atmıştım. Henüz cevap gelmediğini görünce biraz üzüldüm, ama yine umudumu korumaya karar verdim.
O gün Mysore’da büyük bir şehir turu yapacaktık. İlk durağımız ise Devaraja Market olacaktı. Ama öncesinde telefonu yaptırmak için müşteri hizmetlerine gittik.Festival devam ettiği için kapalıymış, pazartesiyi beklemek zorundaydık. Yani 2 gün daha telefonsuzduk, hay Allah!
Devaraja Market, dikdörtgen planlı, oymalarla bezenmiş dört giriş kapısı olan, beyaz renkli üstü açık bir yapının içinde yer alıyordu. Kapalıçarşı gibiydi, sadece çatısız. Yanyana bir sürü stand vardı, meyva standları, çiçek standları, tütsü standları… Hindular ibadetlerinde tanrılarına çiçek sunduklarından bu çiçek standları Hindistan’ın her yerinde buluyordu. Yaseminleri de genelde kadınlar saçlarına bağladıklarından etraf buram buram yasemin kokuyordu… Pazarın içinde şöyle bir yürüdükten sonra Maharaja Sarayı’na gitmek üzere yola çıktık.

Maharaja Sarayı
Mysore Sarayı da olarak bilinen bu fantastik yapı Hindistan’ın en büyük yapılarından biriymiş ve gerçekten de etkileyiciydi. Hint masallarından fırlamış gibiydi. Gerçi 1897’de atlattığı yangın sonrasında orjinaline sadık kalınarak tekrar restore edilmiş.Saatlerimizi orada geçirdikten sonra evdekilere Türk yemeği yapmak için gereken sebzeleri almak üzere markete gittik.
Hint usulü yaz türlüsü: 2 soğan ve birkaç diş sarımsak doğranarak biraz da domates püresi ilave edilerek mutfakta bulunan tek yağ olan hindistan cevizi yağında kavrulur, üstüne biraz havuç, kabak dilimlenip biraz su eklenir. Ele geçen, yemeğe uygun olabileceği düşünülen baharatlar koklanarak serpilir. Son olarak büyük bir dilim sevgi de konularak tencerenin kapağı kapanır ve sıcak servis edilir.
Çok sevdiler. Özellikle anne tabağını devamlı doldurup durdu. Beğenmelerinden mutluluk duyduk. Vejetaryen olduklarını bildiğimiz için sebze yemeği yapmıştık. Marketten önce patatesli yumurta yemeği yaparız diye bir sürü yumurta satın almıştık. Ama sonrasında Manish’ten öğrendik ki Cenist olduklarından yumurta yemiyorlarmış meğerse.


Hmmm... :)
Cenizm dininde, tüm canlıları sevmek ve saygı duymak adına hiçbir hayvanın etini yemiyorlardı ve yumurta da mutfaklarına girmiyordu. Aslında buna bir din demek ne kadar doğru olur pek emin değilim, daha ziyade bir öğreti gibiydi. Zira tapınmak için kiliselere de, camilere de, tapınaklara da gittiklerini söylediler. Kast sistemine ve Hinduizmin dayatmalarına başkaldırı şeklinde 6. Yüzyılda ortaya çıkmış. Özgürleşmenin, ruhların temizliği ile mümkün olduğuna inanıyorlardı. Şu anki liderleri insanların arasına çıktığında mutlaka ağzını bir bezle kapatıyormuş, kendisinden hiçbir mikrop yayılmasın diye. Bazı fanatikler ise doğaya ve başkalarına saygı adına zararlı olabilecek tüm teknolojileri kullanmayı reddediyorlarmış, mesela araba ya da başka hiçbir motorlu araç kullanmıyorlarmış. Manish’in ailesi bu derece fanatik değildi tabi. Ama gerçekten de o kadar sevgi doluydular ki, gözlerindeki pırıltıda sevgi görülüyordu. Etkilenmemek mümkün değildi. Belki de annenin yaptığı yemeklerin bu kadar lezzetli oluşunun nedeni de buydu. Hepsi büyük bir sevgi ile yapılıyordu.
O gün böyle güzel insanlarla tanıştığım için şükrederek uyudum. Gerçi hala cangıl Johnnie’den haber çıkmamıştı ama içimde iyi bir his vardı. Son dakikaya kadar bekleyecektik. Eğer cevap gelmezse bir sonraki durağımız olacak olan Kerala için biletimizi alacaktık.
Ertesi gün Manish’in ailesinin tavsiye ettiği 2 saat uzaklıktaki Golden Temple’in olduğu Bylakuppe’deki Tibet köyünü ziyarete gittik. İrem Tibet çayı içti ve hayatında ilk defa yediği ya da içtiği birşeyi bitiremeden bıraktı. Çay tuzluydu. O zaman anladık neden yabancılar, özellikle de İtalyanlar ayran dediğimizde suratlarını buruşturuyorlardı. Alıştıkları bir tad vardı ve yoğurt denince de hep meyvalı yoğurt yemiş olduklarından tuzlu bir sulu yoğurt düşüncesi pek hoşlarına gitmiyordu. Sanırım bizim için de tuzlu çay düşüncesi bir garip, tadı da beklentimiz dışında.
Otobüsün bizi bıraktığı yerden köye yürümemiz 1 saatimizi aldı. Tabi rahat rahat rikşa ile gidebilirdik, ama hayır, ona vereceğimiz para ile akşama kendimize güzel bir kahve ziyafeti çekebilirdik. Hem bu gece Mysore’daki son gecemiz olacaktı, Manish’e bizi ağırladığı için teşekkür etmek adına bira ısmarlayabilirdik.
Yolda Manish’ten mesaj geldi. Akşam üzeri mutlaka dönmüş olmamızı, bir sürprizi olduğunu söylüyordu. Tabi hemen hayal kurmaya başladım; Johnnie onu aramış ve bizi misafir etmek istediğini söylemiş olabileceğine dair. Başka bir alternatif de abisinin bizim çok sevdiğimiz ama hazırlanmasının saatler sürdüğü Tibet mutfağının göz bebeği Momolardan pişirmiş olabileceğiydi. Gerçi bu da güzel bir haber olurdu, ama yine de cangıla gitmeyi o kadar çok istiyordum ki benim için kesin hayalkırıklığı olurdu. Evet, kesinlikle sürpriz hakkında beklentim yüksekti.
Golden Temple, Budist tapınağı idi. Sri Lanka’daki Budist tapınaklarından çok büyüktü. Tapınakta aynı zamanda keşişlerin de yaşadığı ve eğitim gördüğü kocaman bir manastır bulunuyordu. Etrafta turuncu kıyafetleri içinde öğrenci keşişler dolanıyordu. Yine bir Pazar günü olduğu için bir sürü Hintli aile vardı, gezmeye gelmiş ve keşişlerle fotoğraf çektirmek için sıraya giren. Tabi bizi de birkaç fotoğraf karesi içine çekmeyi başardılar.

Golden Temple
Tapınağın içinde devasa 3 tane Buda heykeli vardı. Hepsi de altın suyu ile kaplı. Önlerinde ise baştan sona uzanan üzerinde canlı ve plastik çiçeklerin bulunduğu kocaman bir sunak. Tapınak duvarlarında ise Buda’nın öğretilerini anlatan bolca resim. O kutsal yerlerin verdiği huzur da vardı tabi ki.
Bir süre oturup içimize Budizm havası çektikten sonra dönüş yoluna geçtik. Mysore’a vardığımızda Manish ile buluşup önce kahve içtik ve ardından da birer olarak başlayıp sonra ikişere ve sonrasında da üçere çıkan biralarımızı yudumladık.



Golden Temple
Ama ben içmeyeyim de kim içsin. Evet, Johnnie aramış ve bizi misafir etmekten mutluluk duyacağını söylemiş. Hatta hayalimde bile aklıma gelmeyen bir jest daha yaparak bizi almaya Mysore’a gelecekmiş. Dediğim gibi ben içmeyeyim de kim içsin… Ha bir de Manish’in abisi bizim için momo yapmış ve bizi evde bekliyorlarmış.
3 bira ardından momo ziyafeti ve ertesi gün başlayacak, neden olduğunu bilmesem de hayatımı ve beni değiştireceğine inandığım bir cangıl deneyiminin heyecanı!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder