20 Şubat 2011 Pazar

Üzüntü ve muz kabuğu... Yolda olmayı özlüyorum! AUROVILLE - HİNDİSTAN

20 Şubat 2011
Yarı açık cezaevi tabiri ile çok karşılaşmıştım da yarı açık hastanede ilk defa bulunuyordum. Önce gidip kayıt yaptırılıyordu, 100 rupi karşılığında hem sıra numarası hem de boş reçete alınıyordu. Sonra da sıranın gelmesi için oturulup bekleniyordu. Hemşire bacağımı görünce doğrudan beni içeri aldı. Doktor hemen hemşireye gidip yaranın temizlenmesi gerektiğini söyledi. Oysa henüz ishalimden ve bayıldığımdan bile bahsedemeden kendimi başka bir odada buldum. Yarayı temizleyip antibiyotikli krem sürdükten sonra ilk işim hastane tuvaletini ziyaret etmek oldu. Bacağım acımıyordu, o yüzden benim için öncelik bağırsaklarımdı, doktorun yanına tekrar gittim. Önce tansiyonumu ölçtüler, hayrettir ki 11’e 6 çıktı. Genelde hep düşüktür. Sonra kilomu ölçtüler. 50 kilonun altına düşmüşüm, oysa kilo aldım sanıyordum. En sonunda doktora şikayetlerimi anlattığımda gıda zehirlenmesi olduğumu söyleyip reçeteyi doldurdu.

İlaç alacağımı duyunca rahatladım. Eczanenin orada Geoffrey ilaçlarımı almakla meşgulken oda arkadaşım Gary’e rastladım. Meğer o da bağırsakları için ilaç almaya gelmiş. Halimi ve özellikle de yaramı görünce panikledi. İrem’i görürse beni aramasını söylemesini rica ettim. Geoffrey’den bana ulaşabileceği için telefonu İrem’e bırakmıştım.

Hastaneden çıkıp eve geldiğimizde uzandım. Bacağımın acımaması bana hala garip geliyordu. Artık birkaç gün burada kalacaktım, toparladığımda da Sadhana’ya dönecektim. Muhtemelen Pazartesi komün yaşamıma tekrar kavuşacaktım.

İrem ile konuşup olanları anlattığımda ertesi sabah doğrudan eve geldi. Birkaç gün boyunca bana hastabakıcılık yapacaktı. Kazadan iki gün sonra sabah uyandığımda ise yürüyemiyordum. Ayağa kalktığımda o kadar büyük bir acı duyuyordum ki bayılacak gibi oluyordum. Yanlış birşeyler olduğunu düşündüm. İçgüdülerim bana doktora gitmem gerektiğini söylüyordu ve ben artık içgüdülerimi dinlemem gerektiğini biliyordum.

Doktor hemen gördü beni, enfeksiyon kapmışım. Hemen 5 günlük antibiyotik yazdı ve yaramın temizlenmesi için yine pansumana gönderdi. Her gün pansumana gelmem gerektiğini söyledi.

Hemşire yaranın üzerine birikmiş ölü derileri temizlemesi gerektiğini söyledi ve işleme başladı. Acıdan yine bayılacak gibi oldum.

Ertesi gün gittiğimde başka bir hemşire vardı, pek temizlik yapmadı, sadece bantlarımı değiştirdi.

Ertesi gün en sonunda işinin ehli bir hemşire ile karşılaştım. Hala yürüyemediğimden bahsettim. Üstelik devamlı da ateşim vardı. enfeksiyon geçmemişti. Yaramda hala çok fazla ölü deri olduğundan ve hepsinin temizlenmeden iyileşmemin imkansız olduğunu söyledi ve operasyona başladı.

O ne acıydı öyle! Dağdan yuvarlandığımda dahi bu kadar acı çekmemiştim. Yarayı kazıyorlardı, kimi zaman jiletle kimi zaman cımbız gibi bir aletle. Yarım saat sonra artık dayanma gücüm kalmamıştı. Beni uyuşturun diye yalvarmaya başladım. Hemşire geri kalanı ertesi günü tamamlayacağını söyledi.

Bir gün sonra gittiğimde bana önce ağrı kesici iğnesi yaptılar, etkisini göstermesi için bir saat bekledikten sonra operasyona başladılar. Yine aynı tanıdık acıydı. Dayanmam gerektiğini biliyordum. Sesimi çıkarmak istemiyordum. Hemşire daha fazla acı çekmemem için bir noktada durdu. Devam et dedim, bunun bitmesi gerekiyordu bir an önce. İçimden bayılmak ve acıyı hissetmemek için dua ediyordum. Ama bir mucize oldu ve hissetmemeye başladım, hem de kendimden geçmeden. Yaranın hepsini o gün temizlediler. İyi olacağımı, iyileşip tekrar yürüyeceğimi düşündüm.

Ertesi gün gittiğimizde ölü deri gene fışkırmıştı yaradan. Artık temizliyorlar temizliyorlar ama hiçbir şeye yaramıyordu, enfeksiyon bir türlü bitmiyordu. Yaranın bir kısmı çok feci zarar görmüştü ve üzeri bir türlü temizlenemiyordu.

Çaresizliğim acı ile birleştiğinde daha fazla kendimi tutamadım ve ağladım.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Daha da kötüsü olabilirdi tabi... AUROVILLE - HİNDİSTAN

9 Şubat
İkinci iş günümüzde 6’da kalktık. Meditasyon kısmı olmadığı için ilk işimizi yapmaya ormana gittik. Ormanda yeni ekilen fideleri suladık. Kahvaltı sonrasında ise bahçe sulama işimize başladık. Bu sefer hem 5 kişi olduğumuz hem de sistemimizi kurduğumuz için çabucak bitirdik. Hatta öğle yemeği öncesinde duş alacak zamanım bile oldu.
Yemek sonrası mutfağa gittim. Evvelki gece gösterimi yapan İsviçreli çocuk da mutfakta çalışmaya geldi. Girerken ‘Selamün aleyküm’ dedikten sonra ‘Tüm Türkler böyle selamlaşır!’ hükmünü dile getirince artık dayanamadım ‘Hayır, biz Türkler hep böyle selamlaşmayız, şehirde daha ziyade Merhaba ya da Selam deriz’ diyince çocuk şaşırdı ve ilk cümlesi ‘Türk olduğunu bilmiyordum, ben de büyüyünce Türk olacağım’ oldu. Yarı İtalyan da çıkınca hem İtalyanca hem İngilizce konuşmaya başladık. Mutfakta bizim ikimiz dışında 2 hintli, 1 İngiliz, bir İsviçreli daha, iki Alman vardı. 3 saat boyunca bize verilen patatesleri, havuçları, pancarları kesip durduk, güle oynaya. İrem kendini iyi hissetmediğinden bu süre boyunca yataktaydı. Gerçi ben de sabahtan bu yana 4 defa tuvaleti ziyaret etmiştim, ama dayanamayacak halde değildim. Muhtemelen yemek sistemimiz değişmişti ve vücut da dile gelip şikayetini bildiriyordu. Tam yemek işini bitirdik ki Geoffrey ziyaretimize geldi. Hem de bir paket bisküvi ile. İrem ile kendimize bisküvi ziyafeti çektikten sonra akşam yemeğini yedik.  Akşam yemeği  sonrası İrem mutfak temizleme işine gitti, bense ana bungalovdaki film gösterimine. Gerçi yarısında kaçmayı planlıyordum, kendimi yorgun hissettiğimden gidip yatacaktım. Ertesi gün öğlen Geoffrey gelip beni alacaktı. O zamana kadar kendimi toparlamayı umut ediyordum. Ancak gösterim sırasında yanlış yerde oturunca kaçamadım. Gerçi belgesel de ilgimi çekmişti. İnsanların vegan olmayı neden seçtikleri hakkında idi. Amerika’daki hayvan sığınıklarında kurtarılmış hayvanların arasında geçiyordu. O zavallı hayvancıkların hali içler acısıydı. Kötü muameleye maruz kalmışlardı hepsi. Ölmeleri bile daha iyiydi. Süt ve süt ürünleri, yumurta çiftliklerinde o hayvanlara yaptıkları acı vericiydi. Küçük bir kafesin içine tıkılmış 100’lerce tavuk, yukarı katlardan atılan inekler, işkence gören domuzlar... Mudumalai’de iken böyle bir barınağa biz de gitmiştik Johnnie ile. Zavallı eşeklerin daha iyi nefes alıp yorulmasın diye burunlarını kesmişlerdi...
Veganizm, bu tarzda hayvan istismarına karşı yapılan bir hareketti. Çok haklı bir nedenle olsa da savaşın bu şekilde olamayacağını düşündüm. Daha politik ve daha agresif olunmalıydı. Bir iki kişinin süt içmemesi, süt ürünleri ve yumurta yememesi ile olabileceğine pek inanmadım...
Bitkin bir şekilde yatağa gittim. Sabah ilk işe gitmemeye, kahvaltıya yardımcı olmaya karar verdim.
Sabah seremonisindeki üçüncü günümdü ve insanları kucaklamaktan çok mutlu olmaya başlamıştım. Tanıdığım tanımadığım, konuşup konuşmadığım herkesle sarılıyor ve kendimi iyi hissediyordum.
Kötü bir gece geçirmiştim, karnımda devamlı kramplarla. Tuvaletler de uzak olunca gitmeye üşenmiş sabahı sabah etmiştim. Ama uyandığımda iyi hissediyordum. Kahvaltı hazırlamaya gittiğimde yine de söyledim biraz rahatsız olduğumu. Bulaşıcı olabileceğini söyleyip beni yatağıma geri gönderdiler.
Odaya döndüğümde Gary’nin de yatakta olduğunu gördüm. O da sabahı sabah etmiş, tuvalete taşınıp durmuş. Salgın herhalde dedim. Muhabbete başladık. Daha Hindistan’ı gezmemiş, doğrudan buraya gelip çalışmaya başlamış. Zorluklarından bahsettim, nefret edip burayı terk etmek istediğim zamanlarda yaşadıklarımdan. Ama nasıl olmuşsa bu ülke kalbimde filiz vermiş, fark ettirmeden büyümüştü. Onun da bunları yaşaması gerektiğini söyledim, eşsiz bir tecrübe idi ve en önemlisi bu duvarların hemen arkasındaydı. Zorlu bir süreç yaşadığından bahsetti. 25 yaşında idi, bir sene evvelinde üniversite okumaya karar verdiğini, hazırlık için de bir koleje kayıt olduğunu söyledi. Bu kolej günlerinin birinde çok sevdiği sevgilisinden ayrılınca herşeyi askıya alıp kendini yola atmış. Karşımdaki çocuğun kırık kalbini gördüm bir an, çizgi filmlerden fırlamışcasına bir kare gözümün önündeydi. Hem kaçış hem de arayıştı onunkisi. Ben de seneler evvel bunu yaşamıştım, biliyordum, ama çözüm Sadhana’da değildi. Kendiyle barışması için önce kendini bulmalıydı...
Bir süre sonra ateşim yükselmeye başladı. Geoffrey’e mesaj attım ve öğleni beklemeden gelmesini rica ettim. Tuvalete gitmek için terliklerimi giyip uzun bir süre yürümek istemiyordum. Şanslıydım ki Geoffrey vardı yakınlarda, birkaç gün onda kalıp kendime geldikten sonra dönebilirdim buraya. Hem de erkek arkadaşımla da birkaç gün geçirmiş olurdum böylece...
Motorla beni gelip aldığında üzerimde kazak vardı ve çok üşüyordum. Bir süre sonra motoru durdurmasını söyledim, bayılacak gibi hissediyordum kendimi. Motordan inip yolun kenarına uzandım. Hemen yanıma bir Hintli teyze geldi, su getirdi, suyla yüzümü yıkadım. Yoldan geçen birkaç kişi durup yardım etmek istedi. Bir beş dakika sonra kendime gelir gibi oldum. Bir an önce eve gidip tuvalete girmek ve sonrasında da uzanmak istiyordum. Motora geri bindim. Büyük hata!
Kendime geldiğimde yerde yatıyordum ve gözlerimi açtığımda hala yaşıyor olmama cidden çok şaşırdım. Geoffrey bayıldığımı fark edince bir şekilde hem beni tutup hem de motoru durdurmuş. O yüzden hafif düşmüşüm. Ama yine de motorun üzerinde bayılınca ayaklarım kendini salmış ve bacağım da tampona bir süre sürtünmüş.
Sağ bacağım kötü yanmıştı. Acısını hissetmiyordum. Sadece yaşadığım için mutluydum. Yardım etmek için koşan yerel teyze ve amcalar beni gölgeye taşıyıp hemen bacağıma aloe vera sürdüler. Herkese minnet doluydum ve herkesi çok seviyordum. Geoffrey, bana gidip su alan abinin Tamilce ‘İyi olacak, kalbi çok güçlü’ dediğini söylediğinde taksi çağırmıştık. Hastaneye gitmem gerektiğini biliyordum.



7 Şubat 2011 Pazartesi

Yardım istemek... AUROVILLE - HİNDİSTAN

7 Şubat 2011
Tekerlekli sandalyede yaşamanın en zor noktası her saniye birilerine ihtiyaç duymak. Sandalyenin üzerine çıkmak, sandalyeden inmek, merdivenlerden çıkmak, bir yerlere gitmek için çoğunlukla birisini çağırmak zorunda kalmak...
Gururun hiçbir faydasının olmadığı anlar bunlar. Her ne kadar Yuyu’nun ve Christelle’in kasaba içerisinde kullandıkları, kendilerine özel dizayn edilmiş, 3 tekerlekli motorsiklete benzer araçları olsa da uzak yollara gidemediklerinden o gece Mathilde ile birlikte taksiyle geldiler. Aracın bagajından sandalyeleri indirip binmelerine yardım ettik ve düz ayak içeri girilebilen bir bara girdik. Orada Fransızların deyimi ile birer aperatif aldıktan sonra canlı müzik yapılan barın en üst katına çıkmak istedik. Christelle de Yuyu da gitmek istemediler, bize onları çıkarmamızın külfet olacağını düşünüyorlardı. Onları dinlemedik ve sandalyeleri ile birlikte onları yukarı taşıdık.
Eğlence gerçekten de teras kattaymış. İnsanlar dans ediyor, yemek yiyor ve içiyorlardı. Biz de hemen katıldık ortama. Bir ara Christelle gözüme ilişti, sandalyesinin üzerinde mutluluk içerisinde dans ediyordu Mathilde ile, bir yandan da çevresindekilere bulaşıyordu. Yaşam enerjisine hayran kalmamak elde değildi. Bir Alman adamı yanımıza getirdi. 2 hafta sonra 2 senelik dünya turu bitiyormuş ve ülkesine dönüyormuş. Uzun uzun muhabbet ettik, seyahatlerimiz hakkında, birkaç kez bulunduğu İstanbul hakkında, Varkala’da Pondicherry’e gelmeden evvel ayrıldığı sevgilisi hakkında...
İçkinin etkisi ile bir noktada Mathilde bile yumuşayıp içini döktü bana. Bayağı zorlu bir boşanma süreci yaşamış. Benden sadece 2  yaş büyüktü ve boyunca 2 çocuğu vardı. O çocuklu bir kadın olmaktan yakınıyordu, bense çocuklarının güzelliğinden ve hayatı boyunca hiç yalnız kalmayacağından bahsediyordum.
11 gibi oradan ayrıldık ve Hint diskosuna gittik. Ancak hayat burada erken bitmişti. Çoktan kapanmış olduğunu görünce eve döndük.
2 aydan bu yana İrem’siz ilk defa bir gece geçirmiştim. Arkadaşımı özlemiştim.
Ertesi gün Sadhana’ya döndüğümde hasret giderdik tabi ki. Benim yokluğumda insanlarla muhabbet etmiş, yoga yapmış, incik boncuk dizme workshopuna katılmış.
Güneş enerjisi panellerle elde ediliyordu....
Hala Sadhana’da fazla zaman geçirmediğim için yabancılık çekiyordum, ama yakında bunun değişeceğine emindim. Yolun çekingenlik hastalığımı tedavi ettiğini hissediyordum. Belki ertesi gün diyerek Pazar gecesi işlerin dağıtımının yapıldığı toplantıya katıldım. Sabahlar ikiye ayrılmıştı, ilk partide herkes ormana gidip dikime, sulamaya yardımcı oluyordu. İkinci partide ise farklı işler bulunuyordu, mutfağa yardım etmek, kamp alanındaki bahçeleri sulama, temizlik malzemelerinin doldurulması, revirin düzenlenmesi, sabah insanların uyandırılması vb.
Ortak alan...
İş dağıtımı öncesinde herkes bir çember oluşturup kendisi ve haftasının nasıl geçtiği hakkında konuşmaya başladı. Daha sıra bana gelmeden sıcak basmaya başlamıştı, kalbim de 8/9’luk çalıyordu. Bir an kaçmayı düşündüm, ama bu sefer de fazla dikkat çekecektim. Herkesin konuşması ‘çok mutluyum’ ifadesi ile başlıyordu ve herkes neden mutlu olduğunu açıkça dile getiriyordu. Toplumun özellikle bir topluluk önünde duyguların ifadesinin bir zayıflık göstergesi, bir ayıp olduğunun dayatması ile senelerce yaşamış biri olarak bu açıklık beni hayrete düşürdü ve bir yandan da rahatlattı. Çünkü kimse güçlüyü oynamak zorunda değildi, ben de değildim.
Sıra bana geldiğinde ismimi söyledim önce ve benden önce İrem konuşmuş olduğundan ve isminin telaffuzunun zor olduğundan bahsettiği için ben de ondan kopya çektim. Sonrasında da söyleyecek fazla birşey olmadığını, daha yeni geldiğimi ve burayı tanımaya çalıştığımı dile getirdim. ‘Artık haftaya dinlersiniz uzun süreli nutkumu’ diyerek sıramı savdım ve hafifledim.
Sulama alanı
İş dağıtımında İrem ile birbirimizden habersiz bahçe sulamaya ellerimizi kaldırdık. Listedeki işlerden tek anladığımız buydu. Bir de cidden su ve toprakla oynamak istiyordum, çok özlemiştim.
Lavabolar :)
Sabah 5.30’da ellerinde gitar ve dijanbe ile etrafta gezip şarkı söyleyenler tarafından uyandırıldık. Saat alarmından çok daha az sinir bozucu olduğu kesindi.  6 gibi herkes ana bungalovun önünde toplandığında bir çember oluşturduk. Birkaç ‘güne merhaba’ deme hareketi yaptıktan sonra hep beraber şarkı söyledik. Sonrasında da ‘kucaklaşma’ faslı başladı. Tanımadığım insanların bana dokunmasından ve tanımadığım insanlara dokunmaktan hiç hoşlanmadığım düşünülürse bu kucaklaşma faslının benim için işkence olacağını tahmin ediyordum. En acısızı tanıdıklarıma, bir iki kelime ettiklerime yönelmek olacaktı. O yüzden Arjantinli Rosio, Japon Kazuki’ye sarıldım ve bir anda yok oldum. Ama hiç de fena hissetmedim doğrusunu söylemek gerekirse. Güzel bir enerji almıştım sanki... Garip hem de çok garip, bu gidişle yakında masaj bile yaptırabilirdim belki de...
Pazartesi günleri ‘uyanma ritüeli’ sonrası meditasyon zamanıydı. 45 dakika boyunca insanlar hep birlikte oturup ya meditasyon yapıyor, meditasyon yapmayanlar da sessizce oturup kitap okuyorlardı. Bundan haberim olmadığı için kitabım yanımda yoktu, bu yüzden ben de meditasyon yapmaya çalıştım. Yine beşinci dakikada kafama üşüşen düşüncelerden ve en önemlisi de popomun acımasından dolayı vazgeçtim. Etrafı izlemeye başladım. Herkesin suratını ve etraflarına sardıkları enerjileri. Birkaç kişi dikkatimi çekti. Bu insanlarla kesinlikle muhabbet etmeyi kafama koydum.
İşe başlamadan evvel önce ne yapacağımız bize uzun uzun anlatıldı; hangi bitkileri her gün sulacağımız, hangi bitkileri gün aşırı sulacağımız, hangi bitkileri haftada bir sulayacağımız, suyu ve hortumu nerden alacağımız vb.
Tuvaletler
Bahçe sulama işinde aslında beş kişiydik, ama 2 kişi hasta olunca sadece 3 kişi kalmıştık, İrem, ben ve Kanadalı Aaron. Kahvaltı sonrası işe koyulduk. Hortum çok ağırdı ve en az 3 kişi gerekiyordu taşımak için. Bir de üstüne üstlük hepimiz ilk defa yaptığımız için bu işi, hiçbir sistemimiz yoktu. Durum böyle olunca işi ancak 1 gibi bitirebildik.
Çamur içinde kalmıştım, ama çok keyifliydim. Özlem gidermiştim toprak anayla. Kendimi çalışırken yine kaptırmıştım. İşte benim de meditasyonum buydu, hem popom da acımıyordu.
Yemeklere bir türlü alışamamıştım. Sanırım hayatım boyunca vegan olamayacaktım. Pek yavan gelmişti, yağsız, tuzsuz, baharatsız. Zaten yemeğe de tonlarca tuz ekliyorduk. Ertesi gün öğleden sonra mutfakta akşam yemeğine yardım edecektim. Yemekleri nasıl yaptıklarını merak ediyordum.
Akşam, biri İsviçreli diğeri Belçikalı 2 çocuğun bisikletle ülkelerinden çıkıp Hindistan’a gelmelerini konu eden bir fotoğraf gösterimi oldu. Sürpriz! Çocuklar en fazla zamanlarını Türkiye’de geçirmiş ve Türkiye’ye ve insanımıza, insanımızın misafirperverliğine aşık olmuşlardı. 100’lerce Türkiye fotoğrafı gösterdiler, İstanbul’dan çıkıp Karadeniz sahil şeridini izleyip Artvin’den güneye inmişler ve oradan da İran’a geçmişler. Çocuklarla hiç muhabbet etmediğimizden bizim Türk olduğumuzu bilmiyorlardı. O gece o gösteriyi izleyen ve daha önce ziyaret etmemiş olan herkes Türkiye’ye geleceğini söyledi. Biz de orada olursak bekleriz dedik.
Bir an durdum, onca Türkiye fotoğrafı gösterilmiş olmasına rağmen oraları özleyip özlemediğimi düşündüm. Hala daha düşünüyorum. Sri Lanka’da ve Hindistan’ın ilk günlerinde çok zorlanmıştım, ama şimdi üzerinden 2 ay geçmişti ve bağlarım kopmuştu. En önemlisi de yola çıktığımdaki Aslı değildim.
 





 



 



 

4 Şubat 2011 Cuma

Komün yaşamda bir İrem ve bir Aslı, buyrun buradan yakın! AUROVILLE - HİNDİSTAN

4 Şubat 2011
Auroville, 60’ların sonlarına doğru Fransız mimar Roger Anger tarafından tasarlanarak kurulan, şu anda da 20 kilometrelik bir alana yayılmış olan ‘ideal şehir’. İnsanların hem birbirleriyle hem de doğa ile uyum içerisinde, politikadan ve ulusçuluktan uzak yaşanabileceğinin kanıtlandığı uluslararası bir proje. Turistik bir aktivite olmadığından Auroville sakinleri ziyaretçilerden pek fazla hoşlanmıyor, zaten çok da kapalı yaşıyorlar. Birçok gönüllü yer alıyor projede. Mutfakta çalışanlardan tut da organik tarım işçilerine kadar...  Tabi çoğunluk geçici bir süre buradalar. Auroville’de yaşamak için kabul edilmek cidden zorlu bir süreç. Öncelikle yaşadıkları evlerden birinin boş olması lazım. Bir de her ne kadar telaffuz etmeseler de paralı olmak önemli. Zaten yerleşmeye gelen insanların yaşlarından bunu anlayabiliyorsun. Yerleşik genç nüfus oldukça az. Gelen gençler genelde kısa dönemli gönüllü işler yapıp gidiyor.
Sadhana da Auroville’in ağaçlandırma ile görevli birimlerinden biri. Zaten Auroville’li bir çift tarafından beş sene evvel faaliyete geçirilmiş. En az 1 ay kalmayı taahhüt ettiğin takdirde gönüllü çalışıp kalabiliyorsun. Haftada 5 gün ve öğlene kadar ya tarlada ya bahçede ya da ormanda dikim, sulama yapıyorsun. Ya da o haftanın komün ihtiyaçlarına göre görevler de üstlenebiliyorsun. Çalışmanın karşılığında ise senin konaklamanı karşılıyorlar, yemek gereçleri toplu alınıp kendi mutfaklarında pişirilip hazırlanıyor. Onun için de günlük olarak 200 rupilik bir ücret ödüyorsun.
Sabah 11 gibi yola düştük İrem’le. Cuma günleri Sadhana’nın ziyaretçilere açık sinema gösterimi yaptıkları günmüş, o yüzden Geoffrey de akşam bizi ziyarete geleceğini söyledi. Kaldığımız yerden oldukça uzakta olduğu için taksi ile gittik oraya.
Yolda, Sadhana’da zorlanabileceğimi düşünüyordum. Vegan mutfağında sütsüzlüğe, yoğurtsuzluğa ve yumurtasızlığa dayanmak özellikle benim için zor olacaktı. Bir de sigara da yasaktı. Ama bir yolunu bulup bir şekilde içebileceğimi biliyordum.
Oraya vardığımızda birçok bambudan yapılmış küçüklü büyüklü kulübeler karşıladı bizi. Yeni gelenlerin kabulü saat 2’de yapıldığı için çantalarımızı ‘Ana bungalov’ dedikleri yere bırakıp çevreyi dolanmaya çıktık. O gün bizimle başlayacak Japon ve Arjantinli bir kızla tanıştık. 100 kişi kadar insanın bulunduğunu söylüyorlardı. Herkes daha çalıştığı için ortalıkta fazla insan görünmüyordu.
Mutfak...
Öğlen 1’de herkes ana bungalovda toplandı. Öğle yemeği vaktiydi. Bir anda büyük kazanlarda yemekler geldi ve servis başladı. 100 kişinin bir anda gelip curcuna yaratacağını düşünüyordum. Ama herkes sakince yere oturdu, birkaç kişi de servise yardım edip yemek doldurulmuş tabakları insanlara dağıttı. Herkes yemeğini aldıktan sonra ‘duyurular’ yapıldı: ‘Reiki workshopu yemek sonrasında yapılacak, katılmak isteyenler buradan ayrılmasın’, ‘Şalımı kaybettim tuvaletlerin orada, gören var mı?’ vb. Duyurular bitince 1 dakika ‘sessizlik anı’ başladı. Yemek öncesinde bir zil sesi ile başlatılan bu dakikada kimse kelime etmiyor, yemeğe saygı duyduğunu belirtiyordu. Zil sesinin bir dakikanın tamamlanması üzerine tekrar çalmasıyla tabaklara vurulan kaşık sesleri duyulmaya başlandı. Yeni gelenler olarak bir köşeye sinmiş hem ilk vegan yemeğimizi yemeğe uğraşıyor hem de etrafı izliyorduk. Yemekleri bitirince tabaklarımızı bulaşıkhaneye götürdük. Hindistan kabuğunun bir parçasını  küle batırıp önce tabak siliniyordu, ardından tabak ilk kazandaki suya sokulup külden arındırılıyordu. Yanyana su ile dolu 3 kazan vardı, her kazana 
Bulaşıkhane
tabaklar teker teker batırılıp en sonunda mikropları öldürücü etkisi olan sirke ile doldurulmuş kazana konup gece boyunca bekletiliyordu. Her sabah ise bu sirkeli kazandaki bulaşıklar güneşte bırakılıp tekrar kullanıma hazır hale getiriliyordu.
Yemek ve bulaşık faslı bitince Martina yanımıza geldi. Bize Sadhana hakkında bilgi verecek, etrafı gösterecek, komün yaşamın prensiplerinden bahsedecekti. Kurulduğundan bu yana burada yaşıyormuş. Daha öncesinde ise 7 sene boyunca Auroville’de yaşamış.
Martina’da ilk dikkatimi çeken Alman aksanının yanı sıra koltuk altındaki ve bacaklarındaki tüyler oldu. İşte hiçbir zaman bu derece olacak kadar doğa insanı olmamın mümkün olmayacağını düşündüm. Sadhana’nın kısa olarak hikayesini anlattıktan sonra buradaki kullanılan herşeyin doğal malzemelerden yapıldığını, doğaya zarar verebilecek hiçbir şeyin kullanımına izin verilmediğini söyledi. Bulaşık ve çamaşır deterjanı, şampuan, saç kreminin yasak olmasının yanı sıra işlenmiş hiçbir gıda maddesinin de buraya sokulamayacağını belirtti. Vegan dışında yiyeceklerin getirilemeyeceğini daha önceden biliyordum, ama bisküvi, ekmek getirmek bile yasaktı.
Hep beraber çevreyi gezmeye çıktık. İlk durağımız lavabolar oldu. Her lavabonun yanında külden yaptıkları sıvı sabun ve içinde su olan kocaman bir kazan duruyordu. Ellerini yıkayacağın zaman maşrapa ile kazandan kullanacağın kadar su alıp asılı duran altlarına bir delik açılmış tencerelere döküyordun. O delikten akan su ile de ellerini duruluyordun. Gerçekten normal musluklardan akan suyu insanın aslında ne kadar israf ettiğini fark ettim.
Ardından duşlara geçtik, duş kabinleri açık havadaydı, şampuan ve sabunu kendileri veriyordu, doğa ile dost. Duşların yanında çamaşır askıları ve çamaşır yıkanan yer vardı. Hem çamaşırlar hem de duş için kova ile su taşıyordun, mutfaktaki tulumbadan. Buradaki tüm sistem suyun israf edilmemesi adına düşünülüp tasarlanmıştı. Hoşuma gitti.
Tuvaletler biraz kafa karıştırıcıydı. Zira buradaki herşeyin tekrar kullanılabilmesi ve geri dönüştürülebilmesi için bir düzen vardı. tuvaletler de bu sistemin bir parçası olduğundan daha sonrasında gübre olarak kullanılıyordu. Büyüğü farklı bir deliğe, küçüğü farklı bir deliğe yapıyordun. Tutturmak cidden zordu.
Mutfaktaki dolapta meyvalar duruyordu, kullanımımıza her an açık. Hemen birer muz kaptık. Turumuza revirle devam ettik. Hastalara kolaylık olsun diye tuvaletlerin yakınına kurulmuş birkaç yatağın bulunduğu bir bundalovdu. Herşeyin bitkisel olması esasına dayalı olarak homeopatik ve ayurdedik yöntemler kullanılıyordu.
Yatak odamız :)
En sonunda yatakhaneye geldik. İlk yatakhane mutfağa yakın olandı. İki katlı kocaman bir bungalovdu. Odalar birbirleriyle çarşaflarla ayrılmıştı. Her odada da ya 2 ya da 4 yatak bulunuyordu. İrem ile ben 4 yataklı bir odada yatak bulup oraya yerleştik. Oda arkadaşlarımız İsviçreli Letitia ve İskoç Gary idi.
Akşam üzeri 4 gibi Geoffrey geldi. Onunla birlikte bir sürü ziyaretçi de gelmişti. Bir senedir orada yaşayan Rebecca tüm ziyaretçilere ormanda ne yapıldığını detaylı olarak anlattığı bir tura rehberlik etti. Fazla kurak olduğu için Hint devleti tarafından gözden çıkarılarak ‘nasılsa birşey yetiştiremezler’ diye Sadhana’ya verdikleri bu topraklara değişik sulama yöntemleri ile iki buçuk milyondan fazla ağaç dikildiğini duyunca şaşırdım.
Turdan sonra sigara içmeye kaçtık. Hemen kendime bir sigara köşede belirledim kuytuda. Bir sigara ile kendime geldikten sonra ana bungalovdaki film gösterimine gittik. Doğa belgeseli idi. Gösterimden sonra yemekler yendi. Ziyaretçilere hoşgeldiniz beş gittiniz konuşmaları gerçekleşti. Sonrasında da komün üyeleri tarafından ellerine geçen her türlü aletle müzik yapıldı, danslar edildi.
Ertesi gün Cumartesi olduğundan ve hafta sonları çalışmayacağımızdan haftasonunu Geoffrey’de geçirmeye karar verdim. Cumartesi gecesi ateşini yaşamaya Pondicherry’e gideceklerdi ve biraz neşe, biraz da alkol bana iyi gelebilirdi...                

3 Şubat 2011 Perşembe

‘Fransız kalmak’ deyimini Fransızlara Fransız kalarak açıklamak...AUROVILLE - HİNDİSTAN

3 Şubat 2011      
 
Gittiğimiz restoran çok uzakta değildi, ama yine de motorla gittik, 3 kişi. Bir kez İstanbul’da 3 kişi olarak motora binmiştik de ne olay olmuştu. Burada ise gayet normal. Zaten burada kask zorunluluğu da yok. Ehliyet bile istenmiyor ki ne kaskı.
Geoffrey’nin ablası Mathilde 8 yaşındaki kızı ve 10 yaşındaki oğluyla gelmişti yemeğe. Mathilde ve sonrasında bize katılan, 20 senedir devamlı Auroville’de yaşayan ve Auroville olma ünvanı kazanmış başka bir kadın Fransızlara özgü soğuklukları ile masaya bir rüzgar estirdiler, ya da bana öyle geldi. Geoffrey’nin yemeğe katılan diğer arkadaşları ise çok güzel insanlardı. Konuşkan, sıcak, samimi... Christelle kadın olmasına rağmen o soğukluktan kesinlikle nasibini almamıştı. İmrenilecek kadar hayat doluydu. Son 19 senesini tekerlekli sandalyede geçirmiş olmasına rağmen... 19 sene evvel bir trafik kazasında omuriliği zedelenmiş, aylarca hastanede yatmış. Hastaneden çıktığında değil bacakları hiçbir yerini oynatamıyormuş. Ama yılmamış, devamlı fizik terapiye gidip kendini iyice toparlamış. Hatta şimdi masaj gurusu dedikleri bir adamla çalışarak yavaş yavaş ayağa kalkıp yürümeye bile başlamış. Gözlerinin içi gülüyordu. Masada tek tekerlikli sandalyede oturan o değildi, bir de Yuyu vardı. 45 yaşlarında aynı Christelle gibi 19 sene evvel motorsiklet kazası geçirmiş. Hatta ilginç bir tesadüftür ki aynı hastanede yatmışlar aylarca birlikte ve burada tekrar karşılaşmışlar. Yuyu’nun hayat dolu olduğunu söylemek yanlış olur. Yıllar ve sakatlığı ona kara mizah anlayışı getirmiş. Herşeyle iğneleyici şekilde dalga geçiyordu. Christelle’ı çalıştıran guru ile bir süre o da çalışmış, ama Christelle’dan farklı olarak çok ağrısı olduğu için yarı yolda bırakmış. Bence biraz kendine acıma belki de kadere lanet etme de söz konusu onda. Mayısa kadar burada kalacakmış. Ardından da Güney Fransa’daki evine ve heykel atölyesine...
Yarı İngilizce yarı Fransızca konuşulan bir iki saatten sonra eve dönüp şarap içmeye devam ettik. Bir Fransızın gerçekten en başarılı özelliği üşenmeyip her yere şarap götürmeleri. Geoffrey de buraya gelirken 5 litrelik kutu içerisinde satılan şaraplardan getirmiş, kendiliğinden musluklu olanlardan. Ablası eşinden daha yeni boşanmış, eski eşi şarap bağları olan bir kontmuş ve gerçekten de şatoda yaşıyorlarmış.
Ertesi gün Pondicherry’nin merkezine gittik. Akşama yemek yapacaktık o yüzden ilk durağımız pazar oldu. Annem bu kadar çok pazara gidip alışveriş yaptığımı, üstüne üstlük domatesin, fasülyenin, muzun kilo fiyatını bildiğimi duysa muhtemelen benimle gurur duyar.
Ardından Sri Aurobino’nun aşramına gittik. Belli bir spiritüel rehberin felsefik yönelimleri doğrultusunda komün yaşanılan bu aşramlar Hindistan’ın her yanında bulunuyor. Zaten birçok insanın Hindistan’ı ziyaret etmesinin en önemli nedenlerinden birini bu aşramlar oluşturuyor. Sözlük anlamı manevi ve kişisel gelişim arzusunun doyurulduğu yer. Her aşramın da kendine özgü yöntem ve inancı olan gurular var. Sri Aurubino ise 1800’lü yılların sonunda doğmuş, Hindistan’ın kurtuluş harekatının ilk başlangıcında aktif büyük rol oynamış, ama sonrasında dünyevi zevklerden ziyade manevi tatmin amacıyla Pondicherry’e gelip yogayı modern bilim ile sentezleyip guru ünvanını almış.
Sri Aurubino aşramı da diğer birçok aşram gibi meditasyon, yoga merkezi idi. Gurunun mezarı avlunun tam ortasında bulunuyordu ve binbir çeşit çiçeklerle süslenmişti. Ziyaretçiler, önce mezara gelip üzerindeki çiçeklere dokunduktan sonra ellerine başlarına götürüyorlardı. Bazıları kafalarını mezarın üzerine yaslayıp 5-10 dakika sabit duruyordu. Avlunun her köşesinde insanlar meditasyon yapıyordu. Lotusta 3 dakikadan fazla kalamayan bir insan olarak bu insanlara cidden imrendim. Belki bir gün ben de kelimenin anlamı ile kıçımı kırıp oturabilirim. Çok çalışmam lazım çok...
Auroville’de bulunan Sadhana’daki gönüllü çalışmamızın ardından kuzeye gitmeden evvel birkaç gün bu aşramda kalabileceğimizi düşündük.      
 Ertesi gün çalışma hayatımız başlıyordu. Doğanın içerisinde komün bir yaşam bizi bekliyordu... En garibi de aynı yerde bir ay kalacaktık. Yolda olamamak beni biraz üzüyordu ama bunu da yapmak istiyordum en nihayetinde...

2 Şubat 2011 Çarşamba

Hint otobüslerinde tam 6 çeşit korna bulunduğunu öğrendiğimde... PONDICHERRY - HİNDİSTAN

2 Şubat 2011
Villapuram...
Bir gün kesin Türkçe bilen birileri ile karşılaşacağım ve o gün benim sonum olacak.
Horul horul uyuyarak geçirdiğimiz bir tren yolculuğu ile önce Madurai’ye vardık, sabah 5’te. Villapuram treni 6.30’da olduğu için istasyonun dışına çıkıp bir sigara tüttürdüm ve ilk motorsuz rikşamı gördüm. Bisiklet gibiydi. Bir de insanların çektikleri rikşalar varmış, ama onlar yasaklanmış artık. Tabi ki rikşa şoförü beni görünce ‘bir beyaz, tren istasyonunun hemen dışında, gidip yapışayım ona’ edasıyla hemen yanımda bitti. Binbir lisanda hayır dedikten sonra Tamil Nadu’da olduğumuz aklıma gelince tamilce sadece rikşacılara söyleyebilmek için öğrendiğim hayır anlamındaki ‘Nandri’yi çektim, en sonunda beni anladı ve yanımdan uzaklaştı.
Madurai’den Villapuram’a 5 saatlik bir yolculuk yapacaktık. Gelen tren boş olunca yine Hintli modelimize geri dönüp koltuklara uzandık ve uyumaya devam ettik. Hatta sanırım Madurai’ye giden trende gördüğüm rüyanın bile devamını gördüm.
Villapuram’da inip otobüs beklemeye koyulduk. Oldukça sık geçiyormuş. Zaten bizi gören herkes ‘Pondicherry?’ diye sorup durağa yönlendirdi. Otobüsler dolu geliyordu. Koca çantalarla binmek imkansız gibiydi. Neyseki bir muavin bize acıdı ve insanları itip kakıp bize yer açarak otobüse binmemizi sağladı.
Çantaları otobüsün en önüne atmayı başardık bir şekilde. Yanlarında duran Hintli abiler de sağolsunlar düşmemeleri için çantalarımızı elleriyle tutuyorlardı. Aslında öyle iğreti durdukları yoktu ama klasik bir Hintli şoförle, klasik bir Hindistan otobüs yolculuğu yapıyorduk. Bol zıplamalı, bol frenli, bol yarışlı, bol slalomlu, bol kornalı.
Tam şoförün yanında ayakta durduğumuz için abiyi yakından inceleme fırsatı buldum. Hayatımda etmediğim kadar çok küfrü sıraladım, özellikle de bir noktada yol çalışması yapan zavallı yol işçilerin üzerine otobüsü sürdüğünde. Ha bir de direksiyonun sağında üstüste bulunan kornaların üstten ikincisine bastığında. En tiz sesi çıkaran buydu da. Direksiyonun üzerindeki  6. kornaya bassa valla bir laf etmeyeceğim, gerçi bunun sesi tır kornası ama en azından pes bir ses olduğu için daha bir katlanabilirdi. Yok, ben bu Hindistan’ın kornalarla iletişim şekline alışamayacağım. Bu deli sürüşlere bile tahammül edebilirim, ama sese... Zor, çok zor!
Bir saat sonunda Pondicherry’e vardığımızda 16 saatlik tren yolculuğunu 1 saatlik otobüs yolculuğuna kesinlikle tercih ettiğimi fark ettim. Bizi burada ağırlayacak olan fransız Geoffrey ile buluşmamıza daha zaman vardı ve benim de acil kahveye ihtiyacım vardı. O yüzden önce sahile gitmeye karar verdik. Sahilde bir kafe vardır diye düşünüyordum. Otobüs terminalinin curcunasından çıkıp yürümeye başladığımızda buraya neden Fransız kasabası dendiğini daha da iyi anladım. 18. yüzyılda bir Fransız kolonisi gelip buraya yerleşmiş. 50 sene önce buradan ayrılmış olsalar da her yerde izleri vardı; sokak, restoran, otel isimleri Fransızca’ydı, mimarisi de fransız mimarisi idi. Konu düzgün bir kahve bulma olunca her türlü çekingenliğimi üzerimden atabiliyorum. O yüzden karşıma çıkan ilk ‘beyaz’a nerden kahve bulabileceğimi sordum. O seksi Fransız aksanlı İngilizcesi ile bana bir yer tarif ettiğinde etrafımdaki beyazların çoğunun Fransız olduğunu fark ettim. Belki de burayı tam olarak terk etmemişlerdi...
Ama yine de bahsettiği yeri bulamadık ve kendimizi sahilde bulduk. Oldukça çirkin bir sahildi, özellikle de geldiğimiz yerle karşılaştırınca... Tabi sahile indiğimizde çok yorgun düşmüştük, yine fark etmeden 1 saat kadar yürümüştük. Bir yer bulup oturduk.
Kalacağımız yer Aurobeach denen bir yerdi ve esas çalışmak için gideceğimiz Auroville’e çok yakındı. Sorduğumuz herkes bize rikşa ile gitmemiz gerektiğini söyledi. 200 rupi vermek hiç içimizden gelmiyordu ama başka çare de yok gibiydi derken oturduğumuz cafedeki garson otobüsün de Aurobeach durağından geçtiğini söyledi ve biz bayram yaptık.
Buluşma saatimiz yaklaşınca kalkıp durağa yürüdük. 200 rupi yerine kişi başı 3 rupi verip Aurobeach durağına 20 dakika içerisinde vardık.
Duraktan Geoffrey’i aradık. 5 dakika sonra bizi gelip aldı. Yine Fransız aksanlı İngilizce konuşan bir yakışıklı. Yorgunluğum bir anda uçup gitti...
Çatısı bambudan olan bungalow tarzı odalar kiralayan bir pansiyonun içinde yer alan kalacağımız ev tam sahilde idi. Bambuyu görmesem tipik bir köy evine benzediğini söyleyebilirdim. Önünde bahçesi de vardı. Banyosu, mutfağının dışında ahşap bir merdivenle tırmanılan asma katıyla tek kelime ile muhteşemdi.
Hemen bahçedeki masaya kurulduk ve sohbete başladık. 5 senedir devamlı birkaç aylığına buraya geliyormuş Geoffrey. Bu sene de mart ayı ortasında ülkesine dönüp iş başı yapacakmış. Psikolog olarak. Annesi de zaten Auroville’de yaşıyormuş uzun süredir. Abla, Güney Fransa’dan kalkıp buralara yerleşmiş. Şu aralar ablası da buralardaymış. Akşama birkaç arkadaşı ile yakınlardaki bir restoranda yemek yiyeceklerini, bizim katılmak isteyip istemediğimizi sordu. Gönüllü çalışacağımız yerde bir ay boyunca vegan olacaktık, üstelik burada alkol de yasaktı. O yüzden Geoffrey’de kalacağımız 2 gün boyunca ‘1 aylık zorunlu rejim’ öncesinde moral olsun diye alkol ve yemeği kendimize serbest bırakmaya karar vererek kabul ettik. Hem masada muhtemelen Fransızca konuşulacaktı. Nasıl böyle fırsat kaçırılabilirdi ki?

1 Şubat 2011 Salı

Varkala’da mıknatıs güç var dedi mistik amcam... VARKALA - HİNDİSTAN

1 Şubat 2011
Sabah saatimin alarmı 7’de çaldığında hiç gocunmadan yataktan kalkıp güne başlıyordum. Gönül isterdi alarmı duymadan otomatik olarak kalkayım. Ama daha o bilince henüz varamadım. O da olacak tabi, biraz daha zaman var.
Sahilde sadece oturup dalgaların sesiyle insanların güne başlamalarını izliyordum. Meditasyon yapanlar, yoga yapanlar, koşu yapanlar... 3 günümüz bu şekilde geçti, rutine döndü yaptıklarımız. Ama arada sırada olan rutinin dinlendirici olduğunu da gördük. 3. gün tren istasyonuna gidip doğuya giden trene bilet almak istedim. Tüm yerler doluymuş. ‘Hay Allah!’ deyip biletleri bir gün sonrasına alıp döndüm. İrem’e söylediğimde yer bulamadığımı, İrem de ‘Hay Allah’ dedi. İçimizden mutluluk dansı yapıyorduk.
İkinci gecemizde İrem’le yürüyüş yaparken bir abla geldi yanımıza, Black Beach’e doğru gidiyor isek kendisinin de bizimle yürüyüp yürüyemeceğini sordu. Biz de her zamanki gibi ‘Neden olmasın?’ diyerek ablanın bize katılmasına izin verdik. Abla, Hindistan’da yaşayan bir Alman. 7 sene evvel gelip yerleşmiş. Yazları da mutlaka 3 ayını Varkala’da geçiriyormuş. Black Beach tarafında bir arkadaşının pansiyonunda kalıyormuş. Geceleri etrafta sarhoşlar olabileceği için karanlıkta yürümekten korkuyormuş.
Beraber yürürken kayalıklarda balıkçıları gördük, teknelerini denizden kayalıklara doğru çekiyorlardı. Bir ritüeldi aslında. Her gece yaptıkları. Uzun uzun halatların başında 11 kişiden fazla kişi sıralanmış, belirli bir ritm ile tekneyi kendilerine doğru çekiyorlardı. Bir tanesi de türkü tutturmuş, bağıra çağıra onu söylüyordu. Ellerindeki fenerleri, müzikleri, hatta çektikleri balıkçı teknesiyle gece büyüleyiciydi.
Yola devam ettiğimizde Black Beach denen diğer koya vardık. Karanlıkta gözümüze ilk çarpan 

Sahil güvenlik...
küçük bir restorandı. Alman abla teşekkür edip bizden ayrılınca restoranın kayalıklar üzerine atmış olduğu masalarından birine oturduk. Bizden başka bir masa daha vardı. Garson amcayı İrem’in lassi, benim de soda istemem üzerine bayağı hayalkırıklığına uğrattık. Bizden balık yeme potansiyeli görmüştü. Daha 10 dakika bile olmamıştı oturalı yan masadaki çocuk yanımıza gelip ateş istedi. Bir baktım ki benim çocuk gözlerimin içine bakıyordu. Muhabbete başladık, İngiliz çıktı. Türkiye’den geldiğimizi söyleyince babası ile tekneyle birçok kez Türkiye’ye geldiğini, insanlarının mükemmel olduğunu dile getirdi. Güzel güzel konuşuyorduk ki masada ona eşlik eden bayan arkadaşı tuvaletten geri döndü. Aynı kız tren istasyonunda karşılaştığımızda da vardı. gerçi sevgilisi olduğunu düşünmüyordum, zira arkadaşım bu koyda ben yamaçta kalıyorum şeklinde bir cümle sarfetmişti. Yine de bu gönül işlerinden yorulduğum ve adamı sadece güzelliği için takdir ettiğim için hiçbir çaba göstermemeye ve herşeyi kadere bırakmaya karar verdim. Zaten günün yorgunluğu da iyice çökünce üzerimize, iyi geceler deyip odamıza döndük.    
Tekneyi kayalardan çeken balıkçılar...
Kader birkaç kez daha yollarımızı kesiştirdi. Farklı yönlere giderken yolda. Hep nedense ikimiz de bir yerlere yetişmek için telaş ederken... Sadece bir gün, tren biletini almaya gittiğim gün markette rastlaştık. Yoğurt krizimi dindirmek için girdiğimde.
O da istifayı basıp dünyayı dolaşanlardanmış. 1 ay sonrasında da Chennai’den Sri Lanka’ya geçecekmiş. Sri Lanka için birkaç öneride bulundum. Dalgalar ve sörfle haşır neşir olmak istediğini söylediğinde. Sri Lanka sonrasında da bizim Uzakdoğu rotamızı izleyecekmiş. Ertesi gün Varkala’yı terk edip doğuya geçeceğimizi söyledim, ‘belki yine karşılaşırız’ diyerek veda ettim. Kimbilir, belki de Vietnam’da bir pirinç tarlasında gerçekten de karşılaşılırız. Ne diyoruz, kader kısmet işleri diyip yolumuzu aydınlatması ve insanlığa ümit vermesi açısından böyle güzel insanlarla daha sık karşılaşmak için dua ediyoruz.
Turist kafası başka, gezgin kafası daha başka. Türk gezgin kafası ise bambaşka. Yolda ne yapacağını şaşırmış dönüp dolaşan 20’li yaşlardaki 3 genci İrem, Varkala’daki pansiyonların ve yiyeceklerin fiyatları hakkında bilgilendirdikten sonra bu gençlerle ben de tanıştım. İsviçre’li bu gençler bizim sadece sandviçlerle yaşadığımızı, 150 ila 200 rupi arasında oda kiraladığımızı öğrenince küçük dillerini yutuyorlardı. ‘Nasıl yani? Nasıl yapıyorsunuz bunu siz?’ soruları, konuşmalarımızın ana hattını oluşturuyordu. Bu kadar tepki aldığımızı görünce yaptığımızın cidden insanüstü bir çaba olduğunu düşündüm. Sadece bir anlığına. Sonrasında bunun gayet normal bir hareket olduğuna karar verdim, mümkün olduğunca çok gezmek, mümkün olduğunca uzun kalmak için fedakarlık yapmamız gerekiyordu ve biz de yapıyorduk, gocunmuyorduk da... Hem artık iyice yolun bana istediklerimi beleş karşıma çıkaracağına inanmaya başlamıştım. Çıkıyordu da, mesela daha o sabah geldiğimizden beri pahalı olmasından dolayı kaju yememiştik, bugün günün kahvesini içerek kendimi şımarttığım sırada havadan kaju geldi... İtalyanlar sağolsun. Hem de buraya uçmadan evvelki 2 haftasını İstanbul’da geçirerek müthiş anılarla ayrılan ve sıcağında bizimle tanışarak anılarını canlandıran bir sürü İtalyan.  Hindistan’da İtalyanca bilen Türkler ile karşılaşan İtalyanlar tabi ki feleklerini şaşırdılar o geceler. Sayelerinde biz de nasiplendik. Gerçi ertesi gün ayrılıyor olmamızdan dolayı çok üzüldüler, ama Hintli dostlarımızın da işlerin tıkandığı ve ilerlemediğinde dediği gibi ‘What to do?!’
Ayrılmamıza saatler kala bir hüzün çöktü içimize. Çok güzel yerler daha önce de görmüştüm. Ama ilk defa buraya tekrar geleceğimi hissediyordum ve tekrar gelmek de istiyordum. Meyva suları ve muhteşem meyva salataları yapan küçük bir restoranın sahibi olan mistik amcaya bir İngiliz kadının histerik şekilde ‘bana yoga yaptıracaksın, söz vermiştin, sözünü tutacaksın’ diye bağırıp çağırması üzerine dönüp ‘bayağı popülersiniz’ demem üzerine Varkala üzerine konuşmaya başladık; musonlarda nasıl olduğunu, yaz döneminde kimlerin geldiğini, bu seneki iş hacmi... bir ara Varkala’ya tekrar gelmek istediğimi söylediğimde buranın mıknatıs gücü olduğunu ve bu yüzden de insanların devamlı buraya geldiğini söyledi. Hindistan’da bu tarz magnetik gücü olan başka yerlere örnek olarak da Punjab’ı, Varanasi’yi, Himalayaları, Kashmir’i verdi. Benim daha önceden bildiğim bu güce sahip bir tek Kelebekler Vadisi vardı, şimdi Varkala da eklendi böylece. Bu seferki Hindistan yolumda Varanasi de olacağı için Hindistan’ı terk ederken üçlemiş olacaktım.
Akşam üzeri oradan ayrıldık ve istasyona gittik. Madurai trenini yakalayacaktık. Oradan da Villupuram. Villupuram’dan da otobüsle fransız kasabası olarak anılan Pondicherry’e geçecektik. Auroville’de gönüllü çalışacağımız yer, oraya ulaşacağımız gün misafir kabul etmediğinden 2 gün Pondy’de kalacaktık. Bir fransızın evinde...