3 Şubat 2011
Gittiğimiz restoran çok uzakta değildi, ama yine de motorla gittik, 3 kişi. Bir kez İstanbul’da 3 kişi olarak motora binmiştik de ne olay olmuştu. Burada ise gayet normal. Zaten burada kask zorunluluğu da yok. Ehliyet bile istenmiyor ki ne kaskı.
Geoffrey’nin ablası Mathilde 8 yaşındaki kızı ve 10
yaşındaki oğluyla gelmişti yemeğe. Mathilde ve sonrasında bize katılan, 20
senedir devamlı Auroville’de yaşayan ve Auroville olma ünvanı kazanmış başka
bir kadın Fransızlara özgü soğuklukları ile masaya bir rüzgar estirdiler, ya da
bana öyle geldi. Geoffrey’nin yemeğe katılan diğer arkadaşları ise çok güzel
insanlardı. Konuşkan, sıcak, samimi... Christelle kadın olmasına rağmen o
soğukluktan kesinlikle nasibini almamıştı. İmrenilecek kadar hayat doluydu. Son
19 senesini tekerlekli sandalyede geçirmiş olmasına rağmen... 19 sene evvel bir
trafik kazasında omuriliği zedelenmiş, aylarca hastanede yatmış. Hastaneden
çıktığında değil bacakları hiçbir yerini oynatamıyormuş. Ama yılmamış, devamlı
fizik terapiye gidip kendini iyice toparlamış. Hatta şimdi masaj gurusu
dedikleri bir adamla çalışarak yavaş yavaş ayağa kalkıp yürümeye bile başlamış.
Gözlerinin içi gülüyordu. Masada tek tekerlikli sandalyede oturan o değildi,
bir de Yuyu vardı. 45 yaşlarında aynı Christelle gibi 19 sene evvel motorsiklet
kazası geçirmiş. Hatta ilginç bir tesadüftür ki aynı hastanede yatmışlar
aylarca birlikte ve burada tekrar karşılaşmışlar. Yuyu’nun hayat dolu olduğunu
söylemek yanlış olur. Yıllar ve sakatlığı ona kara mizah anlayışı getirmiş.
Herşeyle iğneleyici şekilde dalga geçiyordu. Christelle’ı çalıştıran guru ile
bir süre o da çalışmış, ama Christelle’dan farklı olarak çok ağrısı olduğu için
yarı yolda bırakmış. Bence biraz kendine acıma belki de kadere lanet etme de
söz konusu onda. Mayısa kadar burada kalacakmış. Ardından da Güney Fransa’daki
evine ve heykel atölyesine...
Yarı İngilizce yarı Fransızca konuşulan bir iki saatten sonra eve dönüp şarap içmeye devam ettik. Bir Fransızın gerçekten en başarılı özelliği üşenmeyip her yere şarap götürmeleri. Geoffrey de buraya gelirken 5 litrelik kutu içerisinde satılan şaraplardan getirmiş, kendiliğinden musluklu olanlardan. Ablası eşinden daha yeni boşanmış, eski eşi şarap bağları olan bir kontmuş ve gerçekten de şatoda yaşıyorlarmış.
Ertesi gün Pondicherry’nin merkezine gittik. Akşama
yemek yapacaktık o yüzden ilk durağımız pazar oldu. Annem bu kadar çok pazara
gidip alışveriş yaptığımı, üstüne üstlük domatesin, fasülyenin, muzun kilo
fiyatını bildiğimi duysa muhtemelen benimle gurur duyar.
Ardından Sri Aurobino’nun aşramına gittik. Belli bir spiritüel rehberin felsefik yönelimleri doğrultusunda komün yaşanılan bu aşramlar Hindistan’ın her yanında bulunuyor. Zaten birçok insanın Hindistan’ı ziyaret etmesinin en önemli nedenlerinden birini bu aşramlar oluşturuyor. Sözlük anlamı manevi ve kişisel gelişim arzusunun doyurulduğu yer. Her aşramın da kendine özgü yöntem ve inancı olan gurular var. Sri Aurubino ise 1800’lü yılların sonunda doğmuş, Hindistan’ın kurtuluş harekatının ilk başlangıcında aktif büyük rol oynamış, ama sonrasında dünyevi zevklerden ziyade manevi tatmin amacıyla Pondicherry’e gelip yogayı modern bilim ile sentezleyip guru ünvanını almış.
Sri Aurubino aşramı da diğer birçok aşram gibi
meditasyon, yoga merkezi idi. Gurunun mezarı avlunun tam ortasında bulunuyordu
ve binbir çeşit çiçeklerle süslenmişti. Ziyaretçiler, önce mezara gelip
üzerindeki çiçeklere dokunduktan sonra ellerine başlarına götürüyorlardı.
Bazıları kafalarını mezarın üzerine yaslayıp 5-10 dakika sabit duruyordu. Avlunun
her köşesinde insanlar meditasyon yapıyordu. Lotusta 3 dakikadan fazla
kalamayan bir insan olarak bu insanlara cidden imrendim. Belki bir gün ben de
kelimenin anlamı ile kıçımı kırıp oturabilirim. Çok çalışmam lazım çok...
Auroville’de bulunan Sadhana’daki gönüllü
çalışmamızın ardından kuzeye gitmeden evvel birkaç gün bu aşramda
kalabileceğimizi düşündük.
Ertesi gün çalışma hayatımız başlıyordu. Doğanın içerisinde komün bir yaşam bizi bekliyordu... En garibi de aynı yerde bir ay kalacaktık. Yolda olamamak beni biraz üzüyordu ama bunu da yapmak istiyordum en nihayetinde...
Gittiğimiz restoran çok uzakta değildi, ama yine de motorla gittik, 3 kişi. Bir kez İstanbul’da 3 kişi olarak motora binmiştik de ne olay olmuştu. Burada ise gayet normal. Zaten burada kask zorunluluğu da yok. Ehliyet bile istenmiyor ki ne kaskı.

Yarı İngilizce yarı Fransızca konuşulan bir iki saatten sonra eve dönüp şarap içmeye devam ettik. Bir Fransızın gerçekten en başarılı özelliği üşenmeyip her yere şarap götürmeleri. Geoffrey de buraya gelirken 5 litrelik kutu içerisinde satılan şaraplardan getirmiş, kendiliğinden musluklu olanlardan. Ablası eşinden daha yeni boşanmış, eski eşi şarap bağları olan bir kontmuş ve gerçekten de şatoda yaşıyorlarmış.

Ardından Sri Aurobino’nun aşramına gittik. Belli bir spiritüel rehberin felsefik yönelimleri doğrultusunda komün yaşanılan bu aşramlar Hindistan’ın her yanında bulunuyor. Zaten birçok insanın Hindistan’ı ziyaret etmesinin en önemli nedenlerinden birini bu aşramlar oluşturuyor. Sözlük anlamı manevi ve kişisel gelişim arzusunun doyurulduğu yer. Her aşramın da kendine özgü yöntem ve inancı olan gurular var. Sri Aurubino ise 1800’lü yılların sonunda doğmuş, Hindistan’ın kurtuluş harekatının ilk başlangıcında aktif büyük rol oynamış, ama sonrasında dünyevi zevklerden ziyade manevi tatmin amacıyla Pondicherry’e gelip yogayı modern bilim ile sentezleyip guru ünvanını almış.


Ertesi gün çalışma hayatımız başlıyordu. Doğanın içerisinde komün bir yaşam bizi bekliyordu... En garibi de aynı yerde bir ay kalacaktık. Yolda olamamak beni biraz üzüyordu ama bunu da yapmak istiyordum en nihayetinde...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder