2 Şubat 2011 Çarşamba

Hint otobüslerinde tam 6 çeşit korna bulunduğunu öğrendiğimde... PONDICHERRY - HİNDİSTAN

2 Şubat 2011
Villapuram...
Bir gün kesin Türkçe bilen birileri ile karşılaşacağım ve o gün benim sonum olacak.
Horul horul uyuyarak geçirdiğimiz bir tren yolculuğu ile önce Madurai’ye vardık, sabah 5’te. Villapuram treni 6.30’da olduğu için istasyonun dışına çıkıp bir sigara tüttürdüm ve ilk motorsuz rikşamı gördüm. Bisiklet gibiydi. Bir de insanların çektikleri rikşalar varmış, ama onlar yasaklanmış artık. Tabi ki rikşa şoförü beni görünce ‘bir beyaz, tren istasyonunun hemen dışında, gidip yapışayım ona’ edasıyla hemen yanımda bitti. Binbir lisanda hayır dedikten sonra Tamil Nadu’da olduğumuz aklıma gelince tamilce sadece rikşacılara söyleyebilmek için öğrendiğim hayır anlamındaki ‘Nandri’yi çektim, en sonunda beni anladı ve yanımdan uzaklaştı.
Madurai’den Villapuram’a 5 saatlik bir yolculuk yapacaktık. Gelen tren boş olunca yine Hintli modelimize geri dönüp koltuklara uzandık ve uyumaya devam ettik. Hatta sanırım Madurai’ye giden trende gördüğüm rüyanın bile devamını gördüm.
Villapuram’da inip otobüs beklemeye koyulduk. Oldukça sık geçiyormuş. Zaten bizi gören herkes ‘Pondicherry?’ diye sorup durağa yönlendirdi. Otobüsler dolu geliyordu. Koca çantalarla binmek imkansız gibiydi. Neyseki bir muavin bize acıdı ve insanları itip kakıp bize yer açarak otobüse binmemizi sağladı.
Çantaları otobüsün en önüne atmayı başardık bir şekilde. Yanlarında duran Hintli abiler de sağolsunlar düşmemeleri için çantalarımızı elleriyle tutuyorlardı. Aslında öyle iğreti durdukları yoktu ama klasik bir Hintli şoförle, klasik bir Hindistan otobüs yolculuğu yapıyorduk. Bol zıplamalı, bol frenli, bol yarışlı, bol slalomlu, bol kornalı.
Tam şoförün yanında ayakta durduğumuz için abiyi yakından inceleme fırsatı buldum. Hayatımda etmediğim kadar çok küfrü sıraladım, özellikle de bir noktada yol çalışması yapan zavallı yol işçilerin üzerine otobüsü sürdüğünde. Ha bir de direksiyonun sağında üstüste bulunan kornaların üstten ikincisine bastığında. En tiz sesi çıkaran buydu da. Direksiyonun üzerindeki  6. kornaya bassa valla bir laf etmeyeceğim, gerçi bunun sesi tır kornası ama en azından pes bir ses olduğu için daha bir katlanabilirdi. Yok, ben bu Hindistan’ın kornalarla iletişim şekline alışamayacağım. Bu deli sürüşlere bile tahammül edebilirim, ama sese... Zor, çok zor!
Bir saat sonunda Pondicherry’e vardığımızda 16 saatlik tren yolculuğunu 1 saatlik otobüs yolculuğuna kesinlikle tercih ettiğimi fark ettim. Bizi burada ağırlayacak olan fransız Geoffrey ile buluşmamıza daha zaman vardı ve benim de acil kahveye ihtiyacım vardı. O yüzden önce sahile gitmeye karar verdik. Sahilde bir kafe vardır diye düşünüyordum. Otobüs terminalinin curcunasından çıkıp yürümeye başladığımızda buraya neden Fransız kasabası dendiğini daha da iyi anladım. 18. yüzyılda bir Fransız kolonisi gelip buraya yerleşmiş. 50 sene önce buradan ayrılmış olsalar da her yerde izleri vardı; sokak, restoran, otel isimleri Fransızca’ydı, mimarisi de fransız mimarisi idi. Konu düzgün bir kahve bulma olunca her türlü çekingenliğimi üzerimden atabiliyorum. O yüzden karşıma çıkan ilk ‘beyaz’a nerden kahve bulabileceğimi sordum. O seksi Fransız aksanlı İngilizcesi ile bana bir yer tarif ettiğinde etrafımdaki beyazların çoğunun Fransız olduğunu fark ettim. Belki de burayı tam olarak terk etmemişlerdi...
Ama yine de bahsettiği yeri bulamadık ve kendimizi sahilde bulduk. Oldukça çirkin bir sahildi, özellikle de geldiğimiz yerle karşılaştırınca... Tabi sahile indiğimizde çok yorgun düşmüştük, yine fark etmeden 1 saat kadar yürümüştük. Bir yer bulup oturduk.
Kalacağımız yer Aurobeach denen bir yerdi ve esas çalışmak için gideceğimiz Auroville’e çok yakındı. Sorduğumuz herkes bize rikşa ile gitmemiz gerektiğini söyledi. 200 rupi vermek hiç içimizden gelmiyordu ama başka çare de yok gibiydi derken oturduğumuz cafedeki garson otobüsün de Aurobeach durağından geçtiğini söyledi ve biz bayram yaptık.
Buluşma saatimiz yaklaşınca kalkıp durağa yürüdük. 200 rupi yerine kişi başı 3 rupi verip Aurobeach durağına 20 dakika içerisinde vardık.
Duraktan Geoffrey’i aradık. 5 dakika sonra bizi gelip aldı. Yine Fransız aksanlı İngilizce konuşan bir yakışıklı. Yorgunluğum bir anda uçup gitti...
Çatısı bambudan olan bungalow tarzı odalar kiralayan bir pansiyonun içinde yer alan kalacağımız ev tam sahilde idi. Bambuyu görmesem tipik bir köy evine benzediğini söyleyebilirdim. Önünde bahçesi de vardı. Banyosu, mutfağının dışında ahşap bir merdivenle tırmanılan asma katıyla tek kelime ile muhteşemdi.
Hemen bahçedeki masaya kurulduk ve sohbete başladık. 5 senedir devamlı birkaç aylığına buraya geliyormuş Geoffrey. Bu sene de mart ayı ortasında ülkesine dönüp iş başı yapacakmış. Psikolog olarak. Annesi de zaten Auroville’de yaşıyormuş uzun süredir. Abla, Güney Fransa’dan kalkıp buralara yerleşmiş. Şu aralar ablası da buralardaymış. Akşama birkaç arkadaşı ile yakınlardaki bir restoranda yemek yiyeceklerini, bizim katılmak isteyip istemediğimizi sordu. Gönüllü çalışacağımız yerde bir ay boyunca vegan olacaktık, üstelik burada alkol de yasaktı. O yüzden Geoffrey’de kalacağımız 2 gün boyunca ‘1 aylık zorunlu rejim’ öncesinde moral olsun diye alkol ve yemeği kendimize serbest bırakmaya karar vererek kabul ettik. Hem masada muhtemelen Fransızca konuşulacaktı. Nasıl böyle fırsat kaçırılabilirdi ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder