
1 Şubat 2011
Sabah saatimin alarmı 7’de çaldığında hiç gocunmadan
yataktan kalkıp güne başlıyordum. Gönül isterdi alarmı duymadan otomatik olarak
kalkayım. Ama daha o bilince henüz varamadım. O da olacak tabi, biraz daha
zaman var.
Sahilde sadece oturup dalgaların sesiyle insanların
güne başlamalarını izliyordum. Meditasyon yapanlar, yoga yapanlar, koşu yapanlar...
3 günümüz bu şekilde geçti, rutine döndü yaptıklarımız. Ama arada sırada olan
rutinin dinlendirici olduğunu da gördük. 3. gün tren istasyonuna gidip doğuya
giden trene bilet almak istedim. Tüm yerler doluymuş. ‘Hay Allah!’ deyip
biletleri bir gün sonrasına alıp döndüm. İrem’e söylediğimde yer bulamadığımı,
İrem de ‘Hay Allah’ dedi. İçimizden mutluluk dansı yapıyorduk.
İkinci gecemizde İrem’le yürüyüş yaparken bir abla
geldi yanımıza, Black Beach’e doğru gidiyor isek kendisinin de bizimle yürüyüp
yürüyemeceğini sordu. Biz de her zamanki gibi ‘Neden olmasın?’ diyerek ablanın
bize katılmasına izin verdik. Abla, Hindistan’da yaşayan bir Alman. 7 sene
evvel gelip yerleşmiş. Yazları da mutlaka 3 ayını Varkala’da geçiriyormuş.
Black Beach tarafında bir arkadaşının pansiyonunda kalıyormuş. Geceleri etrafta
sarhoşlar olabileceği için karanlıkta yürümekten korkuyormuş.
Beraber yürürken kayalıklarda balıkçıları gördük,
teknelerini denizden kayalıklara doğru çekiyorlardı. Bir ritüeldi aslında. Her
gece yaptıkları. Uzun uzun halatların başında 11 kişiden fazla kişi sıralanmış,
belirli bir ritm ile tekneyi kendilerine doğru çekiyorlardı. Bir tanesi de
türkü tutturmuş, bağıra çağıra onu söylüyordu. Ellerindeki fenerleri,
müzikleri, hatta çektikleri balıkçı teknesiyle gece büyüleyiciydi.
Yola devam ettiğimizde Black Beach denen diğer koya
vardık. Karanlıkta gözümüze ilk çarpan
 |
Sahil güvenlik... |
küçük bir restorandı. Alman abla
teşekkür edip bizden ayrılınca restoranın kayalıklar üzerine atmış olduğu
masalarından birine oturduk. Bizden başka bir masa daha vardı. Garson amcayı
İrem’in lassi, benim de soda istemem üzerine bayağı hayalkırıklığına uğrattık.
Bizden balık yeme potansiyeli görmüştü. Daha 10 dakika bile olmamıştı oturalı
yan masadaki çocuk yanımıza gelip ateş istedi. Bir baktım ki benim çocuk
gözlerimin içine bakıyordu. Muhabbete başladık, İngiliz çıktı. Türkiye’den
geldiğimizi söyleyince babası ile tekneyle birçok kez Türkiye’ye geldiğini,
insanlarının mükemmel olduğunu dile getirdi. Güzel güzel konuşuyorduk ki masada
ona eşlik eden bayan arkadaşı tuvaletten geri döndü. Aynı kız tren istasyonunda
karşılaştığımızda da vardı. gerçi sevgilisi olduğunu düşünmüyordum, zira
arkadaşım bu koyda ben yamaçta kalıyorum şeklinde bir cümle sarfetmişti. Yine
de bu gönül işlerinden yorulduğum ve adamı sadece güzelliği için takdir ettiğim
için hiçbir çaba göstermemeye ve herşeyi kadere bırakmaya karar verdim. Zaten
günün yorgunluğu da iyice çökünce üzerimize, iyi geceler deyip odamıza
döndük.
 |
Tekneyi kayalardan çeken balıkçılar... |
Kader birkaç kez daha yollarımızı kesiştirdi. Farklı
yönlere giderken yolda. Hep nedense ikimiz de bir yerlere yetişmek için telaş
ederken... Sadece bir gün, tren biletini almaya gittiğim gün markette
rastlaştık. Yoğurt krizimi dindirmek için girdiğimde.
O da istifayı basıp dünyayı dolaşanlardanmış. 1 ay
sonrasında da Chennai’den Sri Lanka’ya geçecekmiş. Sri Lanka için birkaç
öneride bulundum. Dalgalar ve sörfle haşır neşir olmak istediğini söylediğinde.
Sri Lanka sonrasında da bizim Uzakdoğu rotamızı izleyecekmiş. Ertesi gün
Varkala’yı terk edip doğuya geçeceğimizi söyledim, ‘belki yine karşılaşırız’
diyerek veda ettim. Kimbilir, belki de Vietnam’da bir pirinç tarlasında
gerçekten de karşılaşılırız. Ne diyoruz, kader kısmet işleri diyip yolumuzu
aydınlatması ve insanlığa ümit vermesi açısından böyle güzel insanlarla daha
sık karşılaşmak için dua ediyoruz.

Turist kafası başka, gezgin kafası daha başka. Türk
gezgin kafası ise bambaşka. Yolda ne yapacağını şaşırmış dönüp dolaşan 20’li
yaşlardaki 3 genci İrem, Varkala’daki pansiyonların ve yiyeceklerin fiyatları
hakkında bilgilendirdikten sonra bu gençlerle ben de tanıştım. İsviçre’li bu
gençler bizim sadece sandviçlerle yaşadığımızı, 150 ila 200 rupi arasında oda
kiraladığımızı öğrenince küçük dillerini yutuyorlardı. ‘Nasıl yani? Nasıl
yapıyorsunuz bunu siz?’ soruları, konuşmalarımızın ana hattını oluşturuyordu.
Bu kadar tepki aldığımızı görünce yaptığımızın cidden insanüstü bir çaba
olduğunu düşündüm. Sadece bir anlığına. Sonrasında bunun gayet normal bir
hareket olduğuna karar verdim, mümkün olduğunca çok gezmek, mümkün olduğunca
uzun kalmak için fedakarlık yapmamız gerekiyordu ve biz de yapıyorduk,
gocunmuyorduk da... Hem artık iyice yolun bana istediklerimi beleş karşıma
çıkaracağına inanmaya başlamıştım. Çıkıyordu da, mesela daha o sabah
geldiğimizden beri pahalı olmasından dolayı kaju yememiştik, bugün günün
kahvesini içerek kendimi şımarttığım sırada havadan kaju geldi... İtalyanlar
sağolsun. Hem de buraya uçmadan evvelki 2 haftasını İstanbul’da geçirerek
müthiş anılarla ayrılan ve sıcağında bizimle tanışarak anılarını canlandıran
bir sürü İtalyan. Hindistan’da İtalyanca
bilen Türkler ile karşılaşan İtalyanlar tabi ki feleklerini şaşırdılar o
geceler. Sayelerinde biz de nasiplendik. Gerçi ertesi gün ayrılıyor olmamızdan
dolayı çok üzüldüler, ama Hintli dostlarımızın da işlerin tıkandığı ve
ilerlemediğinde dediği gibi ‘What to do?!’
Ayrılmamıza saatler kala bir hüzün çöktü içimize.
Çok güzel yerler daha önce de görmüştüm. Ama ilk defa buraya tekrar geleceğimi
hissediyordum ve tekrar gelmek de istiyordum. Meyva suları ve muhteşem meyva
salataları yapan küçük bir restoranın sahibi olan mistik amcaya bir İngiliz kadının
histerik şekilde ‘bana yoga yaptıracaksın, söz vermiştin, sözünü tutacaksın’
diye bağırıp çağırması üzerine dönüp ‘bayağı popülersiniz’ demem üzerine
Varkala üzerine konuşmaya başladık; musonlarda nasıl olduğunu, yaz döneminde
kimlerin geldiğini, bu seneki iş hacmi... bir ara Varkala’ya tekrar gelmek
istediğimi söylediğimde buranın mıknatıs gücü olduğunu ve bu yüzden de
insanların devamlı buraya geldiğini söyledi. Hindistan’da bu tarz magnetik gücü
olan başka yerlere örnek olarak da Punjab’ı, Varanasi’yi, Himalayaları,
Kashmir’i verdi. Benim daha önceden bildiğim bu güce sahip bir tek Kelebekler
Vadisi vardı, şimdi Varkala da eklendi böylece. Bu seferki Hindistan yolumda
Varanasi de olacağı için Hindistan’ı terk ederken üçlemiş olacaktım.
Akşam üzeri oradan ayrıldık ve istasyona gittik.
Madurai trenini yakalayacaktık. Oradan da Villupuram. Villupuram’dan da
otobüsle fransız kasabası olarak anılan Pondicherry’e geçecektik. Auroville’de
gönüllü çalışacağımız yer, oraya ulaşacağımız gün misafir kabul etmediğinden 2
gün Pondy’de kalacaktık. Bir fransızın evinde...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder