4 Şubat 2011
Auroville, 60’ların sonlarına doğru Fransız mimar Roger Anger tarafından tasarlanarak kurulan, şu anda da 20 kilometrelik bir alana yayılmış olan ‘ideal şehir’. İnsanların hem birbirleriyle hem de doğa ile uyum içerisinde, politikadan ve ulusçuluktan uzak yaşanabileceğinin kanıtlandığı uluslararası bir proje. Turistik bir aktivite olmadığından Auroville sakinleri ziyaretçilerden pek fazla hoşlanmıyor, zaten çok da kapalı yaşıyorlar. Birçok gönüllü yer alıyor projede. Mutfakta çalışanlardan tut da organik tarım işçilerine kadar... Tabi çoğunluk geçici bir süre buradalar. Auroville’de yaşamak için kabul edilmek cidden zorlu bir süreç. Öncelikle yaşadıkları evlerden birinin boş olması lazım. Bir de her ne kadar telaffuz etmeseler de paralı olmak önemli. Zaten yerleşmeye gelen insanların yaşlarından bunu anlayabiliyorsun. Yerleşik genç nüfus oldukça az. Gelen gençler genelde kısa dönemli gönüllü işler yapıp gidiyor.
Sadhana da Auroville’in ağaçlandırma ile görevli birimlerinden biri. Zaten Auroville’li bir çift tarafından beş sene evvel faaliyete geçirilmiş. En az 1 ay kalmayı taahhüt ettiğin takdirde gönüllü çalışıp kalabiliyorsun. Haftada 5 gün ve öğlene kadar ya tarlada ya bahçede ya da ormanda dikim, sulama yapıyorsun. Ya da o haftanın komün ihtiyaçlarına göre görevler de üstlenebiliyorsun. Çalışmanın karşılığında ise senin konaklamanı karşılıyorlar, yemek gereçleri toplu alınıp kendi mutfaklarında pişirilip hazırlanıyor. Onun için de günlük olarak 200 rupilik bir ücret ödüyorsun.
Sabah 11 gibi yola düştük İrem’le. Cuma günleri Sadhana’nın ziyaretçilere açık sinema gösterimi yaptıkları günmüş, o yüzden Geoffrey de akşam bizi ziyarete geleceğini söyledi. Kaldığımız yerden oldukça uzakta olduğu için taksi ile gittik oraya.
Yolda, Sadhana’da zorlanabileceğimi düşünüyordum.
Vegan mutfağında sütsüzlüğe, yoğurtsuzluğa ve yumurtasızlığa dayanmak özellikle
benim için zor olacaktı. Bir de sigara da yasaktı. Ama bir yolunu bulup bir
şekilde içebileceğimi biliyordum.
Oraya vardığımızda birçok bambudan yapılmış küçüklü büyüklü kulübeler karşıladı bizi. Yeni gelenlerin kabulü saat 2’de yapıldığı için çantalarımızı ‘Ana bungalov’ dedikleri yere bırakıp çevreyi dolanmaya çıktık. O gün bizimle başlayacak Japon ve Arjantinli bir kızla tanıştık. 100 kişi kadar insanın bulunduğunu söylüyorlardı. Herkes daha çalıştığı için ortalıkta fazla insan görünmüyordu.
Öğlen 1’de herkes ana bungalovda toplandı. Öğle
yemeği vaktiydi. Bir anda büyük kazanlarda yemekler geldi ve servis başladı.
100 kişinin bir anda gelip curcuna yaratacağını düşünüyordum. Ama herkes
sakince yere oturdu, birkaç kişi de servise yardım edip yemek doldurulmuş
tabakları insanlara dağıttı. Herkes yemeğini aldıktan sonra ‘duyurular’
yapıldı: ‘Reiki workshopu yemek sonrasında yapılacak, katılmak isteyenler
buradan ayrılmasın’, ‘Şalımı kaybettim tuvaletlerin orada, gören var mı?’ vb.
Duyurular bitince 1 dakika ‘sessizlik anı’ başladı. Yemek öncesinde bir zil
sesi ile başlatılan bu dakikada kimse kelime etmiyor, yemeğe saygı duyduğunu
belirtiyordu. Zil sesinin bir dakikanın tamamlanması üzerine tekrar çalmasıyla
tabaklara vurulan kaşık sesleri duyulmaya başlandı. Yeni gelenler olarak bir
köşeye sinmiş hem ilk vegan yemeğimizi yemeğe uğraşıyor hem de etrafı
izliyorduk. Yemekleri bitirince tabaklarımızı bulaşıkhaneye götürdük. Hindistan
kabuğunun bir parçasını küle batırıp
önce tabak siliniyordu, ardından tabak ilk kazandaki suya sokulup külden
arındırılıyordu. Yanyana su ile dolu 3 kazan vardı, her kazana
tabaklar teker
teker batırılıp en sonunda mikropları öldürücü etkisi olan sirke ile
doldurulmuş kazana konup gece boyunca bekletiliyordu. Her sabah ise bu sirkeli
kazandaki bulaşıklar güneşte bırakılıp tekrar kullanıma hazır hale
getiriliyordu.
Yemek ve bulaşık faslı bitince Martina yanımıza geldi. Bize Sadhana hakkında bilgi verecek, etrafı gösterecek, komün yaşamın prensiplerinden bahsedecekti. Kurulduğundan bu yana burada yaşıyormuş. Daha öncesinde ise 7 sene boyunca Auroville’de yaşamış.
Martina’da ilk dikkatimi çeken Alman aksanının yanı sıra koltuk altındaki ve bacaklarındaki tüyler oldu. İşte hiçbir zaman bu derece olacak kadar doğa insanı olmamın mümkün olmayacağını düşündüm. Sadhana’nın kısa olarak hikayesini anlattıktan sonra buradaki kullanılan herşeyin doğal malzemelerden yapıldığını, doğaya zarar verebilecek hiçbir şeyin kullanımına izin verilmediğini söyledi. Bulaşık ve çamaşır deterjanı, şampuan, saç kreminin yasak olmasının yanı sıra işlenmiş hiçbir gıda maddesinin de buraya sokulamayacağını belirtti. Vegan dışında yiyeceklerin getirilemeyeceğini daha önceden biliyordum, ama bisküvi, ekmek getirmek bile yasaktı.
Hep beraber çevreyi gezmeye çıktık. İlk durağımız lavabolar oldu. Her lavabonun yanında külden yaptıkları sıvı sabun ve içinde su olan kocaman bir kazan duruyordu. Ellerini yıkayacağın zaman maşrapa ile kazandan kullanacağın kadar su alıp asılı duran altlarına bir delik açılmış tencerelere döküyordun. O delikten akan su ile de ellerini duruluyordun. Gerçekten normal musluklardan akan suyu insanın aslında ne kadar israf ettiğini fark ettim.
Ardından duşlara geçtik, duş kabinleri açık havadaydı, şampuan ve sabunu kendileri veriyordu, doğa ile dost. Duşların yanında çamaşır askıları ve çamaşır yıkanan yer vardı. Hem çamaşırlar hem de duş için kova ile su taşıyordun, mutfaktaki tulumbadan. Buradaki tüm sistem suyun israf edilmemesi adına düşünülüp tasarlanmıştı. Hoşuma gitti.
Tuvaletler biraz kafa karıştırıcıydı. Zira buradaki herşeyin tekrar kullanılabilmesi ve geri dönüştürülebilmesi için bir düzen vardı. tuvaletler de bu sistemin bir parçası olduğundan daha sonrasında gübre olarak kullanılıyordu. Büyüğü farklı bir deliğe, küçüğü farklı bir deliğe yapıyordun. Tutturmak cidden zordu.
Mutfaktaki dolapta meyvalar duruyordu, kullanımımıza her an açık. Hemen birer muz kaptık. Turumuza revirle devam ettik. Hastalara kolaylık olsun diye tuvaletlerin yakınına kurulmuş birkaç yatağın bulunduğu bir bundalovdu. Herşeyin bitkisel olması esasına dayalı olarak homeopatik ve ayurdedik yöntemler kullanılıyordu.
En sonunda yatakhaneye geldik. İlk yatakhane mutfağa
yakın olandı. İki katlı kocaman bir bungalovdu. Odalar birbirleriyle
çarşaflarla ayrılmıştı. Her odada da ya 2 ya da 4 yatak bulunuyordu. İrem ile
ben 4 yataklı bir odada yatak bulup oraya yerleştik. Oda arkadaşlarımız
İsviçreli Letitia ve İskoç Gary idi.
Akşam üzeri 4 gibi Geoffrey geldi. Onunla birlikte bir sürü ziyaretçi de gelmişti. Bir senedir orada yaşayan Rebecca tüm ziyaretçilere ormanda ne yapıldığını detaylı olarak anlattığı bir tura rehberlik etti. Fazla kurak olduğu için Hint devleti tarafından gözden çıkarılarak ‘nasılsa birşey yetiştiremezler’ diye Sadhana’ya verdikleri bu topraklara değişik sulama yöntemleri ile iki buçuk milyondan fazla ağaç dikildiğini duyunca şaşırdım.
Turdan sonra sigara içmeye kaçtık. Hemen kendime bir sigara köşede belirledim kuytuda. Bir sigara ile kendime geldikten sonra ana bungalovdaki film gösterimine gittik. Doğa belgeseli idi. Gösterimden sonra yemekler yendi. Ziyaretçilere hoşgeldiniz beş gittiniz konuşmaları gerçekleşti. Sonrasında da komün üyeleri tarafından ellerine geçen her türlü aletle müzik yapıldı, danslar edildi.
Ertesi gün Cumartesi olduğundan ve hafta sonları çalışmayacağımızdan haftasonunu Geoffrey’de geçirmeye karar verdim. Cumartesi gecesi ateşini yaşamaya Pondicherry’e gideceklerdi ve biraz neşe, biraz da alkol bana iyi gelebilirdi...
Auroville, 60’ların sonlarına doğru Fransız mimar Roger Anger tarafından tasarlanarak kurulan, şu anda da 20 kilometrelik bir alana yayılmış olan ‘ideal şehir’. İnsanların hem birbirleriyle hem de doğa ile uyum içerisinde, politikadan ve ulusçuluktan uzak yaşanabileceğinin kanıtlandığı uluslararası bir proje. Turistik bir aktivite olmadığından Auroville sakinleri ziyaretçilerden pek fazla hoşlanmıyor, zaten çok da kapalı yaşıyorlar. Birçok gönüllü yer alıyor projede. Mutfakta çalışanlardan tut da organik tarım işçilerine kadar... Tabi çoğunluk geçici bir süre buradalar. Auroville’de yaşamak için kabul edilmek cidden zorlu bir süreç. Öncelikle yaşadıkları evlerden birinin boş olması lazım. Bir de her ne kadar telaffuz etmeseler de paralı olmak önemli. Zaten yerleşmeye gelen insanların yaşlarından bunu anlayabiliyorsun. Yerleşik genç nüfus oldukça az. Gelen gençler genelde kısa dönemli gönüllü işler yapıp gidiyor.
Sadhana da Auroville’in ağaçlandırma ile görevli birimlerinden biri. Zaten Auroville’li bir çift tarafından beş sene evvel faaliyete geçirilmiş. En az 1 ay kalmayı taahhüt ettiğin takdirde gönüllü çalışıp kalabiliyorsun. Haftada 5 gün ve öğlene kadar ya tarlada ya bahçede ya da ormanda dikim, sulama yapıyorsun. Ya da o haftanın komün ihtiyaçlarına göre görevler de üstlenebiliyorsun. Çalışmanın karşılığında ise senin konaklamanı karşılıyorlar, yemek gereçleri toplu alınıp kendi mutfaklarında pişirilip hazırlanıyor. Onun için de günlük olarak 200 rupilik bir ücret ödüyorsun.
Sabah 11 gibi yola düştük İrem’le. Cuma günleri Sadhana’nın ziyaretçilere açık sinema gösterimi yaptıkları günmüş, o yüzden Geoffrey de akşam bizi ziyarete geleceğini söyledi. Kaldığımız yerden oldukça uzakta olduğu için taksi ile gittik oraya.

Oraya vardığımızda birçok bambudan yapılmış küçüklü büyüklü kulübeler karşıladı bizi. Yeni gelenlerin kabulü saat 2’de yapıldığı için çantalarımızı ‘Ana bungalov’ dedikleri yere bırakıp çevreyi dolanmaya çıktık. O gün bizimle başlayacak Japon ve Arjantinli bir kızla tanıştık. 100 kişi kadar insanın bulunduğunu söylüyorlardı. Herkes daha çalıştığı için ortalıkta fazla insan görünmüyordu.
![]() |
Mutfak... |
![]() |
Bulaşıkhane |
Yemek ve bulaşık faslı bitince Martina yanımıza geldi. Bize Sadhana hakkında bilgi verecek, etrafı gösterecek, komün yaşamın prensiplerinden bahsedecekti. Kurulduğundan bu yana burada yaşıyormuş. Daha öncesinde ise 7 sene boyunca Auroville’de yaşamış.
Martina’da ilk dikkatimi çeken Alman aksanının yanı sıra koltuk altındaki ve bacaklarındaki tüyler oldu. İşte hiçbir zaman bu derece olacak kadar doğa insanı olmamın mümkün olmayacağını düşündüm. Sadhana’nın kısa olarak hikayesini anlattıktan sonra buradaki kullanılan herşeyin doğal malzemelerden yapıldığını, doğaya zarar verebilecek hiçbir şeyin kullanımına izin verilmediğini söyledi. Bulaşık ve çamaşır deterjanı, şampuan, saç kreminin yasak olmasının yanı sıra işlenmiş hiçbir gıda maddesinin de buraya sokulamayacağını belirtti. Vegan dışında yiyeceklerin getirilemeyeceğini daha önceden biliyordum, ama bisküvi, ekmek getirmek bile yasaktı.
Hep beraber çevreyi gezmeye çıktık. İlk durağımız lavabolar oldu. Her lavabonun yanında külden yaptıkları sıvı sabun ve içinde su olan kocaman bir kazan duruyordu. Ellerini yıkayacağın zaman maşrapa ile kazandan kullanacağın kadar su alıp asılı duran altlarına bir delik açılmış tencerelere döküyordun. O delikten akan su ile de ellerini duruluyordun. Gerçekten normal musluklardan akan suyu insanın aslında ne kadar israf ettiğini fark ettim.
Ardından duşlara geçtik, duş kabinleri açık havadaydı, şampuan ve sabunu kendileri veriyordu, doğa ile dost. Duşların yanında çamaşır askıları ve çamaşır yıkanan yer vardı. Hem çamaşırlar hem de duş için kova ile su taşıyordun, mutfaktaki tulumbadan. Buradaki tüm sistem suyun israf edilmemesi adına düşünülüp tasarlanmıştı. Hoşuma gitti.
Tuvaletler biraz kafa karıştırıcıydı. Zira buradaki herşeyin tekrar kullanılabilmesi ve geri dönüştürülebilmesi için bir düzen vardı. tuvaletler de bu sistemin bir parçası olduğundan daha sonrasında gübre olarak kullanılıyordu. Büyüğü farklı bir deliğe, küçüğü farklı bir deliğe yapıyordun. Tutturmak cidden zordu.
Mutfaktaki dolapta meyvalar duruyordu, kullanımımıza her an açık. Hemen birer muz kaptık. Turumuza revirle devam ettik. Hastalara kolaylık olsun diye tuvaletlerin yakınına kurulmuş birkaç yatağın bulunduğu bir bundalovdu. Herşeyin bitkisel olması esasına dayalı olarak homeopatik ve ayurdedik yöntemler kullanılıyordu.
![]() |
Yatak odamız :) |
Akşam üzeri 4 gibi Geoffrey geldi. Onunla birlikte bir sürü ziyaretçi de gelmişti. Bir senedir orada yaşayan Rebecca tüm ziyaretçilere ormanda ne yapıldığını detaylı olarak anlattığı bir tura rehberlik etti. Fazla kurak olduğu için Hint devleti tarafından gözden çıkarılarak ‘nasılsa birşey yetiştiremezler’ diye Sadhana’ya verdikleri bu topraklara değişik sulama yöntemleri ile iki buçuk milyondan fazla ağaç dikildiğini duyunca şaşırdım.
Turdan sonra sigara içmeye kaçtık. Hemen kendime bir sigara köşede belirledim kuytuda. Bir sigara ile kendime geldikten sonra ana bungalovdaki film gösterimine gittik. Doğa belgeseli idi. Gösterimden sonra yemekler yendi. Ziyaretçilere hoşgeldiniz beş gittiniz konuşmaları gerçekleşti. Sonrasında da komün üyeleri tarafından ellerine geçen her türlü aletle müzik yapıldı, danslar edildi.
Ertesi gün Cumartesi olduğundan ve hafta sonları çalışmayacağımızdan haftasonunu Geoffrey’de geçirmeye karar verdim. Cumartesi gecesi ateşini yaşamaya Pondicherry’e gideceklerdi ve biraz neşe, biraz da alkol bana iyi gelebilirdi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder