28 Aralık 2010 Salı

Kendime not: uzun yolculuklarda her zaman tren kullan, otobüslerden uzak dur! HAMPİ - GOA ARASI

28 Aralık 2010
Saat 8’deymiş otobüs. Çantalarımızın yanında beklemeye koyulduk. Kocaman çantalarla bagaj olmayan otobüste nasıl yolculuk yapacağımızı düşündükçe içim sıkılıyordu. Memurlara gidip her sorduğumuzda otobüs saatinde bir değişiklik oluyordu, dediğim gibi önce 8’le başladık, sonra 8.15 oldu, sonra 8.30... En son olarak da ‘10 dakikaya burada’ cümleleri sarfedildi.
Yanımıza Hintli bir çocuk gelip oturdu yine o muhteşem soruyu sorarak: ‘Nerelisiniz?’. Mozambikli dedim bu sefer. Otobüs terminalinin karmaşası içerisinde iken kendimi rahatlatmak adına yıllar evvel Kanal D’de gittiğimiz yemekli toplantıda yan masadaki Mozambik turizm ateşesinin yaptığı muhteşem sahillerinin fotoğrafları ile süslenmiş o sunumu anımsayarak. Ama iyi niyetli bir çocuk olduğunu farkedince dediğimden utandım. Sonra da muhabbet etmeye başladık. Hampi’de Hint işi kıyafetler satan bir mağazası varmış. Hiç okula gitmemiş, okumayı yazmayı da kendi başına öğrenmiş. 3 kardeşlermiş. En küçük kız kardeşinin 3 çocuğu olduğunu söyleyince yaşını sorduk ve kızın ilk çocuğunu 14 yaşında dünyaya getirdiğini öğrenince bazı hesaplamalar yapıp (hem de hesap makinası kullanmadan) şu anda benim 17 yaşında bir çocuğumun olabileceği düşüncesiyle ürperdim. Gerçi ilginç de olabilirdi. Goa sahillerinde çocuğumla parti yapma fikri hoşuma gitmedi değil. ..
Yeni arkadaşımıza veda edemeden, kaçıracağız endişesiyle omuzlarımıza çantalarımızı yüklediğimiz gibi sağa sola çarpıp birşeyler devirerek kendimizi otobüse attık.
En arkanın bir ön koltuğuna oturduk. İrem’in çantasını ayaklarımızın altına sıkıştırdık. Benimki de koridorda tam yanımda duruyordu, devamlı elimde düşmesin diye tutmak zorundaydım. Yan koltukta da garip tipler oturuyordu, çantamı tutmaya çalışan. Neyseki otobüs hareket etmeye başlar başlamaz, maydanoz olacağını düşündüğümüz bu abilerden biri uyumaya başladı, hatta koltuğu fazla konforsuz bulunca yere uzandı. Bir süre sonra çantayı tutmaktan yorularak yanlamasına yere yatırdım. Artık herkes üzerine basa basa geçiyordu.
Yola çıktığımızdan bu yana en zor yolculuğumuz bu oldu. İrem’in tam yanındaki pencere kendi kendine devamlı açılıyor, soğuk bir rüzgar kulaklarımıza kulaklarımıza vuruyordu. Pencereyi sıkıştırmak için herşeyi denedik; aralara kağıt parçaları sıkıştırdık, şalla örtmeye çalıştık, lastikle tutturmaya çabaladık. Bana mısın demedi, 5 dakika sonra yine açıldı, yine açıldı, yine açıldı.
Yol boyunca her kavisi, her tümseği midemizde hissettik. Bir ara otobüs girdiği duraktan ters manevra ile arkaya doğru fazla gidince ve benim de nedense arkamızda büyük bir uçurumun olduğuna inanmamla çığlığı bastım: ‘Ölmek istemiyorum’. Otobüste çığlığımın yankılanması üzerine tüm dikkatleri üzerime çekmeyi başardım. Utançla koltuğa gömülmem pek bir işe yaramadı. Uçurum zannettiğim şey sadece küçük bir tümsekmiş...
İrem tüm gece şoförle birlikte otobüsü kullandı, manyaklar gibi sürdü, sollanmayacak yerlerde solladı, kamyonlarla kapıştı. Kafasında ‘eğer ölürsek buralarda kimsenin haberi bile olmaz’ düşüncesiyle... Evet, Hindistan’daki ilk ve son uzun yol otobüs yolculuğumuzun bunun olacağına dair söz verdik, gözünü sevdiğim her yerde rötar yapan Hint trenleri...
Ben uyudum. Hayatımda nadiren başıma gelen ‘gözüme uyku girmeme ve düşüncelerle boğuşma’ gecesini bir evvelki gün yaşamış ve bu yüzden de çok yorgun olduğumdan uyuyakaldım.
Gözlerimi açtığımda Panaji’ye yaklaşmıştık.
Goa’da kalacağımız arkadaşlar Onur ve Erkin’i arayıp yola çıktığımızı ve sabah orada olacağımızı haber vermemiz gerekiyordu. Ancak Mamallapuram’da aldığımız telefon çalışmıyordu. Hampi’de hiçbir telefon çekmediği için daha önce farketmemiştik. Türkiye sim kartlarını da denedik ve GSM operatörlerimizin roaming anlaşmalarının Hindistan’ın kırsal kesimlerinde bir işe yaramadığını fark ettik.
Panaji’ye vardığımızda sabah 8’e geliyordu. İnanılmaz olan buraya varmıştık, hem de sağ salim. Tek sorun, kapatamadığımız camdan girmiş olan tozdan suratlarımız kapkara olmuştu, bir de çantalarımız artık kahverengiydi.
Onur’ları aradık, Vagator’a gelmemizi söylediler. Vagator ve Anjuna Beach için Mapusa’dan otobüse binmek gerektiğinden önce Mapusa’ya gittik.
Panaji şehri, bir başkent olmasına rağmen oldukça düzgündü. Yeşil hatta. Sahillerin kokusunu alabiliyordum. Canlandım tabi. Bir duş alınca da cennetlik olacaktım.
Vagator’a vardığımızda saat 10’a geliyordu. Doğruca eve gittik. Küçük bir site içerisinde, önünde havuzu ile müstakil bir evdi. Her tarafta muz ağaçları, egzotik çiçekler vardı.
‘Oh be, işte budur’ dedim. Daha kumsalları görmeden, sadece kokusunu duyarak.

2 yorum:

  1. seni mimledim. benim cevapladığım; yılbaşı miminin sorularını cevaplayıp, bloğunda yayınlıyorsun. olay budur.

    YanıtlaSil
  2. hehe tabe elbettee, ama sanırsam bunu seninkinden daha önce yayınlamıştımm

    YanıtlaSil