24 Nisan 2011 Pazar

Ha Hua Hin ha Polonezköy... Ama sanırım Polonezköy daha güzel... HUA HİN - TAYLAND

 
24 Nisan 2011
Samui’den ayrılmak için gece feribotunu beklemeyi planlıyordum, ama kendimi fazla riske atmayayım diyerek bu birleşik biletlerden almaya karar verdim. Bildiğim tek şey öğlen Nathon iskelesinin kenarından kalkan mavi renkte bir otobüse binmekti. Feribot sonrası ise otobüs değiştirecektim.
Otobüste benim dışımda da birçok insan vardı. Herkes benimle Samui’den ayrılıyor gibiydi. Aynı Phangan’dan ayrıldığım zamanki gibi... Meğer feribot iskelesi bambaşka bir yerden kalkıyormuş. Varmamız 15 dakikayı buldu. Vardığımızda ise hep birlikte otobüsten inip yolcu girişine yöneldik. Feribotun da otobüsün de kaç saat süreceğini bilmiyordum. Bileti aldığım turizm acentası sadece bana Hua Hin’e saat 4 gibi varacağımı söylemişti. Artık 7/11’lardan birinde Nick uyanıncaya kadar beklerim diye düşünmüştüm.
Feribot yolculuğu muhteşemdi. Filmlerden görmeye alışık olduğum sahneler karşımdaydı. Denizin ortasından yükselen dağlar, atlayan balıklar, turkuvaz deniz...  Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Bir noktada banklara uzanıp sadece gökyüzünü izledim.
Feribotun otobüsün kalktığı Surat Thani’ye gittiğini sanıyordum, yanılmışım. 80 küsür kilometre ötedeki  Dorset’e yanaşıyormuş. Oradan 1,5 – 2 saatlik bir yolculuk sonrası en sonunda otobüs değiştireceğim yere ulaştık. Yavaş yavaş insanlar inmeye başlayınca benim de bir yerde inmem gerektiğini düşünüp biletimi gösterdim muavine. Otobüs terminalinden kalkmıyormuş otobüsler. Acentaların önündenmiş. Beni de bir yerlerde indirdiler en sonunda. Yarım saatlik bir beklemeden sonra benimle birlikte inen herkesi bir dolmuşa bindirdiler ve başka bir ‘bekleme’ yerine aktardılar. En sonunda otobüse bindiğimizde saat akşam 7:30’a geliyordu.
Yanımda Tayvan’lı bir adam oturuyordu. Zaten otobüste tek bir Tai yoktu, herkes yabancıydı. Chumpon’dan bu yana pek yalnız kalmamıştım, adalar arasındaki feribot yolculuklarım dışında. Tek başıma olmaktan zevk aldığım ve bozulmasını hiç istemediğim için kimse ile konuşmadım. İşin komik yanı ise zaten otobüse biner binmez uyuya kaldım.
Saat 4’te varmayı bekliyordum ama muavin beni uyandırıp Hua Hin’e geldiğimizi söylediğinde 2.30’du. Yani bir buçuk saat daha fazla beklemem lazımdı.
HuaHin Plajı
İner inmez yanıma mobilet taksicilerden biri yanaştı. Uyku sersemi olmama rağmen hala gülümseyip en yakın 7/11’ı sordum. Bana tarif etti ve yürümeye başladım. Karanlık ve tenhaydı girdiğim sokak. Ama oraya vardım ki yanılıyormuşum.Tam marketin önünde sokak satıcıları ve masalar vardı. Tüm masalar da insanlarla doluydu. Kaldırıma oturup şaşkınlık içerisinde etrafı izlemeye başladım. Sabah 4 – 5 gibi insanların kalkıp iş yapmaya başlayacaklarını tahmin ediyordum ama bu saatte kimseyi bulmayı beklemiyordum. Kendimi güven içerisinde hissedip kitap okumaya başladım.
1 saat kadar sonra kahve ihtiyacı duyup yerimden kalkıp yürümeye başladım. Ara başka bir sokakta kahve tezgahı buldum. Bir tane teyze de harıl harıl çalışıyordu. Yanındaki masalardan birine oturdum ve kahvemi söyledim. Tarzanca tabi.
Biraz birşeyler yazmak için bilgisayarımı çıkardım ki bir sürü kablosuz internet bağlantısı olduğunu fark edip bir tanesine tıkladım. Sabahın üç buçuğunda sokaktaydım ve Hua Hin belediyesinin BEDAVA sağladığı interneti kullanıyordum. Beni ayakta tutmak için kahveden bile tesirliydi...
Tek sorun tuvaletti. Malum burası Hindistan değildi ve benim tuvalet bulmam lazımdı. Teyzeye sorduğumda bana bir sokak gösterdi. Sora sora pazarın kurulmaya başlandığı alanda bir apartmanın içerisinde buldum. Artık benden keyiflisi yoktu.
Saat 10.00 gibi Nick aradı ve otobüse binip evine gittim. Bir otelin rezidansında kalıyordu. 2 odası, mutfağı ve 2 tuvaleti olan, arka kapısından havuza çıkılan gayet güzel bir yerdi. Tabi gece yarısı gelip onu aramadığım için bana kızdı. Uykusuzluk yavaş yavaş başıma vuruyordu ama direnmekte kararlıydım. Sahilde kite surfing turnuvası olduğunu söyledi ve ondan önce arabaya bindim.
Ahanda kitesurf...
Hua Hin merkezindeki plaja gittik. Her ne kadar gökyüzünde süzülen, iple board üzerindeki sporcu gençlere bağlı olarak rengarenk ve kocaman uçurtmalar pek sevimli olsa da plaj için aynı şeyi söylemezdim. Griydi. Biraz Dubai’yi plajını andırıyordu.
Hua Hin bayağı büyüktü ve Bangkok kadar olmasa da trafik vardı caddelerde. Yabancı bir sürü amca vardı, yanlarında da yarı yaşlarında Tai kızlar. Buranın Bangkok’a sadece 2,5 – 3 saat uzaklıkta olması burayı ‘kaçamak’ merkezi haline getirmişti. Her ne kadar sevimsiz olsa da şehre yakındı ve burayı cazip kılıyordu. Tayland’ın önde gelen zenginleri de haftasonunu burada geçiriyordu. Bangkok’ta dahi görmediğim fiyakalı arabalar vızır vızırdı...
Akşam yemeğe gittiğimizde hevesimiz biraz kursağımızda kaldı. Laf anlatmak çok zordu. Biraz pilav istediğini söyleyince Nick, önümüze şarap listesi geldi. Allahtan şarap gelmedi diye şükür ettik. Yemeklere tuz koymadıkları için tuz istedim. Ne istediğimi anlamaları bir yarım saat sürdü. Tuz yerine soya sosu kullanıyorlardı. Ama gel gör ki soya sosunu istemem ve anlatmam daha çok zamanımı alacaktı.
Etraftaki başka plajları keşfetmek için ertesi gün kendimizi yola attık ve en nihayetinde daha eli tutulur bir yer bulup oraya serildik. Bu kumsalı da genelde düğün öncesi fotoğraf çekimi için kullanıyorlarmış meğerse. O gece de muhtemelen bir sürü düğün vardı belli ki, zira damatlar ve gelinler birbiri ardına plajı ziyaret ettiler. ‘Biz çok mutluyuz, evleniyoruz’ diye bağıran bir sürü kareler yakaladı fotoğrafçı.
Gece olduğunda yine çantamı hazırladım. Sabahın 4’ünde ayrılacaktım. Allahtan Bangkok’a giden otobüs evin önünden geçiyordu ve beni de oradan alacaktı. Muhtemelen çok uzun bir gün olacaktı benim için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder