27 Nisan 2011
Sabahın kör vaktinde yine yollardaydım, inat ettim 4-5
kilometre uzaklıktaki tren istasyonuna yürüdüm. Uzun bir
gün olacaktı. Yine bir sürü aktarma yapacaktım. Ama bu sefer değerdi,
sanırsam...
Önce Kanchanaburi’ye gittim. Şu ünlü Kuwayi Köprüsü’nün olduğu yere. Biraz etrafta gezindim, köprüyü ve mezarlığı gördüm. Ardından da Sanglaburi’ye giden minibüslere bindim. İneceğim noktayı anlatmak biraz zor oldu ama en sonunda anlaşılmış olmanın verdiği mutlulukla yolculuğuma başladım. Muhteşem dağlardan muhteşem manzaralardan geçiyordum. Ağzım açık bir şekilde etrafı hayran hayran izliyordum. Şoförümüz, acayip komik bir tipti. Rayban gözlükleri, kepi ve ellerindeki deri eldivenleriyle yolların fatihi olarak ilerliyordu. Yolumuzun üzerindeki bir kasabada durduğumuzda beni yanına oturttu. Nasıl sürüyorum diye sorunca gözlerimin önünde beliren ters şeritten gitmeleri, kavşaklara son sürat girdiği hızı görmemezden gelerek muhteşem diyebildim. Hindistan sonrası sürüş olaylarına pek takılmamayı öğrendim artık. Bir yere sağ salim vardığımda şükür etmesini öğrendiğim gibi...
Kroeng Krawia Naam Tok’a geldiğimizde şoför beni indirdi. Beni ağırlayacak olan ABD’li Paul’ü beklemeye başladım. Burası yerel insanların ziyaret ettiği bir şelaleydi. Gerçi şelale demek biraz zordu, biraz su akıntısı diyelim kısaca.
Paul, 4 ay evvel Tayland’a gelmiş, 3 ay Ayyuthaya’da kalıp biraz Tai öğrendikten sonra buraya yerleşmişti, bir Tai ailesinin yanına. Amerika kökenli PeaceCorp aracılığıyla buradaydı. Dünyanın çeşitli yerlerine gönüllü öğretmenler gönderiyorlardı. Paul de 2 sene burada kalıp İngilizce öğretecekti. Hatta daha sağlam bir sistem kurulması için öğretmenleri de asiste edecek, bir nevi danışmanlık yapacaktı. Böylece gittikten sonra da kurulan sistemin eskisi gibi devam etmesi sağlanacaktı.
10 dakika bekledikten sonra Paul, mor bir kamyonetle geldi. Yanında danışmanlığını yaptığı öğretmen arkadaşı ve karısı ile birlikte. Köyde İngilizce bilen tek kişi oydu zaten.
Köye gittiğimizde yine beni müthiş bir manzara karşıladı. Küçücük bungalow tarzı evler, yemyeşil bir doğa, yol boyunca bize selam veren köylüler.
Paul’ün ailesi çiftçiydi.
Yarım saatlik uzaklıkta tarlaları vardı. Burada da genelde Burma’dan göç
edenler çalışıyordu. Anne, baba, büyükbaba ve 6 çocukları vardı. Bunlardan biri
evliydi ve aynı evde yaşıyorlardı. Çoğu köy evinde olduğu gibi evin önünde bakkalları
vardı. Hemen hemen her ev aynı zaman da bakkal olduğu için müşterilerin kimler
olduğunu merak ettim. Dışarıdan fazla bir ziyaretçi gelmiyordu zira...
Baba, koskocaman gülümsemesi ile karşıladı beni. Taice birşeyler söylemeye başladı peşisıra, heyecan içerisinde. Gülümseme ile cevap verebildim, her zamanki gibi. Biraz Tai’cemi geliştirmem gerekecekti.
Paul ile birlikte köyü
gezdik, sadece birkaç sokaktan ibaretti... Artık köylüler Paul’ü
benimsemişlerdi bir yabancı olarak, ben yeniydim tabi ki. Hepsi merak
içerisinde beni baştan aşağı süzüyor, Paul’e de hakkımda sorular soruyorlardı:
‘Adım neydi?’, ‘Orada ne yapıyordum’, ‘Paul’ün kız arkadaşı mıydım?’ vb.
Akşam yemeğe oturmadan önce
ailenin uyarısı üzerine banyo yaptık. Gerçekten çok temiz insanlardı, günde 4-5
defa duş alıyorlardı. Zaten evlere de tapınaklarda olduğu gibi ayakkabını,
terliğini çıkartıp giriyordun. Duş, geleneksel Tai evlerinde olduğu gibi evin
dışındaydı. Üstü bambu ile kapatılmıştı. Kocaman bir su tankı vardı taştan. Ona
su musluktan dolduruluyordu ve maşrapayla duş alınıyordu. Fazla zorlandım
denemez, artık nerdeyse 5 aydan bu yana yolda olunca taşıma suyla değirmeni
döndürmeye alışmıştım. Yaramda da ufacık bir yer kalmıştı kapanmamış. Onu da
allaha havale ettim.
Büyük bir aile olduğu için aynı anda yemek yeme, sofraya oturma gibi bir düzenleri yoktu. Kim acıkırsa masanın üzerinde sabahtan akşama kadar üstü örtülü şekilde duran yemeklerden kendi tabağına servis ediyordu. Yanına da mutlaka pilavlarını alıyorlardı, ekmek niyetine.
Masaya yemek için
oturduğumuzda bizimle birlikte Paul’ün danışmanlığını yaptığı öğretmen ve onun
eşi de geldi. Eşi benim et yemediğimi öğrenince hemen kalkıp balık yaptı.
Utandım tabi, ama birşey söyleyemedim. Zaten dinlemeyeceklerdi. Yemek, kültürün
en belirgin özelliğiydi. 4-5 kap yemek yapılıyor, o kaplardan tabaklara servis
ediliyordu. Her seferinde sadece bir kaşık. Sonrasında tekrar tekrar
doldurabiliyordun tabağına. Tabağında hiç yemek bırakmaman gerekiyordu. Aksi
takdirde yemeklerden hoşlanmadın anlamına geldiği için ev sahibine hakaret
ettiğin anlamına geliyordu.
Köy yaşamı biraz komün yaşam gibiydi. Gelenleri gidenleri bitmiyordu. İsteyen masa üzerinde duran yemeklerden yiyebiliyor, masa üzerinde asılı duran muzlardan alabiliyordu, ya da isterse yemek dahi yapabiliyordu. Hep bir kahkaha vardı ki bu çok hoşuma gitti...
Ev iki katlıydı. İlk katı
gündelik yaşamın sürdürüldüğü alandı. Yani yemeklerin yapıldığı, yenildiği,
televizyonun bulunduğu, oturulduğu, misafirlerin ağırlandığı, bulaşıkların
yıkandığı, bakkalın bulunduğu. İkinci katta da yatak odaları bulunuyordu.
Paul’ün özel bir odası vardı, bir anneyle babanın. Çocuklar hep birlikte yer
yataklarında yatıyorlardı. Evli çift de çocuklar arasındaydı. Özel bir odaları
yoktu. Zor bir yaşam olduğunu düşündüm çift için, ama bu kültür içinde
büyüdüklerinden onlar için tanıdık, bildik bir durum. Durumu sorguladıklarını
bile sanmıyordum.
Dolap yoktu, eşyalar ya
yerde duruyordu ya da iplere askılarla asılıyordu. Benimkiler tabi ki
çantamdaydı. Çamaşır makinasına ise cidden hasta oldum. Eski tiplerdendi. İlk
havzaya çamaşırları koyup üzerine deterjanı ekledikten sonra, dışarıdan
hortumla su doldurup 30 dakika süreyle çalkalatıyordun, suyu tazeledikten ve
böylece çamaşırları duruladıktan sonra, yan havzaya alıp ‘sıkma’ aşamasını
başlatıyordun. Her ne kadar teferruatlı olsa da yine de elde yıkamaktan çok
daha az yorucuydu. En sonunda uyku tulumumu bile yıkamayı başarmıştım.
Kaldığım sürece Taice’me
birkaç cümle daha eklemeyi başardım. Ama cidden zor oldu. Hala da doğru
telaffuz edip etmediğime emin değildim. Pilav kelimesinin 5 şekilde
tonlandığını ve hepsinin de farklı anlamlara geldiğini burada öğrendim...
Burunları basık olduğundan benim burnum çok farklı geliyordu onlara, ne kadar
garip bir burnun var demeye başladılar. Bunu bu şekilde dile getirilmesini bir
hakaret ya da ayıp olarak görmüyorlardı, aynı birisi kiloluysa ‘kilolusun,
şişkosun’ demeleri gibi...
Köyü yakınlarında bulunan mağaralara gittik ertesi gün. Göller, şelaleler, devasa ağaçlar, mağaralar cennetindeydim. Köyün okulunu ziyaret ettik ve müdürle görüştük. Yanımda Taice bilen birisi olunca birşeyleri ya da birilerini anlamak çok daha kolay oluyordu.
Sabahın kör vaktinde yine yollardaydım, inat ettim 4-
Önce Kanchanaburi’ye gittim. Şu ünlü Kuwayi Köprüsü’nün olduğu yere. Biraz etrafta gezindim, köprüyü ve mezarlığı gördüm. Ardından da Sanglaburi’ye giden minibüslere bindim. İneceğim noktayı anlatmak biraz zor oldu ama en sonunda anlaşılmış olmanın verdiği mutlulukla yolculuğuma başladım. Muhteşem dağlardan muhteşem manzaralardan geçiyordum. Ağzım açık bir şekilde etrafı hayran hayran izliyordum. Şoförümüz, acayip komik bir tipti. Rayban gözlükleri, kepi ve ellerindeki deri eldivenleriyle yolların fatihi olarak ilerliyordu. Yolumuzun üzerindeki bir kasabada durduğumuzda beni yanına oturttu. Nasıl sürüyorum diye sorunca gözlerimin önünde beliren ters şeritten gitmeleri, kavşaklara son sürat girdiği hızı görmemezden gelerek muhteşem diyebildim. Hindistan sonrası sürüş olaylarına pek takılmamayı öğrendim artık. Bir yere sağ salim vardığımda şükür etmesini öğrendiğim gibi...
Kroeng Krawia Naam Tok’a geldiğimizde şoför beni indirdi. Beni ağırlayacak olan ABD’li Paul’ü beklemeye başladım. Burası yerel insanların ziyaret ettiği bir şelaleydi. Gerçi şelale demek biraz zordu, biraz su akıntısı diyelim kısaca.
Paul, 4 ay evvel Tayland’a gelmiş, 3 ay Ayyuthaya’da kalıp biraz Tai öğrendikten sonra buraya yerleşmişti, bir Tai ailesinin yanına. Amerika kökenli PeaceCorp aracılığıyla buradaydı. Dünyanın çeşitli yerlerine gönüllü öğretmenler gönderiyorlardı. Paul de 2 sene burada kalıp İngilizce öğretecekti. Hatta daha sağlam bir sistem kurulması için öğretmenleri de asiste edecek, bir nevi danışmanlık yapacaktı. Böylece gittikten sonra da kurulan sistemin eskisi gibi devam etmesi sağlanacaktı.
10 dakika bekledikten sonra Paul, mor bir kamyonetle geldi. Yanında danışmanlığını yaptığı öğretmen arkadaşı ve karısı ile birlikte. Köyde İngilizce bilen tek kişi oydu zaten.
Köye gittiğimizde yine beni müthiş bir manzara karşıladı. Küçücük bungalow tarzı evler, yemyeşil bir doğa, yol boyunca bize selam veren köylüler.
Köy manzaraları... |
Baba, koskocaman gülümsemesi ile karşıladı beni. Taice birşeyler söylemeye başladı peşisıra, heyecan içerisinde. Gülümseme ile cevap verebildim, her zamanki gibi. Biraz Tai’cemi geliştirmem gerekecekti.
Köy yolları |
Kaldığım ev |
Büyük bir aile olduğu için aynı anda yemek yeme, sofraya oturma gibi bir düzenleri yoktu. Kim acıkırsa masanın üzerinde sabahtan akşama kadar üstü örtülü şekilde duran yemeklerden kendi tabağına servis ediyordu. Yanına da mutlaka pilavlarını alıyorlardı, ekmek niyetine.
Evin mutfağı |
Köy yaşamı biraz komün yaşam gibiydi. Gelenleri gidenleri bitmiyordu. İsteyen masa üzerinde duran yemeklerden yiyebiliyor, masa üzerinde asılı duran muzlardan alabiliyordu, ya da isterse yemek dahi yapabiliyordu. Hep bir kahkaha vardı ki bu çok hoşuma gitti...
Ev ahalisi |
Paul'le yollarda... |
Çamaşırhane |
Köyü yakınlarında bulunan mağaralara gittik ertesi gün. Göller, şelaleler, devasa ağaçlar, mağaralar cennetindeydim. Köyün okulunu ziyaret ettik ve müdürle görüştük. Yanımda Taice bilen birisi olunca birşeyleri ya da birilerini anlamak çok daha kolay oluyordu.
İkinci kattan birinci kat manzarası.. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder