13 Mart 2011 Pazar

Jaisalmer’de Mardin’i buldum... JAİSALMER - HİNDİSTAN

13 Mart 2010
Kompartman arkadaşlarımız
Tren yolculuğu rutine bağladığından kendimi evimde hissetmeye başlamıştım. Kompartımana girer girmez önce birlikte seyahat edeceğimiz ancak benim kendilerine görünmez olmayı tercih edeceğim kompartıman arkadaşlarıma önce bir merhaba diyip ardından en üst ranzaya kendimi atıyordum. Orası benim dünyam oluyordu. Köşesine gidip koridordaki insan, satıcı trafiğini izlemeyi seviyordum. Trene biner binmez yine tahtıma oturup çevreyi izlemeye başladım. Geoffrey daha sosyal bir böcek olarak insanların yanında oturuyordu. Birkaç durak sonrasında tren oldukça kalabalık oldu. Meğerse insanlar iş çıkışlarında da bu treni yakalayıp evlerine gidiyorlarmış. Her gelen ‘beyaz adam Geoffrey’ ile konuşma yarışındaydı. Ben de yukarıdan dinliyordum. Hep aynı sorular: ‘Neredensin?’, ‘Nereye gidiyorsun?’, ‘Ne kadar zamandır buradasın?’, ‘Sevdin mi buraları?’, ‘Yanındaki karın mı?’ vb.
Rajasthan eyaletine girdiğimizde çoktan gece olmuştu. Trende en zevkli zaman öldürme hareketi olan bilgisayarımda film izleme seremonisini başlattığımda yine içimden ‘yaşasın, bir bilgisayarım var’ adlı şükran duamı okudum.
Sabah gözlerimi açtığımda Geoffrey çoktan uyanmış, kitabını okuyordu. Jaisalmer’e daha 4 saatimiz vardı. Kompartımanı paylaştığımız aile kahvaltılarını yapıyordu. Dal (mercimekten yapılan bir yemek) yanında rotti. Güneyde insanlar genelde her öğün pilav yerken kuzeyde ekmeği tercih ediyorlardı. Ekmek derken rotti, chapati ve nan’dan bahsediyorum tabi ki, Fransız bagetlerinden, sandviç ekmeklerinden değil. Aile ile yine bir fotoğraf seremonisi yaşadıktan sonra vagonun kapısına gidip oturduk ve sigaralarımızı yaktık. Fazla bir insan kalmamıştı trende, kalanlar da artık Geoffrey’nin kankalarıydı. Uçsuz bucaksız bozkırları seyrettik uzun bir süre.
Jaisalmer’e vardığımızda tren istasyonunun mimari güzelliği ile tezat oluşturan bir curcunanın içinde bulduk kendimizi. Ellerinde pansiyon broşürlerini dağıtan bir sürü görevli, koskocaman tüfekleriyle birçok asker ve tabi ki ’20 rupi’ diye bağıran rikşa şoförleri.
Jaisalmer sokakları
Bir rikşa şoförü takıldı peşimize. 10 rupiye kadar da indirdi fiyatını. Şehir, yürünecek mesafede idi, ama 10 rupi olunca Geoffrey’e baktım binsek mi diye. Yürümeye kararlı idi, özellikle kuzeyde genellikle rikşa şoförleri yabancıları komisyon aldıkları saçmasapan pansiyonlara götürüyorlarmış. Geoffrey de istemediğimiz bir yere gitmemek için yürüyelim dedi. 10 dakika sonunda şehrin içinde idik. Tepede ise kalenin surları görünüyordu.
Birkaç otel gezip istediğimiz gibi kale manzaralı, kocaman bir oda bulduk. Şark köşesi misali Moğol kemerli penceresinin önünde küçük bir divanı bile vardı.
Jaisalmer Kalesi
Tren yolculuğu her ne kadar yatarak geçiriyor olsak da yorucuydu. O gün fazla bir atraksiyon yapmak istemedik. Zaten pencere önündeki divanı görünce saniyesinde kendimi elimde biramla, gece kalenin ışıklarını ve ana caddedeki insan trafiğini izlerken hayal ettim. Ama daha öğlendi. Çöle nasıl ve ne şekilde gidebilirizi öğrenmek için dışarıya çıktık. Bir sürü acenta vardı çöl gezisi düzenleyen, günü birlik, 3 günlük, 2 günlük turlar, deve gezisi vb. Hava çok sıcak olduğundan Geoffrey, tüm günü çölde geçirmek istemiyordu. Bizim için en ideali akşam 


Kale içi
üzeri gidip sabah erkenden de dönmek olabilirdi, ama bu da münferit bir tur olduğundan acentalar çok fazla para istiyordu. En sonunda devletin düzenlediği bir tur programı bulduk. Saat 3’te 6-7 kişiyi grup halinde alıyorlar, jiple 1 saat uzaklıktaki çöle götürüyorlar, gün batımından sonra da geri getiriyorlardı. Bu tura ertesi gün için rezervasyonumuzu yaptırıp kalenin içine ana giriş olan Gopa Chowk’tan girdik.

Muhteşemdi. Binalarda kullanılan taşların kum renginde olmasından dolayı Altın Kale olarak da anılan bu yerin mimarisini Mardin’e benzettim. Küçücük sokakları, Cen tapınakları, sarayı, cumbalı evlerinin yanısıra tepede olması nedeniyle de tüm şehri gören bir manzarası vardı. Tabi turistik bir yer olduğundan sıra sıra hediyelik eşya satan dükkanları, teraslı restoranları, internet kafeleri, ‘biraz para harcamaya ne dersiniz?’ ve ‘gelin dükkanıma bir bakın’ diyen satıcıları, bu küçücük şehirde neden ihtiyaç duyulur diye düşündüren rikşaları da bulunuyordu.
Kale içi
Her güzellik gibi burası da yok olma tehlikesi altındaydı. Özellikle de kalenin içinde yer alan ve ‘havelis’ denilen tüccarların büyük mansiyonları fazla su tüketimi ve kirlilikten dolayı tehdit altındaydı. Zaten rehber kitaplar da turistlere bu aşırı tüketimi önlemek ve protesto etmek amacıyla kale içerisindeki otellerde kalmayı önermiyordu.
Akşamüzeri gün batımına doğru biralarımızı alıp odamıza döndük. Pondicherry’de aldığımız 1 şişe biraya burada 2 katı para ödedik. Malum yeni bir eyalet ve her eyaletin kendi içerisindeki kurallar. Burada alkollü içeceklere uygulanan vergiler çok daha yüksekmiş. Gerçi alkol bulduğumuz için şanslıydık. Hindistan’ın birçok şehrinde alkol genelde yasak.
Soğuk bira, özellikle de antibiyotiklerden ötürü 1 ay boyunca hiç içmediğim düşünülürse çok iyi geldi. Gerçi Delhi’deki doktor yine önlem amacıyla bana antibiyotik vermişti ama daha kullanmaya başlamamıştım. Bira ve kale manzarası terapisinden sonra akşam yemeği için şehrin içindeki bir restorana gittik. Canlı müzik vardı, tabla ve sitar...
Çölde, müritlerimle :)
Ertesi gün gezimize kale içindeki 12 – 16. yüzyıllar arasında inşa edilen Cen tapınakları ile başladık. Daha önce Mysore’da iken kaldığımız Cen aile geldi aklıma. Güzel insanlardı. Gerçi bana her türlü tapınağa girip ibadet ettiklerini söylemişlerdi, o yüzden de kendi tapınakları olduğunu öğrendiğimde biraz şaşırdım.
Tapınak gezimizin ardından en eski Rajasthan saraylarından olan 1500’lerde yapılmış Rajmahal’i de ziyaret ettikten sonra çöle gitmek üzere saat 3’te turizm ofisinin önüne gittik. Beraber gideceğimiz gruptan insanlar gelmeye başladı. Jipe bindiğimizde 10 kişiydik; 2 Alman kız, Hollandalı 28 yaşlarında bir çocuk , İngilizce hiç bilmeyen yaşlı bir Fransız, bir Arjantinli çift, 2 Hintli adam, tanıştığım en iyi İngilizce konuşan Fransız Geoffrey ve ben.
Yol boyunca uzanan tarihi alanlarda durup fotoğraf çektik. Geoffrey ile seyahat ettiğim için beni de Fransız sanan amcaya ‘oui’ diyerek adamı bozmamaya çalışarak en sonunda çöle 15 dakikalık bir mesafede durduk.
Oradan develerle devam edecektik yolumuza. En güzelini seçip üzerine oturdum. Kelimenin anlamıyla hoplaya zıplaya yol almaya başladık. Her iki deveye bir deve sorumlusu düşüyordu, bizimle birlikte ilerleyen diğer devede Hollandalı çocuk oturuyordu, Dion. Yol boyunca her taraftan satıcılar saldırdı, ‘Bira abla bira al, abi coca cola ister misin, cips var cips var’naraları ile 15 dakika sonra gün batımını izleyeceğimiz noktaya ulaştık. Bizim kervandaki diğer şahıslarla birlikte develerden inip etrafa bakındık. O kadar kalabalıktı ki, o an bu yaptığımızın pek bir anlamının kalmadığını düşündüm; hani sonsuzlukta tek bir kum tanesi gibi hissedecektim kendimi, hani o kum tepelerinden yuvarlana yuvarlana çölde kaybolacaktım... Çökmüş bir devenin yanındaki gölgenin yeterli olmadığını görünce Geoffrey ile uzaklarda bir kum tepesinin ardına sığınmaya karar verdik. Kumların üzerine yayıldık ki bizimle birlikte gelen Dion ve Alman kızlar da yanımıza geldi. Onlarla muhabbet etmeye başladık. Alman kızlar kuzeyde bir ay aşramda kalıp yoga eğitimi almışlar. İki haftaya kadar da ülkelerine döneceklermiş. Dion da yılda mutlaka 3-4 ay geziyormuş, bir sürü ülkeye gitmiş şu ana kadar. Psikolog olarak bir geçmişi olunca Geoffrey ile oturup kuramlar hakkında konuşmaya başladılar.
Gün batımına kadar orada oturduk, güneş ısısını iyice kaybettiğinde artık kum tepelerinin üstüne geçip manzarayı izleyelim dedik. Tepeye çıktığımızda gün batımını izlemeye gelen yüzlerce insanın olduğunu görünce iyice keyfim kaçtı.
Hava kararmaya başlayınca develerimize atlayıp jipe gittik. Jaisalmer’e geri döndüğümüzde hep beraber yemek yedik.
Göl
Ertesi gün göle gitmek üzere çöl arkadaşlarımızla yine buluştuk. Bu sefer gruba bir Amerikalı ve bir Alman daha eklendi. Hindistan’a birkaç gün evvel geldiklerinde havaalanında tanışıp beraber yolculuk yapmaya başlamışlar. Gölün kenarındaki merdivenlerde oturduk bir süre, sonrasında da hep beraber kalenin içinde muhteşem bir manzarası olan terasa gittik. Gece 11’e kadar beraberdik. Ertesi gün hepimiz Jaisalmer’den ayrılacaktık. Almanlar Udaipur’a geçeceklerdi, Dion ve Philip de Jodhpur. Bizim de bir sonraki durağımız Jodhpur olduğundan orada buluşmaya karar verdik.
Trenimiz gece 11’de kalkıyordu. Sabah 5’te de orada olacaktık. Tüm günü orada geçirip ardından gece yine trene binip Delhi’ye dönecektik. Tren saatine kadar Jaisalmer’in sokaklarında oyalandık, şehri son bir kez turlayıp yine mimarisine hayran kaldık. Gece trene bindiğimizde kaldığımız kompartımanda sadece Fransızların kaldığını görünce sahneyi Geoffrey’e bırakıp doğrudan uyumaya gittim.


 
 





 

 








 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder