3 Mart 2011 Perşembe

Çiku ağacım...KODAIKANAL - HİNDİSTAN

3 Mart 2011
Çiku ağacım...
İrem’i bir hafta benimle kaldıktan sonra geri gönderdim Sadhana’ya. Yapılacak pek birşey kalmamıştı en nihayetinde. Zıplaya zıplaya bir şekilde idare ediyordum evin içinde.
10 gün olmuştu antibiyotiğe başlayalı ve bir düzelme olmuyordu. Her gün gidiyordum hastaneye ve daha çok acıyla geri dönüyordum. En sonunda Auroville’de yaşayan Geoffrey’nin annesi bir homeopati uzmanını önerdi bize. Homeopati , her ne kadar bizim ülkemizde pek tanınmasa da burada oldukça kullanılan ve hatta tercih edilen bir yöntem. Artık çaresizlikten ‘E bir de onu deneyeyim’ diyerek Marika’yı görmeye gittim.
60 yaşlarında bir teyzeydi. 30 seneden bu yana bu işi yapıyormuş. Hemen yarama baktı ve enfeksiyonun devam ettiğini söyleyerek pansuman yaptı, kendi ilaçlarını kullanarak. Jilet, cımbız da batırmadan. Fazla canımı yakmadan...
2 sonra tekrar görmeye gittiğimde enfeksiyon en sonunda bitmişti. Ama tam olarak iyileşmem zaman alacaktı. Yarayı temizleyip tekrar kapadı ve 4 gün sonra tekrar gel dedi.
Marika’yı gördükten sonra en sonunda iyileşeceğime inanmaya başlamıştım. Ondan öncesinde ümitsizliğe kapılıp bir ara Türkiye’ye mi dönsem acaba diye bile düşünmüştüm... 3 hafta boyunca oturduğum yerden tek görebildiğim Geoffrey’nin hemen evinin önündeki, ilk gördüğümde ‘Ay ne güzel’ dediğim, ama uzun bir süre baktıktan sonra canımı sıkmaya başlayan çiku ağacıydı. Çiku ağacından uzaklaşmam gerekiyordu kesinlikle ve o yüzden biz de 10 saatlik bir otobüs yolculuğu ile varabileceğimiz, bir dağ kasabası olan Kodaikanal’a gitmeye karar verdik.
Yolculuk öncesi son kez Marika’yı gördüğümde İtalyan olduğunu öğrendim. Geoffrey ile devamlı Fransızca konuştuklarından ben doğal olarak Fransız sanıyordum. İtalyan olduğunu öğrenince konuşmaları devraldım. Teyzenin bir çırpıda hayat hikayesini anlattırdım. Bir Fransızla evlenmiş olduğundan ve onunla birlikte senelerce Paris’te yaşadığından Fransızca konuşuyormuş. İki oğlu varmış, biri İtalya’da, diğeri de Paris’te yaşıyormuş.
Marika’dan yolculuk izni de aldıktan sonra tekrar yola düştüm ve haftalardan beri ilk defa kendimi çok iyi hissediyordum, çünkü yola çıkıyordum...

Kodai
 
Kodai’ye 9 saatlik bir otobüs yolculuğı ile vardık. Otobüsten iner inmez o dağ havasını solumaya başlayınca oksijeden burnumun içi yandı, ciğerler ise bayram etti. Dağlara kurulmuş küçük bir kasabaydı. Kasabanın tam ortasında da göl vardı ve en önemlisi de çikolatası ile ünlüydü.
Kodai’nin içinde kalmayacaktık, 45 dakikalık bir yürüyüş mesafesindeki Vattakanal diye bir yere gidecektik. Yürüsek mi yoksa taksi ile mi gitsek diye düşünürken yolumuzdaki onlarca çikolata dükkanının bir tanesine dalıp sabah kahvaltısı niyetine çikolata yedik.
2500 metre yükseklikteki bu kasabada ilk dikkatimi çeken rikşaların olmamasıydı. Havanın soğuk olması yarı açık rikşalar için pek uygun değildi. O yüzden normal bir taksi ile Vattakanal’a gittik.
Geoffrey daha önce birçok kez geldiği için kalacağımız yere daha önceden rezervasyon yapmıştı. O yüzden hiç zaman kaybetmeden direk pansiyona yöneldik. Önünde küçük bir teras olan ve o terastan da etraftaki muhteşem dağları gören, mutfaklı ve şömineli tek odalı bir evde kalacaktık. Beş dakikalık bir tırmanıştan sonra eve vardık. Her ne kadar otobüs yolculuğu hem de tırmanış beni ve özellikle hala tam iyileşmemiş bacağımı çok yormuş olsa da gördüğüm manzara ile çok doğru bir yere geldiğimi fark ettim, her ne kadar hep deniz insanı olduğumu düşünmüş olsam da dağların heybetinin ve yeşilliğinin beni daha fazla büyülediğini kabul ettim.
9 saatlik yol boyunca horul horul uyumuş olsam da yatakta biraz kestirmek bana ve sağ bacağıma iyi gelecekti. Yorganın altına girdiğimde hafif bir ürperti ile uyumayı özlemiş olduğumu düşündüm.

Oda..
Gözlerimi açtığımda öğleden sonra olmuştu. Hem akşama yiyecek birşeyler almak hem de etrafa biraz bakınmak için Vattakanal’ın ‘merkezi’ne indik. Bisküvi, yumurta, patates, yoğurt, ekmek satılan birkaç stand şeklinde dükkan vardı. Restoran olmadığı için yemeği evde yapacaktık, o yüzden patates, domates, yumurta alıp temiz havayı ciğerimize bol bol çekip geri döndük. Akşam 6 gibi iyice soğuyan havayı ısıtmak için şöminemizi yaktık. Odunlarımızı pansiyonun sahibinin oğlu olan Ruben getirdi. 20’li yaşlarda daha yeni evlenmiş meraklı bir Hintli. Bilgisayarlarla ilgili Geoffrey ile muhabbet ettikten sonra mutfağa geldi ve yaptığım yemeğe baktı, sadece Türk usulü patates yemeği yapıyordum, domatesli. Hemen içine koyduğum baharatları sordu, sadece biraz karabiber eklediğimi söyleyince beni kınadı. Malum Hintliler için acısız ve baharatsız bir yemek kabul edilemez, hatta ‘yemek’ statüsünde bile değerlendirilemez. Her ne kadar bizim için kadının kalçalısının yemeğin de salçalısının makbul olduğunu dile getirsem de bana küçümseyen gözlerle bakmayı sürdürdü.

Pansumana gittiğim hastane...
Orada geçirdiğimiz 3 gün boyunca her gün 45 dakikalık bir yürüyüş mesafesindeki hastaneye gidip pansuman yaptırdım. Dağlarda Heidi misali döne döne dolandım, tabi bacağımı zorluyordum ve acı veriyordu ama normal insanlar gibi zıplamadan hoplamadan topuğumu da yere basarak yürümeyi özlemiştim ve acısını çıkarmaya niyetliydim. Dönüş yolunda keyfim yerinde idi. Cumartesi sabah Pondicherry’e varacaktık ve haftasonunda yapmamız gereken herşeyi bitirip Pazartesi günü yola çıkacaktık... Tekrar ‘yollarda’ olacaktım, rotamız ise kuzeydi.





Kodai manzaraları
Kodai manzaraları




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder