5 Mayıs 2011 Perşembe

Bizi ayıran nehir... HUAY XAI – LAOS

5 Mayıs 2011
2 saatlik terminale yürümeyi göze alamadım bu sefer ve doğrudan tuktuka bindim.
Otobüs kalktığında saat 8:30’du ve önümde 6 saatlik bir yolculuk vardı. Geçtiğimiz muhteşem manzaraları izliyor bir yandan da Tayland izlenimlerimi düşünüyordum. Sanghklaburi’ye gitmemiş olsaydım muhtemelen Tayland için pek olumlu düşünmezdim. Güney, birkaç tapınağın ve yemeğin dışında yerel kültürden artık pek bir iz taşımadan sadece turistlere ve turizme hizmet eder hale gelmişti. Hindistan sonrası tam bir şoktu. Ve malesef hayal kırıklığıydı. Tatil için belki harika bir yerdi, yemeği, eğlencesi, otelleri, okyanusa secde eden palmiye ve hindistan cevizi ağaçları, fiyatları ile birebirdi. Ama kültürel açıdan bakıldığında pek tatmin edici değildi. Yerelleri tanımak çok zordu, doğal olarak hem yabancılara kapalıydılar hem de yabancılar onlar için sadece ‘dolar’ işaretiydi. İki kelime İngilizce bilen birisi ile sohbet etmeye kalktığında üçüncü cümle mutlaka sana bir tur satmaya yönelikti. Çok güleryüzlü ve terbiyeli oldukları da kesindi tabi. Bir de temizdiler. Kıyafetleri bile o kadar temizdi ki artık 5 ay süren yolum sonrasında çantamdaki tüm kıyafetlerdeki lekeler, delikler beni utandırmıştı (her gün yıkamam bile bir çare değildi). Ama kuzey daha farklıydı. İnsanlar daha güzel ve daha beklentisizdi. İyi yüreklerini, naif ruhlarını, meraklarını ve misafirperverliklerini daha iyi gözlemleyebildim. Tabi doğası da daha başkaydı. Dağlar, cangıllar, yeşilin tüm tonları ile göze tam hitap ediyordu. Buraya tekrar gelecektim, ama rotam kesinlikle bambaşka olacaktı...     
Otobüste yabancı olarak bir amca daha vardı. Terminalde sohbete başladık. Alman amca 6 senedir ailesiyle Chiang Mai’de yaşıyormuş, doğal kağıt pazarlaması işindeymiş. O da Laos’a iş için gidiyormuş.
Chiang Khong’a vardığımızda öğleden sonra 3 olmuştu ve deli gibi bir yağmur yağıyordu. Otobüs durağından Alman amca ile bir tuktuka atladık ve Laos teknesinin kalktığı iskeleye gittik.
Tabi tekneden önce Tayland’dan çıkışımızı yaptık. Her giriş ve çıkışlarda olduğu gibi yine heyecan bastı ve çeneme vurdu. Memura saçma espriler eşliğinde bir sürü soru sordum, ‘çok kaçak oluyor mu?’, ‘insanlar çıkış yapmayı unuturlarsa ne oluyor’ vb. Allahtan memur anlayışlı çıktı da sabırla beni dinledi...
Çıkışımızı yaptıktan sonra tekneye bindik. Teknede bir İngiliz kadın daha vardı, tekne dediysem aslında sadece bir sandal. İki dakika bile geçmeden Laos sınırına vardık.
İngiliz kadın ve Alman amca vize almak için başka bir ofise yöneldi. Bense doğrudan pasaport kontrolüne girdim. Malum vizemi Bangkok’ta halletmiştim. Memur, pasaportumu inceledi iyice. Türk pasaportlarında hangi sayfaların fotokopi çekilmesi gerektiğine dair amirine sorunca amiri işi devraldı. Bu her zaman başımıza gelen bir durumdu, nereye gitsek pasaportun tüm sayfalarını inceliyorlar ve işin içinden bir türlü çıkamıyorlardı. Diğer Avrupa pasaportlarında kimlik bilgileri, pasaport süresi vb. hep aynı sayfadaydı, bizde ise farklı farklı olduklarından kafa karıştırıyordu. Bir de malum pek Türk ziyaretçiye alışık olmadıklarından vize kontrolleri daha uzun sürüyordu.
Amir ise çok tatlı bir hatundu. Muhabbet etmeye başladık kadınla. Nereye gittiğimi, rotamı sordu. İsimleri ezberlemediğim için daha çok kemküm ettim. Fotokopi makinası üzerinde başka bir pasaportun fotokopileri dikkatimi çekti, ‘Aa bir Türk!’ diye haykırdım. Meğerse sabah bir Türk gelmiş, ama malesef vizeyi önceden almadığından gerisin geri Tayland’a dönmek zorunda kalmış. Malum Laos vizesini diğer dünya vatandaşları gibi sınırdan alamıyorduk biz...
İngiliz kadının pasaport işlemlerini bitirmesini bekledim. O da geceyi sınır kasabası olan Huay Xai’de geçirip sabah Mekong Nehri’nden güneye Luang Phabang’a ‘yavaş tekne’ ile geçecekti. Yolum boyunca kimle tanıştıysam herkes bunu yapmamı söylemişti. 2 gün sürecek bir yolculuktu. Hızlı tekne servisi de vardı 6-7 saat süren. Ama pek tavsiye etmiyorlardı. Saatte 80 km hızla giden bir sürat teknesinde kelle koltukta seyahat etmek pek hoş olmasa gerek. Fazlasıyla tekne kazası oluyormuş. Hem zamandan çok neyim vardı ki...
Gia, 40 yaşlarında seyahat etmeyi çok seven bir jeologtu. Kendine özgü üslubuyla harmanlanmış tipik bir İngilizdi. Yolum boyunca ben de uyumlu bir insan olmayı öğrendiğimden hemen kaynaştık. Laos’un başkenti Vientiane’a kadar aynı rotayı izleyeceğimizden yol arkadaşı olmaya karar verdik. Böylece oda parasını da paylaşacaktık, çok daha ekonomik olacaktı.
Laos’ta her ne kadar dolar ve baht geçiyor olsa da yerel para birimleri olan Kip’e transfer olduk. 1 USD – 8.000 Kip. 
Etraftaki pansiyonları dolaşıp en sonunda bir tanesinde karar kıldık. Uzun zamandır kaldığım en iyi odaydı açıkçası. İçinde tuvaleti ve televizyonu bile vardı. Hatta açılmamış bir şişe su da yatak ucumuzda duruyordu.
Eşyalarımızı bırakıp ertesi gün bineceğimiz teknenin biletlerini sormaya gittik. En ucuzu 220.000 kipti ve seyahat acentası yerine iskeledeki gişeden alınıyordu.
İlk dikkatimi çeken insanların güleryüzlü olmasıydı ve İngilizce’ye de hakimdiler. Dolayısıyla pek fazla dil problemi yaşamıyorduk. Yemek öncesi kendimizi şımartmak adına Mekong manzaralı yerel bir restoranda Laos birası içtik. Sonrasında da sokaktaki satıcıların bir tanesinden erişte yiyip iyice doyduk.
Seyahat partnerim yaşı dolayısıyla bana direkt ayak uydurdu ya da ben ona ayak uydurdum. Fiyatlar ikimizin de dikkatini çekti. Güya Laos Tayland’dan daha ucuzdu, yalan hem de külliyen. Yemek acayip pahalıydı ve ucuz yemek gibi bir şans yoktu. Güney Tayland’da bile en nihayetinde 20 Baht’a yiyecek bulabilirken burada imksansızdı. Herşey nerdeyse 40 bahttan başlıyordu... Bir de yol parası, sanırım yine en çok yola para harcayacaktım.
Sabah erkenden kalkıp önce kahvaltımızı edip, kaldığımız odanın parasını kimseyi bulamadığımızdan resepsiyon masasının üzerine bıraktıktan sonra iskeleye doğru yola çıktık, yolumuzdaki dükkanlardan yolluk öteberi satın alıp iskeleye vardık.
Mekong Nehri’den güneye inecektik...



 

 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder