24 Aralık 2010 Cuma

Siz hiç Hindistan’da yataklı bir vagonun orta ranzasında üstte bir adamın horlaması ile yolculuk ettiniz mi? CHENNAI - HAMPI ARASI

24 Aralık 2010
Sabah, insanların tam odanın önünde yaptıkları hararetli muhabbetin gürültüsü ile uyanmış olsam da yataktan keyifli kalktım, deniz havası işe yaramıştı tabi ki. Gerçi şehre dönecek olmanın verdiği biraz stres vardı üstümüzde, ama allahtan sadece kısa bir süre için. Hem ne demişler, sayılı saat çabuk geçermiş...
Şirin bir cafede kahvaltımızı edip fazla vakit kaybetmeden otobüs durağına gittik. Bizi buraya getiren otobüsün aynısını görünce, klima gazisi olmamak için Chennai’ye giden başka bir otobüs var mı diye sorduk. Şoför, sadece bize bakıp 'Chennai, Chennai' diyince İngilizce bilen birini aramaya başladık. Yanımıza muavin geldi, İngilizce nasıl yardım edebilirim diye sorarak. Biz de derdimizi anlatabileceğimizi düşünerek başladık konuşmaya, bizde sular seller gibi İngilizce bildiği izlenimi yaratan muavin kardeş bizi anlamadı, o da 'Chennai, Chennai' diyip bizi otobüse sokmaya kalkınca pes ettik ve otobüse binip klimanın bizi en az etkileyeceğini düşündüğümüz yere oturduk.
Yine 2 saatlik hoplaya zıplaya bir yolculuk sonunda şehre geri döndük. Otobüs terminalinde inip evvelki gün gittiğimizden farklı bir alışveriş merkezine gitmek üzere yine otobüse bindik. İrem’in tam arkasındaki tekli koltuğa oturdum ki birileri bana bağıra çağıra birşeyler anlatmaya çalıştı, artık beni anlamayacaklarını ve benim de onları anlamayacağımı düşündüğüm için Türkçe olarak suratlarına bezgin bir ifade ile ‘Ne diyorsunuz ya?’ diye söylenmeye başladım ki otobüstekiler oy birliği ile orada oturmama karar verdiler. İrem, benim oturma iznimi veren teyzelerle muhabbet etmeye başladı, muhabbet demek biraz zor tabi, el kol hareketleri diyelim. Nerden geldiğimiz, isimlerimiz zikredildi. Bizi pek sevimli bulmuş olmaları ise sadece çaresiz surat ifademin bir yorumu olduğuna karar verdim.
Alışveriş Merkezi’ne geldiğimizde günün sürprizini yaşadım. Burada hiç elektronik mağazası yokmuş. İlk gittiğimiz yere gitmemiz gerekiyormuş. Orayı da terk edip yine otobüsle diğer tarafa geçtik. Bu arada otobüste neye göre para verildiğini kesinlikle anlamadım. Kilometre hesabı mı yapılıyor acaba diye düşündüm önce, ama sonra bir baktım ki gittiğimiz mesafeler aşağı yukarı aynıydı, yine de hep farklı para ödüyorduk. Belki de burada da devlet otobüsleri, halk otobüsleri şeklinde bir sınıflandırma vardı, ama şekil şemal olarak aralarında hiç bir fark yok gibiydi. Sanırım sadece 'turisti kazıklama' dümeni...
Diğer yere geldiğimizde önce İrem’i bir internet cafeye oturttum, peşimden mağazalara sürüklememek için. Geçen gittiğim mağazadan farklı bir mağazaya gittiğimde özelliklerinin daha üstün olduğu başka bir bilgisayar buldum ve satıcıyı canından bezdirerek istediğim fiyata indirttim. Kredi kartına uygulanan 300 rupilik komisyonu da ödeyerek en sonunda bilgisayarıma kavuştum. Bu arada mağazalar arasında mekik dokumam ve fazlasıyla heyecan yapmam ile anksiyete olmuştum ve kendimi durduramıyordum. Sakinleşmem gerekiyordu ama ne mümkün... Derin nefes egzersizleri yaptım bir süre. Bir an kalp krizi geçirirsem bu iğrenç şehirde ölme fikrinden nefret ettim. Gidip su aldım bir marketten. Marketteki amca ile biraz lafladık, şehri nasıl bulduğumu sorunca, kendisine hayatta iyi şanslar dileyip oradan ayrıldım. Laflamak iyi gelmişti, biraz rahatladım. Yeni bilgisayarım çantamda tren istasyonuna doğru yola çıktık.


Ranza Arkadaşımız...
Trenimiz gece 11’de kalkıyordu ve saat daha 5’ti. İstasyon civarında dolanıp sandviç malzemesi alalım dedik. Ekmeği aldık da peynir bulmak pek mümkün olmadı. Bir de 20 rupi verip 6 tane de muz alıp kahve ve sigara içmek için bir restorana girdik. Kamu alanlarında sigara yasağını bildiğimizden restoranın önünde açık alanda duran sandalyelere oturduk. Tam sigarayı yaktık ki birileri ‘sigara içilmiyor’ diye bağrınmaya başlayınca evvelki gün bankaya yürürken dikkatimi çeken bir tabelayı hatırladım: “Chennai, dünyanın ilk sigara içilmeyen şehri”. Şaka gibi gelmişti o an; sanki tüm kentsel sorunlar halledilmiş, sokaklar tertemiz yapılmış, insanlar refah içerisinde yaşarken en son da sigara da yasaklanarak Chennai örnek şehir haline getirilmiş... Gerçi bu yasak beni hiçbir şekilde durduramadı, Chennai belediyesine selam, sigaraya devam...
Restoran önündeki dilencilerin keskin bakışları, trafik ve gürültüden bezmiş olarak istasyona gittik. Bekleme salonuna oturduk. Artık düzgün bir kulaklığım da olduğu için müziğim kulağımda, kitabım kucağımda kendimi etraftan soyutlayabildim. Oturduğumuz yerde kumpanyamız olan pandispanya kıvamındaki ekmeğimizle muzlarımızı yedik. Ekmekte bile şeker vardı. Tevekkeli değil burada diyabet hastalarının çok fazla olması, herşeyde nerdeyse şeker var, şeker olmayan şeylerde de baharat.
Bir saat geçmemişti ki İrem ile tuvalete gitmemiz gerektiğini konuşmaya başladık. İstasyondaki tuvaletlerin ne halde olabileceğini düşündükçe içimiz sıkılıyordu, ama geldiğimiz kültür gereğince sokakları kullanayacağımıza göre yapacak bir şey yoktu. Belinde copuyla oldukça cool gözüken kadın bir polise sorduk tuvaletin nerede olduğunu, bizi üst kata gönderince orada kadınlara ait bir bekleme salonu bizi karşıladı. O kadar mutlu olduk ki... Tuvalet de paralı olduğu için oldukça temizdi.
Saat 9 gibi emanete doğru yola çıktık, artık sırt çantalarımızı geri almanın zamanı gelmişti. Ancak yolda fark ettik ki emanet fişini kaybetmiştik. Orada duran sorumlular da oldukça huysuz gözüküyorlardı. Fişsiz alamazsınız gibi bir laf edince başladım söylenmeye; ‘Bu şehir akıl mı bıraktı bizde? Sersemledik işte. İstiyorsanız size söyleyelim içlerinde ne olduğunu, siz de kontrol edin’...
Bize uzun bir dilekçe yazdırdılar, çantalarımızın içinde olan kıyafetlerin renginden, kullandığımız şampuan markalarına, kitap isimlerinden defterlerin yaprak sayısına kadar da bir liste yapıp verdik. Ardından çantalarımızı açıp bunları gösterince çantalarımıza kavuştuk.
Tren platformu anonsunu duymak için ana salonda beklemeye başladık. Kocaman salonda tek beyaz biz olunca herkes yine 'yemiş atmak yasaktır' yazılı bir tabela bulunan kafesteki maymun modeli bizi izliyordu. Fotoğraflarımızı çekenler, kameraya alanlar, el sallayanlar, 'hello' diyenler...
Salondaki televizyonda da bir ikaz filmi dönüyordu: Bekleme salonunda bir adamın yanına biri oturur, gidip içecek birşeyler alır ve yanındaki adama da getirir, ancak içine uyku hapı atar, adama ikram eder, adam içer ve bayılır. Diğer adam da onu soyup kaçar. Bu filmin Türk versiyonu vardı seneler evvel, hatta içine ilaç şırıngalayarak kapalı bir ayran ikram edilirdi tren kompartımanında. Tabi adam bayılır ve sonra da soyulurdu...
En sonunda trenin hangi platformdan kalktığı anons edilince oraya doğru yöneldik, büyük bir güruhla. Tren istasyona daha yanaşmadan, insanların vagonlara atlaması ile paralize olduk. Herkes bir anda vagonların kapısına asılmaya başladı, itişmeler kakışmalar. Elimdeki bileti kontrol ettim, acaba yataklarımızın numarası yazmıyor mu diye. Görünce rahatladım. Herhalde sadece yataksız vagonlarda bu hengamenin olduğunu düşünerek (umut ederek) kalacağımız yataklı vagona doğru yürümeye başladım.
Trene binip koridorda yürümeye başladığımızda sağda trene paralel ikili, solda da karşılıklı, treni dik kesen üçlü ranzalar olduğunu gördüm. Yani birbirleriyle 'görülmez' paravanlarla ayrılmış kompartmanlarda toplam 8 yatak vardı. Biz üçlü ranzalarda kalacaktık, en alt ve orta yatakta. Tren daha harekete geçmediğinden ortadaki yatak duvara yaslanmıştı, alt yatak da bu şekilde koltuk olarak kullanılabiliyordu. Bizim dışımızda bir teyze ve kızı vardı. İrem ile birbirimize bakıp acaba geceyi nasıl geçireceğiz bir diye kara kara düşünürken bir amca daha geldi. Teyze devamlı bize birşeyler anlatmaya çalışıyordu, ben de bakıp bakıp ‘Teyze ne diyorsun? Anlamıyorum ki derdini’ diyordum. Neyseki kızı biraz İngilizce biliyordu, derdi en üst yatakta yatmamakmış meğerse. En sonunda amca da dahil olmak üzere şu şekilde bir ayarlama yaptık. Teyze ve kızı karşılıklı en alt yataklarda, İrem ve ben karşılıklı orta yataklarda, amca da benim üstümdeki yatakta yatacaktı. Tren hareket eder etmez yataklarımızı kurduk, ben çantamdan çarşafımı çıkarıp serdim, uyku tulumumun altına girip bilgisayarımın olduğu çantayı da göğsüme bastırıp uyumaya çalıştım. Tam yukarımızda gürültülü bir şekilde hiç durmadan çalışan 3 tane pervane vardı, bir de lamba. Lambayı söndürdük, vagon karanlığa gömüldü.
Tam gece yarısı ışıkların bir anda yanması ile yataktan fırlayıp kafamı yukarıdaki ranzaya çarpmam bir oldu, tabi bir de uyanırken ‘Tamam anne, kalktım’ diyerek çığlık attım. Meğer sadece kondüktör bilet kontrolü için gelmiş. Sonrasında yine uykuya döndük. Derin derin uyudum denemez, ama yine de beklediğimden iyiydi. Sabah 6'da satıcıların ‘Çay, kahve’ diye bağırışları ile uyandım.
Bulunduğumuz tren Mumbai’ye devam ediyordu. Biz ise Hampi’ye gitmek için Guntakal denen bir kasabada inip otobüse binecektik. 8.30'da olmamız gerekirken Guntakal'dan bir önceki istasyonda bir buçuk saat bekleyince tren, ancak 10.00’da varabildik. Tabi beklerken kasıldım da kasıldım. Teyze ve kızı sabah kahvaltısında idli yemeğe kalkıp satıcının chutney’i çantama dökmesi ile artık bir keman yayı haline geldim. Zavallı teyzem temizlemek için canla başla çantamı silmeye çalışınca da üzüldüm. Kızı, 20-25 yaşlarındaydı. Fazla İngilizce bilmediğinden muhabbet edemedik. O bizi ilgiyle izliyordu biz de onu. Evlenme yaşında olmalı diye düşündüm. ‘Dowry’ adetinin yasaklanmış olmasına rağmen hala daha uygulandığını duymuştum. Bu adete göre gelin adayı evlenebilmek için çeyiz vermek zorunda, ama öyle böyle değil. Bizim başlık paramız misali burada gelin damat adayına mülk, para vb. veriyor. O yüzden de ekonomik geliri düşük olan aileler kesinlikle kız evlat istemiyorlar. Doktorların gebelik sırasında bebeğin cinsiyetini söylemeleri yasak, ama buna rağmen bir şekilde kızları olacağını öğrenen aileler kürtaj yaptırıyorlar. Dolayısıyla da kadın nüfusu erkek nüfüsundan daha düşük. Dünyanın her yerinde kadın olmak zor, ama sanki burada daha da zor.

İstasyon ve herkesin muhteşem ilgisi karşısında yok olma isteği...
Evlenmek ise ailelerin uygun gördükleri kişilerle oluyor ve buna eğitimliler bile itiraz etmiyor. Aile, kimseyi bulamazsa da ya internette ya da gazetelerde ilan veriyor. Bu ilanlarda kast telaffuz edilmese bile mutlaka ten rengi açık, çok açık, eh işte, açık sayılır, fazla koyu değil, orta şeker şeklinde söyleniyor. Ne kadar açık tenliysen o kadar makbül ve talep arttıcı. Sanırım bu kompleksin nedeni kendilerinin Aryan soyundan geldikleri için açık renkli olduklarını söyleyen, en üst kastı oluşturan Brahmanlardan kaynaklanıyor. Bu kastı oluşturanlara göre kendileri ari ırkı temsil ediyorlar, diğerleri ise güneye sürdükleri, aşağı kastları oluşturan teni koyu Hindular.
Kızın rengi de annesinin rengi de oldukça koyuydu. En sonunda istasyona vardığımızda inip Hampi’ye nereden gidebileceğimizi sorduk. Oraya direkt otobüsün bulunmadığı, otobüs duraklarının da istasyona 4 km uzaklıkta olduğu söylendi. Chennai’deki turizm ofisteki memur buradan tek bir otobüsle 2 saatte ulaşabileceğimizi söylemişti oysa, güzel düşüncem hala o adama inanıyor olmamdı. Gerçi buradan Hampi’ye yarım saat uzaklıkta olan Hospet’e tren de varmış, ama saat 14’te. 4 saat orada beklemek yerine otobüsle gidelim dedik.
Yürüyüşe geçtik, peşimiz sıra gelen bir sürü tuktukla. Otobüs duraklarını sorduğumuz herkes farklı birşey söylüyordu, kimisi 2 km, kimisi 3 km, kimisi de sadece düz git diyordu. Yolda bir bakkaldan peynir aldık, bu sefer de ekmek yoktu. Fırında satılan herşey tatlıydı. Galetaya benzeyen birşeyler alıp yola devam ettik. Gerçekten de 4 km ileride çıktı duraklar. Hampi otobüsünü sorduğumuz polis amca, kendini bizden sorumlu hissetti. Yarım yamalak bir İngilizce ile Hampi’ye gitmek için önce Hospet'e, Hospet'e gitmek için de önce Ballary’e gitmemiz gerektiğini söyleyerek Ballary otobüsünü bizimle beklemeye başladı. Çantaların başından ayrılmamamızı sıkı sıkı tembih etti. Yankesicilerin çok olduğundan bahsetti. Ben zaten paranoyak olduğumdan artık para ve pasaport çantamı tişörtümün altında tutuyordum, o da beni hamile koca göbekli bir hamile gibi gösteriyordu... Estetik kaygılar gütmeyi yolculuk başında bırakmıştım zaten.
Otobüs geldiğinde polis amca bizi oraya götürdü. Daha otobüsün içindekiler inmeden insanlar binmeye başlayınca büyük bir curcunanın ortasında bulduk kendimizi. Polis amca düştüğümüz dehşet karşısında bizi kenara çekerek herkesin binmesi için bekletti, herkes bindikten sonra biz de bindik. Oturacak yer bulamayacağımızdan korkuyordum, ama amcam onu da düşünmüş. Meğer insanlar yer kapmak için daha binmeden camlardan koltuklara şal, fular atıyormuş, polis amca da bizim için bir çocuğa fular attırmış, biz de fuların bulunduğu koltuğa oturup camdan minnettarlığımızı belirttik.
Yola çıktığımızda otobüsün deli gibi gitmesinin yanı sıra, kesintisiz olarak korna çalması, Sri Lanka otobüslerindeki bangır bangır çalan müziği özlememe neden oldu. Bir an korna sesinden aklımı yitireceğimi düşündüm. Hayatımda bu kadar korna çalınan bir yer görmemiştim. Okuduğum Hindistan rehberindeki bir not geldi aklıma; zaman gelir, akıl sağlığı en yerinde olan insan bile burada delirebilir. Akıl sağlığımın ne kadar yerinde olduğu konusundaki tartışmalar halen devam ederken ben kaşınmıştım, kalkıp Hindistan’a gelmiştim...
2 saat sonra gene çirkin bir yer olan Ballary’e vardık, otobüs değiştirdik. Sıra Hospet’te idi. Oradan da 2 saat sürdü. Böylece Chennai’den yola çıkıp Hampi’ye varmamız tam tamına 16 saat tuttu. Oysa haritada mesafeler ne kadar da küçük gözüküyor... Bir kez daha Hindistan’ın gerçekten büyük olduğunu düşündük.
Hospet otobüs terminali tam bir keşmekeş yuvasıydı. Satıcılar, bekleyen insanlar, her tarafa dağılmış bavullar... Goa’ya gitmek için buraya geri dönecektik. O yüzden hayalim sırt çantalarımızı emanete bırakmaktı. Ama bırak emaneti kapalı bir yazıhane bile yoktu.
Memurlardan birine Hampi otobüsünü sorunca kenarda beklememizi söyledi. Biz de aynen öyle yaptık. İrem gidip birkaç samosa türevi yiyecek aldı, aslında meyva da alacaktı ama önce 25 rupiye anlaşıp sonrasında satıcı 50 rupi isteyince meyvaları tezgaha geri bırakmış. Sakin arkadaşımı bile delirttiler burada en sonunda. Bir yandan yemek yiyor, bir yandan da ne kadar yorgun olduğumuzu konuşuyorduk ki tuktukçular gelip maydanoz olmaya başladılar. Yok Hampi’ye gitmek için yarım saat beklersiniz, ben sizi hemen götürürüm, yok Hampi’ye giden otobüsler kaldırıldı, yok buradan Hampi’ye otobüsle saatler sürüyor... En sonuncusunda 'nereye, Hampi’ye mi gidiyorsunuz, biz götürelim' dediğinde dayanamadım: “Hayır, Hampi’ye gitmiyoruz, biz tam bu noktada kalıp yaşamımızı sürdürmeye karar verdik, hiçbir yere gitmeyeceğiz...”, bu cümleme rağmen gene de yarım saat başımızda dikildi.
Otobüs gelip bindiğimizde 10 yaşlarında zeka özürlü bir çocuk dikkatimizi çekti. Burada ilk defa bir çocuğun gözlerinin içinin güldüğünü gördük. Büyük bir mutlulukla bize ‘hello’ diyip el sallıyordu, gülücükler atıyor, öpücükler yolluyordu. Bir ara çantam yuvarlanıp kapıya sürüklendiğinde herkes sadece bakmakla yetinirken çocuk yerinden fırladığı gibi çantamı kurtarmak için koştu. Burada en sonunda biri beni gülümsetmeyi başardı.
Otobüs ilerledikçe yeşil, her tarafta muz ağaçlarının bulunduğu yollara girdik. Dünya Miras listesindeki Hampi’ye yaklaştıkça da kazı alanlarını, harabeleri görmeye başladık.
Durakta indiğimizde yine birkaç tuktukçunun tacizinden sonra pansiyonların bulunduğu sokağa girdik. Tüm pansiyon sahipleri “benim odama bir bak” şeklinde bizi çağırıyordu, çoğunu da kırmadık. Sokakta sırt çantaları ile ters yöne yürüyen iki kız görünce de onlara nerede ve kaça kaldıklarını sorduk. Gece başına 150 rupi ödediklerini söyleyince hemen pansiyonun yerini öğrendik.
Hampi’de kalacağımız yeri bulmuştuk, tuvalet ve banyo dışarıdaydı. Ama odası çok güzeldi, fazla büyük değil, çatısı bambu olan kerpiçten yapılmış bir odacık.
Kendimizi yol pisliğinden sıyırmak için duşumuzu aldık ve Hampi’nin merkezine indik...

1 yorum:

  1. hem özlüyorum hem de kaosu ve peşimize takılan insanları düşündükçe geriliyorum bazen :))) 2. gidişimde jaipura inmiştik uçakla...geceyarısı havaalanından çıkınca anladım ki ben ne yaptım gene allahım dedim :)))
    bir kez sen beni korudun sağ salim çıkarttın bu ülkeden...şimdi ben kaşındım geri geldim haydi hayırlısı diye dalmıştık trafiğe :)))

    tadını çıkar ve herkes gitmeli yaaa negüsel macera dolu hayat :)

    YanıtlaSil