21 Mayıs 2011
Yol gözümde büyüyordu ama yapacak
birşey yoktu. Akşam 7 suları servisin kalkacağı, biletimi satın aldığım seyahat
acentasının yazıhanesine geldim ve beklemeye koyuldum. Benimle birlikte 3
Kanadalı kız daha vardı, gerçi onlar Pakse’ye gideceklerdi. Ama sanırım herkes
aynı otobüsle yolculuk edecekti bir noktaya kadar.
 |
Pakse |
Öğrendiğim kadarıyla önce Pakse’ye
‘yataklı otobüsle’ gidecektim. Ardından sabah oraya vardığımda otobüs
değiştirip Kamboçya sınırını geçecektim. Sınırdan sonra tekrar başka bir otobüsle
Kamboçya’nın güneyine inecektim, tam Phnom Pehn ve Siem Reap ayrımında tekrar
otobüs değiştirecektim. Aslında Siem Reap Laos sınırında kalıyordu, yani
kuzeyde. Yol olmadığından tüm ülkeyi dolaşıp oraya geçmem gerekiyordu...
Servis minibüsüne bindik, seyahat
edecek diğer insanları otellerinin önünden toplayıp terminale gideceğimizi
sanırken tekrar yazıhaneye dönüp bu sefer tuktuka bindik.
 |
Pakse |
Terminale
ulaştığımızda bu yataklı otobüs terminolojisinin ne demek olduğunu anladım.
Cidden otobüste koltuk yerine yataklar vardı. Otobüsün sağ ve sol tarafında iki
kişilik yatakları otobüse dik olarak koymuşlardı, iki katlı olarak. Yanımda kim
yatacak acep diye düşünürken boş olması içimi rahatlattı.
Yatağıma uzanıp geceyi izlemeye
başladım. Pencereme dolunay ışığı yansıyordu.
Yataklar çok rahat olduğundan acayip
bir şekilde uyuyamadım. Sabah 4’e geldiğinde ancak uykuya daldım. Uyandığımda
otobüste servis yapan kızcağız yanımda yatıyordu.
Sabah 7 gibi Pakse’ye vardık. Oradan
yine bizi bir minibüse bindirdiler. Minibüsteki herkes Mekong Nehri’ndeki 4000
ada diye anılan adalara gidiyorlardı. Minibüs şoförüne dakikada bir kendimi
hatırlatıyordum, beni unutmasın kendimi Siem Reap yerine adalarda bulmayayım
diye...
Minibüsle yine Pakse civarından birkaç
kişi daha topladık. Adalara giden feribot yolunda beni indirip başka otobüse
bindirdiler. Yarım saat sonrasında sınırdaydım.
Yağmur yağmıştı ve her yer çamur
içerisindeydi. Yürüyerek önce Laos sınırından çıktım. Çıkış parası olarak 2
dolar verdim. Ardından Kamboçya sınırına gelip sağlık kontrolüne girdim. Sağlık
kontrolü derken sadece bir kağıt dolduruyorsun, bir de ateşini ölçüyorlar.
‘Sağlık kontrolü’ için yine 2 dolar bayılıp pasaport kontrolüne gittim.
Sorunsuz bir şekilde en sonunda Kamboçya’daydım.
Burada Phnom Pehn ve Siem Reap’e giden
bir diğer otobüs bekliyordu bizi. Sınırı geçtiğim insanlarla muhabbete
başladık. Allahtan birçoğu benim gibi Siem Reap’e gittiğinden içim rahatladı.
Otobüs değişikliklerini kaçırmama imkan yoktu...
Dura dura, mola vere vere akşam 8 gibi
Phnom Pehn sapağına geldik. Güya saat 7 gibi Siem Reap’te olacaktım. Geceyarısı
anca varacağımızı İrem’e mesaj attım. Merak etmesin diye. Allahtan o orada,
çoktan bir pansiyon ayarlamıştı. Yeni bir yere tek başıma gidiyor olsaydım
muhtemelen geceyarısı varmaktan ve otel aramaktan pek hoşlanmayacaktım. Gerçi
otobüste aynı yolun yolcusu olduğumuz birçok insan vardı. Onlarla gidip yer
ayarlayabilirdim ama sosyalleşesim yoktu fazla kimseyle. Güya yalnız yolculuk
yapıyordum. Ama yalnız yolculuk diye birşey söz konusu değildi. İrem ile
ayrıldığımızdan bu yana hiç yalnız kalmamıştım. Ancak bir yerden bir yere
ulaşmak için araç kullandığımda bu değerli zamanı insanlardan uzak yaşamaya
çalışıyordum. Yine de imkansızdı. Herkes sosyalleşmeye pek meraklıydı.
Tekrar otobüse bindiğimizde yanımda
Kamboçyalı bir rehber vardı, otobüsün rehberiymiş. Çok yardımcı oluyordu
devamlı bizi bilgilendirerek. Tabi ki şüphe duyuyordum acaba bizden para mı
isteyecek en sonunda diye. Yarım saatlik bir muhabbetten sonra şüphelerim yok olmuştu.
Belki Kamboçya ve Khmer’ler farklıydı.
Geceyarısı en sonunda 16. yüzyılda siyamların püskürtüldüğü ve
adını bu zaferden aldığı Siem Reap’e vardık. Tuktuk’a bindim, 3 dolar verip
İrem’in beni beklediği pansiyona gittim. Kamboçya parası Riel’di ama kimse
kullanmıyordu, herşey dolar üzerindendi, hatta banka ATM’lerinden bile dolar
çekiliyordu.
Arkadaşımla tekrar buluştuğum için çok
mutlu oldum. Konuşacak ve anlatılacak o kadar çok şey vardı ki... Bir saat
beraber oturduk. Artık yorgunluktan iyice bittiğim anda gidip yattık.
Sabah uyandığımızda günümüzü şehir
merkezinde geçirmeye karar verdik. Hem yol yorgunluğumu atacaktım üzerimden hem
de ertesi gün, dünyanın 8. Harikası denilen ve herkesin buraya görmeye geldiği
Angkor planını yapacaktık.
Siem Reap şehir olarak çok güzeldi.
Yeşilliği, mimarisi, nehrinin yanısıra restoranları, 0,5 dolara bira satılan
barları, cafeleri ile gönlümü hemen fethetti. Evet, Kamboçya cidden çok ucuzdu.
Hatta Hindistan’dan bile. Bu da beni bayağı keyiflendirmişti.
Aylardan sonra, ucuzluğunu da fırsat
bilerek turistlik yaptık. Sabah Vietnam kahvesi, öğlen birası, akşam birası
şeklinde her gittiğimiz yerde birşeyler tükettik. Zengin gibi hissetmek pek
güzelmiş.
Angkor (http://whc.unesco.org/en/list/668) ,
şehrin 7 kilometre
ilerisinde yer alıyordu ve gerçekten de büyük bir alan kaplıyordu. İçinde
birçok tapınak kalıntısı vardı. Eski şehirdi ne de olsa. Ya tuktuk kiralayıp
tüm gün bir yerden bir yere tuktukla gidecektik ya da bisiklete binecektik.
Yollar düz olduğundan bisiklette karar kıldık.
Sabah 5’te kalkıp yollara düştük. Yeşil
yolların arasında, geniş caddelerde bisikletlerimizi ve gün doğuşunun keyfini
sürerek Angkor girişine ulaştık. Günlük gezi kartı 20 dolardı. Başından bu yana
ilk defa bu kadar para bayılıp bir turistik aktivite yapıyordum. Ama değeceğini
biliyordum.
 |
Angkor Wat |
İlk durak Angkor Wat’tı. 12. yüzyılda
inşa edilmiş bu çok etkileyici tapınak önce Hindu dinindeki Tanrı Vişnu’ya
adanmıştı. Ama buralara Budizm gelince tabi ki Buda’ya ithaf edilmiş. Dünyanın
en büyük tapınağıydı. Kamboçya’nın en büyük turistik geliri buradan olduğundan
bayrağında bile Angkor Wat simgesi vardı. Muhteşemdi. (http://en.wikipedia.org/wiki/Angkor_Wat) Ağzım açık
saatlerce dolandım içerisinde.

Bir diğer muhteşem tapınak Bayon’a
geçmeden evvel Angkor Wat önünde İrem’i beklemeye koyuldum. Bir mimar olarak
hayranlığını tahmin edebiliyordum ve bu da onun daha fazla zaman geçirmesi
anlamındaydı. Bir ağacın gölgesinde beklerken binlerce tuktuk şoförünün
tacizinden sıkılmış, suratımı asmış oturuyordum ki bir tane şoför gelip yanıma
oturdu. Sigara ikram ettim ve muhabbete başladık. Yakınlarda oturuyormuş. Neden
bu kadar agresifsiniz diye sordum tabi ki, o da güldü. Tuktukla mı geldiğimi
sorunca o kadar paramın olmadığını, o yüzden bisikletle geldiğimi söyledim.
İnanmadı. Onun ve eminimki diğer Güney Asyalıların gözünde bir beyazın
parasının olmaması mümkün değildi. Hemen sorularına geçti, kiminle geldim,
neredenim, ne zaman geldim, beğendim mi, evli miyim, sevgilim mi beraber
geldiğim vb. Ben de ona soru sormaya başladım. Oyunu kurallarına göre oynamak
lazım tabi ki. Ayıp mayıp denen şey kültürel bir farklılık sadece. Her çekik
gözlü turist kafilesinin nerden geldiğini söyleyince onca zamandır buralarda
olduğum halde ayıredemediğimi söyledim. Çinliler, Taylandlılar, Laolar,
Kamboçyalılar, Vietnamlılar, Burmalılar... Hepsi malesef birdi benim için.
Merak ettiğim, onların bizi ayırtedip etmediğiydi. Hani efsanedir ya, onlar da
bizi birbirimizden ayıramıyor diye... Yalanmış!
İrem geldiğinde amca ile vedalaşıp
bisikletlerimize bindik ve tekrar yola düştük. Bu sefer İrem ile ayrıldık. Onun
benden daha fazla zaman geçireceği kesindi. Artık ondan önce dönüp bir
restoranda beklerim diye düşünmüştüm.
Parkurdaki tapınakları teker teker
ziyaret edip binlerce fotoğraf çektim. Bazılarının görkemi karşısında küçük
dilimi yuttum. Tabi bol bol da sinek ve bilumum böcek ile birlikte. Gördüğüm en
muhteşem arkeolojik parktı. Ama elbette bu anlatılamaz, ancak yaşanır...
Akşam üzeri, artık bisikletle de
etrafta 30 kilometre
gibi bir yolu da teptikten sonra, takatimin kalmadığına karar verdim ve dönüş
yoluna geçtim.
Tabelada şehre 12,5 km olduğunu görünce
‘eyvah’ dedim ama sürmeye devam ettim.
Yağmur başladı. Ama öyle böyle değil.
Günde 1 ya da 2 saat yağıyor, sonrasında da acayip sıcak oluyordu hava. Zaten
Kamboçya, bulunduğum en sıcak yerdi. Gökyüzü kapkaranlık olup şimşekler çakıp
yağmur da bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayınca yol kenarındaki ağaçların
altına sığındım. Tabi yine de ıslanmamak mümkün değildi. Benimle birlikte bir
sürü yerel de beklemeye koyuldu. Sırılsıklam oldum. 20 dakika sonra şiddetini
yitirdiğinde yine bisikletime atladım.
Odaya ulaştığımda çoktan kurumuştum,
kendimi duşa attım ki yine başladı. Ama daha da büyük bir şiddet ve hiddetle.
Sanki aylardır, yıllardır yağmamış, şimdi hıncını alır şekilde. İrem’imi
düşündüm. Muhtemelen o da bir yol kenarında ağaç altındaydı. Ama yağmurdan
korunması imkansızdı.
Nitekim geldiğinde sucuk şeklindeydi.
Aç bilaç, yorgun, ıslak. Üstüne üstlük dönüş yolunda bir de kaybolmuş. Üzerini
değiştirdiği gibi onu yedirmeye gittik. Papaya salatası.
Ertesi gün yine ayrılacaktık. O Siem
Reap yakınlarındaki bir köyde yine gönüllü çalışacaktı 2 hafta, bense Phnom
Pehn’e geçip Hollandalı Ramon’da kalacaktım birkaç gün. Sonrasında da
Singapur’a uçacaktım. Artık param iyice tükenmişti. Fazla zamanım kalmamıştı.
Dolayısıyla da burayı daha fazla gezemeyecektim. Görmem gereken diğer yerler de
vardı.